İNCE RUHLU BÜYÜK ADAM: STEFAN ZWEİG

  • İNCE RUHLU BÜYÜK ADAM: STEFAN ZWEİG

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 14:27'de 11 Temmuz 2024

    İNCE RUHLU BÜYÜK ADAM: STEFAN ZWEİG*

    Makale Yazarı: Zeren Somunkıran

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Nisan/ Haziran 2016, 26. sayıda yayımlanmıştır.

    Onun adı Stefan Zweig. Ömrünün son yıllarında bavulu hep kapıya yakın yaşayanlardan biri. Her an gidebilir. Yeniden ve yeniden. Uzaklaşmak istedikleriyle arasına ne kadar kilometreler koysa da aslında hepsini içinde taşıyor. #Viyana içinde, konser salonları, parklar, müzeler, ressamlar, şairler, #Avrupa, o yaşlı kıtanın parıldayan kültürü ve# savaş… Ah o kahrolası savaş! Hepsi içinde. Bir lanet gibi. Arkada bıraktıkça çakılıyor içine. Gerisinde hayran olduğu bir dünya yıkılıyor. Bir daha hiç parçası olamayacağı bir dünya.

    1881 yılında Viyana’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünya gelen Stefan Zweig, 22 Şubat 1942’de, ikinci eşi Lotte’yle birlikte Rio de Janerio’da hayatına son verir. Viyana ve #RiodeJanerio arasındaki mesafe, niceliği kısa, niteliği koca bir ömür…

    Önüme büyük bir #dünyaharitası açıyorum. Viyana ve Rio de Janerio arasına bir cetvelle çizdiğim çizgiden yüzyılın ilk yarısında binlerce ölüm geçiyor. Haritanın üzerinde Zweig’ın kitapları. Dr. B., Edith, Doktor Condor, Christine, Ferdinand, Sahaf Mendel, Mrs. C. ve diğerleri, şu an en az Zweig’ın olduğu kadar kanlı canlı duruyorlar karşımda. Çünkü yaratıcıları da artık onlar gibi sadece bir hikâye.

    Zweig’ın külliyatını arka arkaya okuduğunuzda tüm karakterler birbirlerini tamamlayan bir yapbozun parçaları gibi. Girinti ve çıkıntılarıyla iç içe geçiyor ve Zweig’ın ruhunun bütününü oluşturuyorlar. Onun dünyasını anlatmaya çalışan hiçbir kalemin, yarattığı karakterlerden daha başarılı olamayacağına inancım tam. Bu, belki hemen her yazar için geçerli bir durum olabilir. Her karakter ve hikâye, yazarının ruhundan, hayal gücünden, zihninden kopan bir parça ve her zaman sahibine ait. Ama bu durum, Stefan Zweig’ın kaleminde zirve yapıyor.

    Arka arkaya bir yazarın külliyatına odaklanıp okuma yapmanın o yazarı anlamak açısından da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Edebiyatın, eserler kadar yazarları tanımak, anlamaya çalışmak ve düşünmekle daha da doyumsuz olduğuna inananlardanım. Arka arkaya #Zweig okuyan bir okurun, onun ömrüne intihar ederek son verişine azıcık da olsa bir şaşkınlık beslemeyeceğini düşünüyorum. Neredeyse tüm Zweig hikâyelerini birleştiren ortak payda, bir daha hiç o eski güzel günlere geri dönemeyecek olmanın çaresizliğiyle birleşen intihar duygusudur. Kendi ruhundaki bu kalın damarı, yazı hayatı boyunca ince ince yarattığı karakterlere yaşatan bu adamın ömrü, hep yazdığı duygu hallerinden yürümek olmuş gibi geliyor şimdi bana.

    Sadece kendi yarattığı karakterler değil, biyografilerini yazmak için yöneldiği isimlerde de benzer bir durum söz konusudur. “Kleist’i Goethe’ye tercih ediyorsa, kudretlilerden ziyade lanetliler ona çekici geliyorsa ne yapabilirdi? Sonu trajik biten şairlere sınırsız bir hayranlık besliyordu.” der Laurent Seksik Stefan Zweig’ın Son Günleri kitabında. (s. 139)

    Alman şair, öykü ve oyun yazarı #HeinrichvonKlesit’in yaşam öyküsünden bahsettiği Kendileriyle Savaşanlar kitabında yer verdiği şairin şu cümlesini ne kadar sahiplendiğinden bahseder:

    “Ruhum öylesine yaralı ki, hani neredeyse burnumu pencereden çıkarsam yüzüme vuran gün ışığı bana acı verecek.”

    Kleist’i Zweig için önemli kılan şeylerden biri, yaşamı kadar yaşamına son veriş şekli. Heinrich von Kleist, 21 Kasım 1811’de yoldaşı, hayat arkadaşı Henriette Vogel’in kalbine sıktığı bir kurşunun hemen arkasından namluyu kendi beynine çevirir ve son! Zweig, 1925’te Kendileriyle Savaşanlar’da şairin bu intiharından neredeyse büyülenmişçesine bahseder. Şairin hayatına son verişini tasvir ettiği satırların görkemi ve yıllar sonra kendi intiharındaki benzerlikler, Zweig’ın hayata, ölüme ve kaybettiklerimize bakış açısını hayretle ortaya koyan gerçekler.

    Roman kahramanları arasında intiharı en çok tartıştırdığı iki karakter, 1930’lu yıllarda sürgündeyken yazdığı #DeğişimRüzgârı’nın Christine ve Ferdinand’ı olsa gerek. #Christine, üzerinden koca bir dünya savaşı geçmiş #Avusturya’nın ücra bir köyünde posta memurluğu yapan genç bir kadındır. Savaş öncesinde pek çok yaşıtları gibi hayalleri, hayattan beklentileri olan, güzel ve alımlı bir kızken savaşın getirdiği felaketlerle sadece hayatta kalmaya çalışan, ağzına atabilecek bir lokma ekmeği bulduğu günü kârdan sayan bir insan haline dönüşür. Babasını kaybeder, annesi buz gibi sularda çamaşır yıkayıp para kazanmaya çalışırken her geçen gün kötüleşen bir romatizma hastalığına tutulur. Artan pahalılıkla baş etmeleri mümkün değildir. Tüm bu zorluklar ve savaşın köylerine kadar getirdiği felaket haberleriyle hayatın da, hayallerinin de daha başında olan Christine, umudunu, yaşam enerjisini, rengini, gençliğini de savaşla birlikte geride bırakır. Bir akrabasının bakanlıktan torpille ayarladığı köyün postanesindeki son derece sıkıcı memurluk işine gider gelir, akşamları da hasta annesine bakar.

    Hayat, bir virgülünün bile değişmediği birbirinin aynı günlerle akıp giderken bu rutin bir gün, savaştan da önceki yıllarda Amerika’ya göç edip zengin bir Hollandalı ile evlenmiş olan teyzesinden gelen bir telgrafla bozulur. #Teyze, zengin kocasıyla birlikte tatile gelmiş ve yıllardır ihmal ettiği yeğenini de bu süre içinde görmek istediği için onu Viyana’da kaldıkları otele on beş günlüğüne davet etmektedir. Viyana, oteller, yemekler, davetler… Bütün bunlar Christine’i ilk başta inanılmaz korkutur. Gitmek istemez. Annesinin “Sen de yaşamalısın, biraz nefes al” ısrarlarıyla kendisini Viyana’nın en pahalı otellerinden birinde bulur. Bavuluna en iyi elbise olarak koyduğu kıyafeti bile bu oteldeki insanların ihtişamı yanında hizmetçiden beter kalır. Fakat yıllardır, biraz da ihmalkârlığından utanç duyan, savaş sırasında buradaki akrabalarını hiç düşünmemiş olmasının mahcubiyetinde olan teyze, bu külkedisinden bir prenses yaratmaya kararlıdır. Christine’in aylarca çalışsa biriktiremeyeceği kadar parayı tek bir elbiseye yatırır; kuaförler, ayakkabılar, paralar su gibi akar.

    Zweig, mahrumiyetin, acının, utancın, savaşın en kötüsünü görmüş genç bir insanın gözünün, bir anda parayla, ihtişamla, itibarla, süsle, şaşaayla nasıl boyanabildiği sayfalarca öyle güzel örneklerle anlatır ki, okuyucu bu toy kızın başına gelebilecek felaketin acısını bir gerilim romanındaki gibi yükselerek yaşar. Bu bölümleri okumak, 1980 sonrası Özal iktidarı döneminde paranın ve zenginliğin ülkeye fütursuzca girişini yaşamış olanların çok iyi bildiği o toplumsal çürümenin, bireysel boyutta olanını okumak gibidir. Sonuç her ikisinde de tek ve felakettir.

    Christine, on beş günün sonunda eski, “korkunç”, parasız, sıkıcı, renksiz insanlarla, hasta bir anneyle, rutubetli bir odayla dolu hayatına dönmek zorunda kalır. Ve çöküş orada başlar. Döndüğü hayat eskidir, ona aittir ama o, artık eski Christine değildir. Güzel yaşamın, istediğine istediği anda sahip olmanın tadını bir kez almıştır. Neden bu korkunç yaşama, bu ücra köye, köyün cahil insanlarına mahkûmdur ki? Onun o zengin hayatları yaşayanlardan ne eksiği vardır, peki ya ona bunu yapmaya kimin hakkı? İsyanın bünyedeki çanları sorgulamayla başlar.

    #Ferdinand isyanın, iç duvarlarını en sert çizdiği zamanlarda çıkar karşısına. O da savaşla birlikte herşeyini kaybetmiş bir başka mağlup ruhtur. Ferdinand’ı, Zweig’ın, umutları, yetenekleri ve bir geleceği olan, parlak, ateşli, azimli bir genci savaşın nasıl çaresiz bir insana dönüşebileceğini en net anlattığı karakteri olarak görüyorum. Romanın ikinci yarısında Christine ve Ferdinand’ın arasında geçen, sistemi ve savaşı sorgulayan konuşmaları ibretlik, okullarda ders niyetine okutulası cinsten.

    “Biz #kertenkele değiliz ki koparılan kuyruğumuz koptuğu yerden yeniden uzasın. Değerli kardeşim, eğer bir insanın altı yılı, on sekizinden yirmi dördüne kadar geçen en güzel ve en verimli yılları yaşayan bedeninden koparılıp alınırsa geriye bir sakat kalır; her ne kadar eve geri dönebildiğin için şanslısın desen de ben sakat bir adamım… Kaybettiklerimi kim geri verir ki? Devlet mi? O büyük dolandırıcı, baş hırsız… Bizleri savaşa sürüklerken arkamızdan #RadetzkyMarşı’nı çaldılar ve Tanrı’nın bizi korumasını dilediler, şimdi ise bize başka başka marşlar çalıyorlar. Evet dostum, pislik üzerinden bakarsan dünya hiç de güzel görünmüyor.” (s. 232)

    Savaştan önce belki tek bir ortak noktaları bile bulunmayan bu iki kayıp ruh, en azından bir gün daha fazla nefes alabilmenin dermanını birbirlerinde bulurlar. Acıları aynıdır, kayıpları aynı çaresizlikten beslenir. İçlerindeki azapları farklı an ve şekillerde dışarı dökerler ve gün gelip ölümden konuştuklarında, sanki çölde yürüyen bir mecnunun suya hasreti gibi umutla dökülür bu sözcük dudaklarından.

    Bir Zweig okuru olarak diyorum ki, Christine ve Ferdinand’ın #intihar üzerine konuştuğu bölümler belki de yazarın bu romanda en rahat kotardığı bölümlerdir. Burada elbette kendimce bir spekülasyon yapıyorum. Ama bir daha yaşamak istediği dünyada yaşamayacak oluşundan emin olan bir insanın yaşamına son vermeyi düşünmesi, Zweig için ıstıraplı olsa da kaçınılmaz bir varoluş hali gibi. Farklı hikâyelerde, farklı sebeplerle hep intiharı düşündürdüğü karakterlerinin yanında Ferdinand ve Christine, #Hitler zulmünden büyük acı çeken Zweig’ın intihar fikrine en yakın olan karakterleri.

    Sadece insanın insana ettiğinden, acıdan, zulümlerden umutsuzluğa düşmez Zweig. O, 1934’te Gestapo’nun evini basmasından sonra Avusturya’yı terk edişiyle geride bıraktığı koca bir Avrupa kültürünün yıkılışından büyük ızdırap duyar. Sürgünlüğü kadar canını yakan şey, bir daha asla o eski hayatın içinde olamayacağını bilme hissidir. Tıpkı Ferdinand karakterinde bu ruh halini ete kemiğe büründürdüğü gibi.

    Hiç şüphesiz ki, içine iki dünya savaşı sıkıştıran yirminci yüzyılın ilk yarısı, Stefan Zweig gibi ince ruhlu insanlar için fazlasıyla acımasızdı. Lakin bazı ölümler vardır ki, aslında önce yaşamı yüceltir. Stefan Zweig, son yılları savaştan sebep dorukta olmakla birlikte, hayatı boyunca tutkuların barometresi elinde huzursuz bir ruh olarak yaşamış. Ama bunu yaparken insanın bu evrendeki belki en eşsiz dokunuşu olan sanatı ve yaratım gücünü hep yüceltmiş, bunu yaşamının kaynak suyu haline dönüştürmüş. İntiharı, bu kaynakla bağlarını bir daha eskisi gibi devam ettiremeyeceğinin dışa vurumu olarak da okunabilir. Yaşam o fırsatı sunmuyorsa ölüm özlenendir, korkulan değil. Ama o herşeye rağmen kendine sunmadığı fırsatı, Christine ve Ferdinand’a sunar. Bir ihtimal, der, bir ihtimal…

    KAYNAKÇA:
    -Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar. Çeviri: Nafer Ermiş. İş Bankası Kültür Yayınları
    -Stefan Zweig, Değişim Rüzgarı. Çeviri: Kasım Eğit. Can Yayınları
    -Laurent Seksik, Stefan Zweig’ın Son Günleri. Çeviri: Sosi Dolanoğlu. Can Yayınları

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
İNCE RUHLU BÜYÜK ADAM: STEFAN ZWEİG* Makale Yazar…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi