Roman Kahramanları
İÇİMİZDE YAŞAYAN “HANDAN”
-
İÇİMİZDE YAŞAYAN “HANDAN”
İÇİMİZDE YAŞAYAN ‘HANDAN’*
Makale Yazarı: Hülya Soyşekerci
*Bu makale, Roman Kahramanları dergisinin 3. sayısında (Temmuz/Eylül 2010) yayımlanmıştır.
“Şimdi artık hıyanetin Handan’dan başka çehresi yok.” (Handan, 202. sayfa)
Handan’la, kendi adını taşıyan romanın sayfaları arasında buluşmamızın üzerinden çok yıllar geçti. Daha ilk gençlik çağlarındayken hazırladığım bir okul ödevi nedeniyle onun inanılmaz derecede renkli, bir o kadar da karmaşık ve çelişkilerle dolu dünyasını anlamaya çabalamıştım. O zamanlar çocukluktan yeni sıyrılmış; yaşamı, insanları, dünyayı tanıma ve anlamlandırma sürecinin başlangıç evrelerinde bir genç kızdım. Yaşam deneyimlerinin gözlerde ve zihinlerde yansıyan o bilge ışığı benden epeyce uzaktaydı. Bu yüzden olsa gerek, Handan’ı oldukça yüzeysel bir bakışla tanımıştım o ilk okumada. Roman olayları zihnimin içinde akıp giderken, yazarının ölümsüzleştirdiği Handan, tüm canlılığıyla gözümün önünde hareket ediyor, düşünüyor, konuşuyor, acı çekiyordu… Ancak, Handan’ın iç derinliğine ulaşamamış, onu bütünüyle çözememiştim. Bazı noktalar benim için belirsiz, kapalı ve karanlık kalmıştı.
Yıllar sonra Handan’ı, yaşamdan süzülen, yaşanmışlıklardan elde edilen bilgilerin ışığında anlamaya ve kendi dünyamı onun dünyasıyla yeniden buluşturmaya karar verdim. Handan’ın yeni baskılarını okudum. Romanda herkesin sevgi ve hayranlık halesiyle çevrelediği Handan, unutamadığım roman karakterleri arasındaki yerini iyice sağlamlaştırdı bu okumalar sırasında. Handan’da Halide Edib Adıvar, kendi yüreği ve zihninin bileşenleriyle yaratmış olduğu roman kişilerinin iç dünyasına, mektup anlatımları yoluyla nüfuz etmeyi ve onların ruhundaki bütün karmaşayı resmetmeyi başarmıştı. Handan, bir kadın kahraman olarak roman sanatı içindeki seçkin yerini çoktan almış durumdaydı.
Sayfalar arasındaki dünyaya girdiğimizde, dış görünümü ilk bakışta pek dikkati çekmeyen Handan’ın, güzelliğini sonradan belli eden; öncelikle aklı, görgüsü, duruşu ve tavırlarıyla ilgi uyandıran bir genç kız olduğunu keşfederiz. Kuzeni Neriman, Handan’a gerçek bir kardeş sevgisiyle bağlıdır. Bu içten sevginin yanı sıra ona derin bir hayranlık da duyar.
Neriman, Handan ve öteki kuzenler bir arada büyürler. Handan’ın yetiştiği ortam; sevgi ve bilimin aydınlığıyla dolu, kültürlü ve sıcak bir aile ortamıdır. Aile, Kuzguncuk Tepesi’nde büyük bir evde yaşar. Çevredeki kişiler onları alafranga olarak nitelendirirler. Batı kültürü ve yaşama biçimi baba Cemal Bey’in aile/ev ortamına egemendir. Kızlar, okullarında İngiliz eğitimi alarak büyümüşlerdir; çok iyi derecede İngilizce konuşurlar. Kitap okumayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Müzik, resim ve diğer sanatlara ilgi duyar, piyano çalarlar. Tenis oynamayı da gayet iyi bilirler.
Handan’ın, roman kişilerinin birbirlerine yazdığı mektuplar arasında dolaşan bir karakter olduğunu biliyoruz. Neriman’la evlenmeye talip olan Refik Cemal, Handan ve kuzenlerinin yetiştiği ortamı, arkadaşı Server’e yazdığı mektupta şöyle dile getirir: “Evin arkasında bir düzlük, o düzlükte tenis sahası vardı. Üç genç kız beyaz kısa fistanları, başörtüleriyle birbirlerine toplarını fırlatıp duruyorlardı.”(s. 12-13) Mektubun tarihine göre yıl –alafranga olarak– 1902’dir. En az yüzyıl öncesinde bu denli farklı bir yaşamm tarzına sahip olmak, gerçekten sıra dışı bir durumdur.
Handan böyle bir ortamda büyüyüp yetişmiştir. Birlikte büyüdüğü kızlardan farkı; felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi alanlara ilgi duyması; onlardan daha yetenekli ve yaratıcı olmasıdır. Öteki kızlar somut ve anlaşılması kolay konularla ilgilenirken, Handan’ın daha soyut konulara ilgi ve yönelimi vardır. Bunun üzerine, Cemal Bey’in ahbaplarından birinin yeğeni olan, ileri düşünceli ve yenilikçi Nâzım, Handan’a dersler vermeye ve onu yetiştirmeye başlar…
Refik Cemal, Neriman’ın her zaman hayranlıkla söz ettiği, ailedeki herkesin bir efsane gibi anlattığı Handan’la ilgili ilk izlenimlerini, Neriman’a bir mektubunda şöyle ifade eder: “İtiraf edeyim ki senin Handan’ın insanı birdenbire şaşırtıyor Neriman(…) Kibar, zarif, zeki, her şey, fakat güzel değil.(…) Belki dediğin gibi gözleri güzel, onları da pek tetkik edemedim, bana bir şey söylemediler.”(s. 33- 34) Handan’ın kızıl ışıltılı, uzun ve kumral saçları, iri ve parlak gözleri, alımlı bir güzelliği çoğaltır aslında. Belirttiğim gibi bu güzellik kendini ilk anda ifade etmez, hemen göze çarpmaz. Gizli ve gizem doludur onun güzelliği. Yavaş yavaş, derinden etkileyen ince bir sızı gibi yer eder insanların ruhunda.
Aydın bir erkek olmasına rağmen Refik Cemal’in Handan’la ilgili yargısı o zamanlar aydın ve kültürlü kadınlara nasıl bakıldığını gözler önüne serer: “Evet, Handan pek iyi, nazik, akıllı bir kadın; fakat kadın da pek diyemeyeceğim. Lakırdı söylerken, düşünürken onun kadın olduğunu bile insan düşünemiyor.”(s. 34) Bu yaklaşım, kendine, bilgisine, kültürüne güvenen, farklı ve sıra dışı bir kadının, özellikle erkekler arasında kadın olarak algılanmadığının; farklı bir mahlûkmuş gibi görüldüğünün ifadesidir. Handan toplumda genel kabul gören, alışılagelen kadın tipinden farklıdır ve farklı olmak; özgür, serbest, sorgulayıcı ve irdeleyici bir kadın olmak; kısacası toplumda birey olmaya çalışmak o yıllar için son derece ayrıksı bir durumu ifade eder.
Yine Refik Cemal’in anlatımıyla devam edelim:“Handan’da o yaşında bir kadında olması lazım gelmeyen bir kendine güveniş, bir kendinden mesul tavrı var ki, bir genç kadında bu hal bana hem isyan hissi veriyor hem de acımak! Kadınlar daima rakik (narin), emin bir himaye altında olmalıdırlar, değil mi Neriman?”(s.34) Günümüzün toplumunda bile kadına dair bu ve benzeri değerlendirmelerle karşılaşmaktayız. Kadın, bilgi ve kültürle zihnini açıp ufuklarını genişlettiğinde; bunun sonucunda yaşamı daha farklı algılamaya başladığında, kendine güveni gelişiyor ve baba ya da koca himayesine muhtaç olmadan tek başına ayakta kalma gücüne ulaşıyor. Birçok erkeğin bilinçaltının derinlerine işlemiş olan feodal değer yargıları; özgür, kendine güvenli ve güçlü kadınları anlamalarını ve onları benimsemelerini engelliyor ne yazık ki…
Handan, yüzyıllar boyunca kadını arka plana itmiş, kadın özgürlüğüne hukuk ve yaşam alanında yeterince yer vermemiş bir toplumsal sistemin çöküşü döneminde ortaya çıkan ve Halide Edib’in kendi kişiliğinde somutlaşan cesur, aydın, kültürlü, modern kadının romanımızdaki prototiplerinden biridir. Halide Edib’in daha sonraki romanlarında gördüğümüz şekliyle; olaylara egemen, çoğu zaman erkeklerden daha güçlü, azimli, kararlı ve mücadeleci kadın kahramanlarıyla kıyasladığımızda Handan, bu kadın kahramanlardan daha güçsüz, daha duygusal bir geçiş karakteridir diyebiliriz. Handan bilgi, kültür ve sanatla kendine yeni bir yol ve ufuk açmaya çalışır; ancak genç yaşında karşılaştığı müthiş bir kırılma noktası ve ardından gelen ruhsal sarsıntılar, onun daha güçlü olabilecek iç dünyasında derin bir uçurum yaratmıştır ne yazık ki…
İDEALLER VE AŞKLAR
Handan’ın yaşamının kırılma noktası, ‘Nâzım olayı’dır. Nâzım, kadınlara ve duygusal konulara değil, kendi ideallerine yoğunlaşan bir gençtir. Yenilikçi, ilerici ve sosyalist düşünceleri nedeniyle daha sonra Abdülhamit’in hışmına uğrayacaktır. İlk gördüğü anda Handan onun ışıklı şahsiyetinin büyüklüğü karşısında kendini küçülmüş gibi hisseder; ancak bu duyguyu daha sonra aşacaktır. Handan’daki o gizli güzellik, akıl ve zekâ, ona ders veren Nâzım’ı da yavaş yavaş etkisi altına almaya başlar. Handan’a ağabey hisleriyle yaklaşan Nâzım, giderek onun çevresindeki gizemli aura’ya kapılır. Nâzım, Handan’a felsefe, sosyoloji, tarih gibi sosyal bilimleri öğretmeye gayret eder. Birlikte keman- piyano çalışmaları yapar, kitap okur ve tartışırlar. Çevrede at gezilerine çıkarlar…
Nâzım, sosyoloji dersleri verirken kendi görüşünü ve sosyalist bakış açısını aktarmaya çalışır Handan’a. O da bunun farkına varmıştır: “Ne acayip adam! Bütün bu zahmetlerinden elimden, dimağımdan, ruhumdan tutup kendisince muayyen bir noktaya beni götürmek arzusu var hissi bende hâsıl oluyor. Bilmem doğru mu? İlerledikçe bir ses, ‘Ben de varım, yaşıyorum, düşünüyorum. Her şey Nâzım’ın dediği gibi değil,’ diyor.”(s.54) Handan’ın en önemli özelliklerinden biri, yaşamda her şeyi sürekli sorgulaması, kendine dayatılan hiçbir düşünce, doktrin ya da felsefi yargıyı kendi akıl süzgecinden geçirmeden kabul etmemesidir. Halide Edib bu tavrın yaratıcı ve düşünen beyinlerin özelliklerinden biri olduğu gerçeğini sezdirir okura.
Handan, Nâzım’ın yanında kendisinin pek geride kalmadığını fark etmiştir; yeniden çevresinin cazibe merkezi olmayı başarır. Dersler üç dört ay daha devam eder. Handan toplumcu fikirler konusunda Nâzım’ın görüşlerini tam anlamıyla benimsemez. Neriman, Refik Cemal’e mektubunda şöyle yazar: “Fakat bu karşısında uyanan, kendisinin çizdiği muayyen hatları atlayan genç dimağa Nâzım’ın kızdığı zamanlar da oluyordu; bazı noktalarda tekrar kendi nokta-i nazarını(bakış açısını)kabul ettirmek için günlerce kaybolur, koltuğunun altında yığın yığın kitaplar, konuşurlar, konuşurlardı…”(s.68) Nâzım onun bilgiye, öğrenmeye, araştırmaya olan tutkusundan o denli etkilenmiş ve heyecanlanmıştır ki, düşlediği güzel günlere, ütopyasına açılan yolda Handan’la birlikte yürümeyi bütün kalbiyle ister. Ancak, kendisine evlenme teklif ettiğinde, Handan Nâzım’ın sadece kendi amacı, ideali için onunla evleneceğini düşünür ve evlenme teklifini geri çevirir. İster ki, onu sadece kendisi olduğu için sevsin; onu kendi amacı için bir araç, bir tamamlayıcı varlık olarak görmesin. Handan fikren özgürlüğüne ve bağımsızlığına öyle önem vermektedir ki, Nâzım’ın amaçlarının yanında yardımcı bir figür olarak yer almak istemez. “Bu aşkta bir rikkat ve hararet eksikliği bulduğunu” yazar Neriman’a. Bu evlilikte seven tarafın yalnızca kendisi değil Nâzım’ın da olmasını ister; çünkü ona göre Nâzım ideallerini her şeyden, -dolayısıyla kendisinden- fazla sever. Evlenme teklifi kabul görmeyen Nâzım belli etmemeye çalıştığı büyük bir üzüntü ve düş kırıklığıyla köşkü terk eder.
Nâzım gittikten sonra günlerce uyku uyuyamayan Handan, kendini anlaşılmaz ve anlatılamaz tuhaf bir boşlukta hissetmeye başlar. O günlerde köşke ziyarete gelen eski sefirlerden Hüsnü Paşa’nın, babasına hitaben söylediği bir tek cümleden olağanüstü biçimde etkilenir: “Bu güzel hanım da sizin mi Cemal Bey?”(s.73) Bu adamı hiç sevmediğini daha önceleri sık sık dile getirmiş olan Handan, o gün adamın kendisiyle sadece kendisi olduğu için ilgilendiğini fark eder hemen. Handan’ın, daha önce Neriman’a kendi zayıf yönlerinden birini şöyle dile getirdiğini anımsarız bu noktada: “Siz güzeller, bizim gibi güzel olmayanların, güzel dendiği vakit ne hissettiklerini bilmezsiniz.”(s.56)
GÜÇLÜ BİR ERKEĞE SAHİP OLMA DUYGUSU
Nâzım’ı reddetmesinden hemen sonra, Hüsnü Paşa’nın onunla ilgilenme durumu görünürde çok şey ifade etmezken, Handan’ın ruhunda izler bırakır; çünkü o, bir anda bir büyünün etkisi altına girmiştir: Kendisiyle sadece kendisi olduğu için ilgilenen bir adamın büyüsü… Neriman’a mektubunda Hüsnü Paşa’dan şöyle söz eder Handan: “Bana dünyanın en acayip bir şeyi gibi bakıyor. Odaya girer girmez biraz kaba ve kuvvetli çehresi değişti. Bana bir aslan kafesine girer girmez aslanı kediye döndüren kızların hissi geldi ve bu iyi bir his. Ani bir surette tecrübekâr (tecrübe sahibi) senelerce Avrupa’da dolaşmış, bütün familyasının ve dünyanın gözünü korkutmuş bir adama hâkim oluvermek hissi!” (s.74) Bu duygu, pek çok özgür ruhlu kadının ayağını zincirleyebilen tehlikeli bir duygudur bana kalırsa. Çünkü özünde ‘egemen olma’ duygusunu taşır, erk’i, iktidar’ı ve güce güçle hâkim olmayı çağrıştırır. Kimse kimsenin hâkimi değildir aslında. Kadınlar, erkek dünyasının değerlerini, silahlarını kuşandıklarında, göz göre göre tuzağa düşürebilirler kendilerini. Bu egemenlik duygusu yanıltıcıdır, bir yanılsamadır. Handan’ı son derece yanlış ve mutsuzluklarla dolu bir evliliğe sürükleyen işte bu duygudur; güçlü bir erkeğe hâkim olma duygusunun aldatıcı sarhoşluğu… Bu duyguya dair şunları yazar aynı mektupta: “Nâzım’ın, benim tasavvur ettiğim canlı Nâzım’ın yerine karşıma çıkan iskeletin hayalinden kurtulmak için iyi, pek iyi bir şey…”(s.74) Nâzım’ı, sadece idealleri için yaşayan, aşkın sıcaklığından yoksun bir iskelet olarak görür Handan. Nâzım’ın gidişinden sonra içindeki o tuhaf boşluğu, başka bir erkeğe hâkim olma duygusu ile doldurduğunun yanılgısı içindedir. O nedenle yanlış adımlar atmaya devam eder. Bir kadının güç arayışı ve özgürlük tutkusunun kendi aleyhine dönüşmesini üzülerek ve şaşırarak izleriz mektupların ve dolayısıyla romanın sayfaları arasında. Kuzeni Neriman kızgın ve kırgındır ona. “Handan’ın bu zamanlarından kalma mektuplarını hiç sevmem. Hiç kendisine benzemez. Hele Hüsnü Paşa’yı tanıyan, Hüsnü Paşa’ya izah edilmez bir muamma gibi ruhunun, mevcudiyetinin neresiyle ısınan Handan’ı ben bile tanımam.”(s.74) der.
Handan, kendisiyle evlenmek isteyen Hüsnü Paşa’nın teklifini böylece kabul eder. Alelacele bir nikâh kıyılır. Neriman üzgündür. Handan evlendikten bir süre sonra onun sinirsel olarak zayıf düştüğünü duyar. Onu tanıyan ve sevenler Handan’ın mutlu görünmesine rağmen içinde gizli ve yoğun bir kederi taşıdığını sezerler. Zayıflamıştır; dalgın, suskun ve içe kapanık bir hal almıştır.
Bir süre sonra Nâzım, siyasi görüşleri nedeniyle tutuklanır. Yaşadığı düş kırıklığı ve derin ruhsal travma, parmaklıklar arasında onu intihara sürükler; cezaevinde kendini asar. Ardında bıraktığı mektupta Handan’a hitaben yazdıkları yürek burkan sözlerdir. Mektupta Nâzım’ın yoğun bir kedere boğulduğu görülür. “Niçin maksadımı senden daha çok sevdim zannettin Handan? O sendin, sen de o idin. Yolunda ateşlerde yanmaya, vücudumu zerre zerre, en büyük işkencelerle ayırmaya razı olacağım maksadın siması sendin, Handan. Niçin yüzünü benden çevirdin?”(s.81) diyen Nâzım, Handan’ın varlığı ile ideallerini özdeşleştirmiştir aslında. Bu konuda Handan yanılmış; hem kendini hem de Nâzım’ı yıkıma sürüklemiştir. Nâzım, buhran anında Handan’ın saçlarını kızıltılı bir halata benzetir ve halatı boynuna geçirir…
Handan bu korkunç olaydan sonra tam anlamıyla ruhsal bunalıma girer. “Çehresinde ebedi bir yorgunluk, yaşamaktan bıkkınlık” (s.80) vardır. Günlerce uyuyamayan ve acı çeken Handan’a hekimler bir çare bulamaz. Bunun üzerine Hüsnü Paşa, karısını alıp Avrupa’ya gider. Gidiş o gidiş… Uzun süre Avrupa’da yaşarlar. Hüsnü Paşa zevk ve eğlenceye son derece düşkün, kaba ve saygısız bir adamdır. Handan’ı başka kadınlarla aldatır; bunu gizleme gereği bile duymaz. Handan, içinde fırtınalar kopuyor olsa da sessiz bir katlanmışlıkla yaşadıklarına boyun eğer gibi görünür. Sanat ve şiirin güzelliklerinde teselli bulmaya çalışır. Tuhaf bir evlilik ilişkisidir onlarınki. Hüsnü Paşa’nın sahtelik, ikiyüzlülük ve gösterişçiliği, bu evliliği çıkmaza sürükler.
Neriman ile Refik Cemal’in ilk çocukları doğunca, Handan adının Nâzım olmasını ister. Yaşadığı suçluluk duygusu ve pişmanlık, böylece biraz olsun hafifleyecek gibi gelir ona. Refik Cemal, Nâzım’ın felaketine neden olduğunu düşünerek Handan’ı içten içe suçlar. Onu “korkunç ve kanlı bir kadın” olarak görür. Onda erkekleri tutkun edip yok eden bir şey vardır sanki. Bir süre sonra Refik Cemal Dışişlerindeki görevi nedeniyle Neriman’la birlikte Londra yakınlarında yaşamaya başlar. Burada Handan’la sık sık görüşürler. Handan’da değişken, kararsız bir ruh hali vardır. “Çünkü Nâzım ona ebedi bir nedamet yükü, Hüsnü Paşa da bir azap kâbusu bırakmıştır.”(s.105) Handan hain, boş ve ilgisiz kocasının sırıtan kabalıklarını örtmeye, onu sürekli affetmeye devam eder. Halide Edib, Handan’da kadın ruhunun en gizli köşelerine kadar girmeyi başarır; zayıflıkları, çelişkileri ve kararsızlıklarıyla bir kadın karakterdir Handan. Edindiği bilgi ve kültür birikimi, onu mutlu etmeye yetmemiştir ne yazık ki… Bir gün gelir Hüsnü Paşa Handan’ı terk eder ve ona bir mektup yazarak baba evine dönmesini ister. Handan mektubu okuyunca aniden düşüp bilincini yitirir ve günler boyunca baygın halde kalır. Bu müthiş şok, Handan’ı beyin hummasına sürükler. Ateşler içinde kıvranır; bu zor anlarında kocasının hıyanetlerini ve yaşadığı acıları sayıklar. Uzun süren tedaviler tam anlamıyla sonuç vermez. Ne geçmiş ne de gelecek zaman vardır onun için. Şimdiki zamanın içinde yeni doğan bir bebek gibi yaşar; çünkü belleğini yitirmiştir. Bu zorlu dönemde Refik Cemal ve Neriman kendi evlerinde ellerinden geldiğince Handan’ın bakımını sağlarlar. Hasta yavaş yavaş düzelmektedir…
Ancak anımsama süreçleri yavaş ilerler. Halide Edib, Handan’ın zihnindeki sis ve bulanıklığı, hayal meyal anıları, kahramanına yazdırdığı bazı kısa notlarda başarıyla dile getirir. “Handan’ın Tahassürleri” (Handan’ın Özleyişleri) adlı bölüm, romanın en çarpıcı ve gerçekçi bölümlerinden biri olduğu kadar, psikolojik derinlik açısından da unutulmaz niteliktedir. Refik Cemal, doktorların önerisi üzerine Handan’ı bakıcısıyla birlikte Sicilya’ya götürür. Bu hava değişimi ona iyi gelecektir. Modern tıbbın bir gerçeğini Halide Edib daha o yıllarda keşfetmiştir: Koku, belleği harekete geçiren en güçlü imgedir. Sicilya’daki bahçeden toplanan gardenyanın odadaki kokusuyla Handan Kuzguncuk’taki evin bahçesi ve çocukluğu arasında ilgi kurar bir anda. Bu anımsamadan sonra devamı hızla gelir. Refik Cemal sevgi ve şefkat gösterirken yavaş yavaş Handan’ın büyüsüne kapılmaya başladığını fark eder. Uzun süre kendisiyle mücadele etse de duygularına yenilmeye başlar. Daha kötüsü, önceleri kim olduğunu anımsamadan onun şefkatine sığınan Handan, belleği güçlenince gerçekleri görür. Ancak ne yapsa boşunadır. Bir sele kapılıp gider ikisi de… Handan ile Refik Cemal arasındaki uzun süreli dostluk, giderek karşı konulmaz bir imkânsız aşka dönüşür. Arkadaşı Server’e “Hissettim ki onun ruhuna sükûnet verip dinlendiren bendim, benim çehremdi.”(s.116) diye yazar Refik Cemal. Nâzım’ı öldüren halat sanki onun boynuna geçmiştir: “Ben bu kumral, kızıltılı halatı kolumda hissettim. Çözülmez bağlar yapan müthiş ve güzel halat!”(s.153)
Bu aşk çelişkilerle örülüdür. Refik Cemal ve Handan tarif edilemez vicdan azapları içinde kıvranırlar; bir yandan derin ve karşı konulmaz bir çekim gücüyle birbirlerinin ellerini ararlar… Neriman olanları sezer; ama ikisine de belli etmemeye çalışır.
“Handan’ın Tahassüsleri” (Handan’ın Duygulanımları) de romanın unutulmaz bölümlerdendir. Bu bölümde iç hesaplaşmalara girişir Handan. Kendini çok aşağılık ve sefil bir mahlûk olarak görür. “Şimdi artık hıyanetin Handan’dan başka çehresi yok.” (s.202) der. Sarsıntılı iç çatışmalar ruhunu ele geçirir. Kişilik çarpışması yaşar; “Çekil Handan senden iğreniyorum; çekil Handan seni mahvetmek yok etmek istiyorum” diye haykırır içten içe. “Nasıl birdenbire zayıf bir kadın olduğumu hissettiren harareti, vefası ve kudretiyle kalbimi okşayan bir temas, onun elini çok seviyorum.” (s.203) diye devam eder. Handan bütün kalbiyle sevgiye muhtaçtır. Sekiz aylık bebekken öksüz kalan ruhundaki çelişkilerin kaynağında bu sevgi açlığı yer alır. Şefkatle saran kollardır, sımsıcak bir eldir, bilinçaltından süzülen derin özlemin en somut şekli… Yaşamı boyunca aradığı eli nihayet bulmuştur ancak yanlış bir ele uzanmıştır eli…
Handan kendini suçladığı kadar kocası Hüsnü Paşa’yı da suçlar. Yazıları giderek bir hezeyan biçimini alır. Öyle ki, hasta bir ruhun sayıklamalarını, korkunç çelişkilerini okurken ürperir insan. Ve sonunda Handan’ın ruhu, acılar içinde kıvranarak güçsüz ve perişan bedenini terk eder…
HANDAN: TRAGEDYA KAHRAMANI
Handan o kısacık yaşamında, derindeki birçok etmen yüzünden üç temel hata yaptı. Bunlardan biri, Nâzım’ın iç dünyasını bütünüyle göremeyip önyargılı davranması; hem onu hem de kendini kötü bir akıbete sürüklemesiydi. Nâzım’ın intiharı yüzünden çevresindeki suçlayıcı bakışlara katlanmak zorunda kaldı, kendi kendini de affedemedi. Vicdan azabı onun iç gerçeği oldu. İkincisi, Hüsnü Paşa’ya evet demesiydi. Evlenmeye karşı olduğunu sık sık belirttiği halde, ani ve duygusal bir kararla, yanlış dengeler üzerine kurulan bir evlilik yaptı. Kendini kendisi olduğu için seven bir adamla evlendiğini vehmetti. Bu evlilik, yaşamını cehenneme çevirdi. Üçüncü yanlışı ise, yaşamının en zayıf günlerinde Refik Cemal’e kapılarak kendisinin ve onun yaşamını korkunç bir azaba çevirmesi oldu. En sonunda kaçınılmaz bir ölüme doğru sürüklendi Handan. Sanki bir tragedya kahramanı gibiydi.
Handan, edinmiş olduğu bilgi ve kültürü gerçek bir güce dönüştüremedi. Çünkü içinde yaşadığı toplum yapısı, gelenekselden modernliğe evrilirken, Handan yüzeyde kalan bir ilericilik ve yeniliğin timsali oldu. Osmanlı toplumunun kadına dayattıklarına karşı koyabilecek araçları net olarak görüp belirleyemediği gibi, geleneksel değerlere de tutunmaya çalışan, arada kalmış bir karakterdi Handan. Bir “tutunamayandı” o…
Bağımsızlığı, özgür düşünceyi içselleştirmeyi ve bir yaşam biçimine dönüştürmeyi başaramadı. Geçiş toplumunun gelenek ile modernlik arasında sıkışıp kalmış kadınlarından biriydi Handan. Kendini gerçekleştirmesi için, bağımsız bireyler yaratabilen bir toplumda yaşaması gerekirdi belki de. Toplum, o dönemde kul/tebaa düşüncesinden birey/yurttaş düşüncesine geçememişti henüz. Feodal değerler, özellikle kadınları kuşatıp köleleştiriyordu. On dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyılın başında Osmanlı toplum yapısında aynı anda birçok zamanlar, birçok kültürler bir arada yaşanıyordu. Toplumun birbiri içinde yaşayan anakronik zamanları ve oturmamış yapısı Handan’ı rüzgârların önünde savuracaktı ister istemez.
Hüsnü Paşa’yla evlilik kararı, duygusal zayıflığından doğan bir karardı. O yıllarda genç kızların çoğu kendi gelecekleri üzerinde karar alma hakkına sahip değildi. Handan elindeki fırsatı özgürce değerlendiremedi. Yanlış başlayan bu evliliği sürdürmek, kabalık ve aldatmalara katlanmak zorunda değildi. Toplumu sorgulayabilen akıl, mantık ve zekâ gücü, felsefi bakış açısı, evliliğin zorluklarını çözmede başarılı olamadı ne yazık ki. Özgür aklı, mutsuz evliliğinin zincirlerini kıramadı. Evliliğini bitirebilir, kendi ayakları üzerinde durabilirdi. Yeni bir yaşama merhaba diyebilirdi belki de. Sevgi özlemi ve şefkat arayışı, onun kişiliğinin en zayıf halkasını oluşturuyordu. Kırılma bu noktada oluştu. Kaçamayışın dramıydı bu; yıkıp yeniden başlayamamanın cesaret eksikliğiydi Handan’daki. Giderek buhranlarla sarsılan kişiliği, onu başka bir yanlışlığa; imkânsız/yasak bir aşka ve felakete götürecekti.
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı çalışmasında,“Halide Edib Adıvar’ı ilgilendiren, Handan’ın iç dünyasını ve davranışlarını açıklayan bu psikolojik mekanizma ve bu yasak aşkın Handan ve Refik Cemal’de yarattığı çatışma içinde onları birer birey olarak işleyebilmek… Nitekim Server, Refik Cemal’e ‘romancı olsam senin bu aşkını yazıverirdim(…) seninle Handan edebiyatta sonsuz birer çehre olurdunuz’ derken, romanda amacın ölmez bireyler yaratmak olduğu inancını belirtir” diye yorum getirerek Halide Edib’in yazınsal amacına işaret eder. Bu yazınsal amaç, yazarın toplumsal amaçlarından ayrı tutulamaz kanımca. Hem düşünce ve sanat yaşamında hem de tarihe mal olan toplumsal mücadelelerinde Halide Edib, kadın ve erkeğin birer birey olarak kendini var ettiği modern bir toplumun özlemi içindedir.
Romanı okurken Handan’ın Sicilya günlerindeki görünümü zihnimde öylesine canlı bir tablo oluşturdu ki onu yaratan Halide Edib’in yazınsal dehası karşısında bir kez daha hayranlık duydum. Saçlarının örgüsü, ayaklarının sandaletleri, bol beyaz elbisesi ve büyük, dalgın gözleriyle, çiçekli yemyeşil bahçelerde dolaşan, yüzünde Akdeniz meltemleri esen bir Handan imgesi doluyor zihnime. Bazen mağrur, bazen küstah, bazen nazik; bazen güçlü ve güvenli, bazen de çok zayıf bir Handan… Onu İngilizce konuşurken, tenis oynarken, piyanoda Wagner çalarken, kitap okurken, felsefe tartışırken düşlüyorum. İnce ve etkileyici sesini duyar gibi oluyorum. Narin bedeninin beyazlı bir hayal gibi roman sayfalarında dolaştığını hissediyorum. Bir masa başında önündeki kâğıtlara bir şeyler yazarken görüyorum Handan’ı. Bazen Neriman’a içten sevgilerini gönderen, bazen kocası Hüsnü Paşa’ya kendi varlığını anımsatmaya çalışan mektuplar yazarken… Ya da Refik Cemal’e hiç göndermeyeceği o mektupları karalarken… “Tahassürler” ve “Tahassüsler”i müthiş bir hışımla, ruhundan akan gizli bir güçle hızlı hızlı yazdığını düşlüyorum. Sayfalara dökülen gözyaşlarını görür gibi oluyorum. Büyük ve parlak gözlerinde Nâzım’ı okuyorum, bir de Refik Cemal’i… Yüzünde sürekli Nâzım’ın ölümünün gölgesi dolaşıyor gibi… O, tutkulu bir kadındı; tutkusunun derinliğine kimse tam anlamıyla ulaşamadı. Çevresine yaydığı büyü ve gizem, ruhunda yer alan temiz bir kaynaktan süzülüp geliyordu. Handan kendi varlığında tüm kadınların zayıf ve güçlü yönlerini temsil ediyordu belki de…
Yaşayan bir karakter olarak Handan, her an karşımıza çıkabilecek bir kadın gibi geliyor bana. Kültürlü, bilgili, aydın ama evlilikte mutsuz olmuş birçok kadının içinde Handan var; işte o Handan, kalplerin sayfalarında yaşamaya devam ediyor…
İncelemeye esas alınan metin: “Handan”, Halide Edib Adıvar, Can Yay. İstanbul, Kasım 2008, 3. Basım
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.