Hölderlin, Deliren Kayıp Bir Şair, Ağır Greek Nostaljisi ve Hyperion

  • Hölderlin, Deliren Kayıp Bir Şair, Ağır Greek Nostaljisi ve Hyperion

    Posted by romankahramanlari on 11 Temmuz 2024 at 12:12

    Hölderlin, Deliren Kayıp Bir Şair, Ağır Greek Nostaljisi ve Hyperion*

    Makale Yazarı: Bülent Uçar

                                                                                                              *Bu makale Roman kahramanları dergisi  11. Sayısında  (Temmuz/Eylül 2012)yayımlanmıştır.

    En iyi şey dünyaya hiç gelmemiş olmak!
    Eğer bir kez gelmişsen, yapabileceğin en iyi şey
    Bir an evvel geldiğin yere gitmektir.
    ~Sophokles~

    Başkaları için yararsız, kendim içinse fazlasıyla tehlikeliyim.
    ~Charles Baudelaire~

    Yukarıda Sophokles’in Oidipus Kolonos’tasından alınmış pasaj Hölderlin’in Hyperion adlı biricik romanının ikinci cildine Hölderlin tarafından giriş sözü olarak yazılmıştır. Yine de söylemeli ki bu eser okunduğunda Hölderlin’in hiç var olmamış olmayı, dünyaya gelmek bir defa başlamış olmakla kıyasladığında, var oluşun tüm rüsvalığına rağmen var olmayı hiç var olmamış olmaya tercih ederdi. Çünkü yaşam yakından bakıldığında tüm katlanılmazlığına ve anlamsızlığına rağmen canlı, dirimsel, cezbedici ve güzeldi hem de çok. Hölderlin’in Hyperion’unun tabiat ve yaşam yüceltisi olduğu söylenebilir ki kendisi de bu teze destek vermekte gecikmeyecektir.

    Hypeiron:

    “Şifa sunan kaynağa koşan hastalar gibi ben de çoğu sabah, daha uykularını almamış ağaçların arasından geçerek dağın tepesine çıkardım:

    Tatlı uykularına kanmış ve günü özlemiş sevimli kuşlar yanımdaki çalılıkların arasından, alacakaranlığı yadırgayarak uçuşur, canlanan rüzgârda vadilerin duası, sürü sesleri sabah çanlarının akisleri duyulmaya başlardı, ve sonra o soy ışık, tanrısal sevinci içinde her günkü yolundan geçerek buralara ulaşır, dünyayı ölmez bir canlılığın sihriyle büyüleyerek kalbini ısıtır, ve çocuklarını canlandırırdı.” (Hölderlin-Hyperion)

    Varlığın Çobanı İnsan, Yuvası Dil,
    Öz’ün Anahtarı ve Sözcüsüyse ‘Şair’

    Alman Martin #Heiddeger, insanı varlığın çobanı olarak ilan ettiğinde dili de varlığın evi olarak konumlandırmış, varlığa dair, onun sırlarına vakıf olmaya ilişkin her ne atak yapılacaksa bunun şiirle olanaklı olabileceğine, bu olanağın da ona göre Alman yazınının biricik ozanı Hölderlin metinleriyle ve bu metinlerde duyulan biçim ve içeriği oluşturabilmeye yetenekli duyarlılıklar içinde devinen sezgisel yetinin etkisinde gerçek kılınabileceğini işaret etmişti.

    Hölderlin, Heiddeger’e göre, varlığın kendini bulabileceği dilsel bir sığınak, kendi özüne döneceği bir yuvaydı. Hölderlin ya da Hölderlin’in şiir tutumu, tabiatla bir olma sevdalısı olan sezgi yetisi, varlığın yabancılaşmışlıktan kurtularak kendi özüne değebileceğine güvenmeyi içeriyordu. Varlık tıpkı bir utangaç genç kız gibi kendini sadece bu tutumların önünde soyabilirdi. Yaşamı boyunca büyükleri(!) olan Goethe ve Schiller’den övgü almak için yanıp tutuşan ve özellikle hem arkadaşı ve alter egosu olan Schiller dahil Goethe ve çağının diğer büyükleri tarafından görmezlikten gelinen Hölderlin kendisine bu denli önemli payeler veren Heiddeger’i duymuş olsa, hakikatin söze gelebilecek olan yanına dair kör kilitleri açabilecek anahtarın yalnızca onun gibi saflıkla ve kendiliğindenlikle sezip düşünen birine atfedilmesine şahit olabilse kim bilir yalnız, yabancı ve yaralı ruhu ne denli mutlanırdı.

    Hölderlin şiir yapan şiirciyi değil de şiiri ilahi bir patlamayla bir tür vahiy görkemi içinde kutsal bir metni taşa ya da bir deri parçasına yazar gibi yazan şairi insanla Tanrı arasında bağı kuran varlık olarak görüyordu. Ve ona göre şiir göksel olanı yere indiremiyorsa hiçbir değeri yoktu. Şiir ya ritmiyle bir şarkı olur insan ruhunu yukarıya taşırdı ya da içeriğiyle gökten haberler getirirdi. Buna vakıf olan da yeryüzünde Tanrının gizlediği her ne hazine varsa o hazinelerin yerini kolaylıkla bulabilirdi. Sadece şairin şiirinde bunu görebilen buna vakıf olan… Çünkü Hölderlin’e göre şiir Tanrısal olandı ve sadece içinde tanrısal olanı taşıyanlar tanrısal olanı görebilir sadece onlar buna inanabilirdi.

    Şair bir tür vahiy bereketiyle dolu yaşantısında, Tanrısal olanı gerçek dünyaya insani formlarda sokabilen, düşünce tutumuna ve yaratım gücüne sahip kişi. Şair Tanrı’nın insanla bağ kurmak isterken aracı olarak seçtiği, bir peygamber olmasa da bu bağı peygamberlerden farklı olarak daha da antropomorfik düzeyde sağlayacak olan aracı. Şair insanlığa bu denli büyük katkıları olan, dünyayı kaskatı gerçekliğinden sıyırarak onu hiç değilse anlam illüzyonuyla daha katlanılır kılan…

    Hyperion’un Grek Tutkusu

    Antik Yunan kültürel dokusuna sinerek, bu dokuyu beslemiş, kurmuş olan düşünsel tutum, hakikat aşkı (Philosophia), soylu erk (erkek gücü, güçlü ve soylu erk sahibi, düşünsel, duygusal ve fiziksel açıdan yücelmiş, kutsanmış biçime ulaşmış güzel erkeklerin birbirlerine olan yakınlığı) dönemin paganistik tutum, yeryüzünün gökyüzüyle, insanın Tanrıyla bir olup bir sayıldığı mutlak olanın neredeyse uzanma yakınlığında olduğu insanlığın bu antik dönemi çoğu zaman kültür tarihinin altın ruhu, en yüce kültürel biçim ve içeriği olarak kabul edilmiş, düşüncenin tarih kayıtlarına bu şekilde geçmiştir. Ve ne zaman güzellik ve incelik düşkünlüğü içinde soylu bir ruhun düşünsel yetkinlikte birleştiği ve bu bileşimin bir insanda tezahürü görülse, orada bir Antik Yunan çağı tutkunluğu da eksik olmamıştır. Bir insanın kişisel olarak hiç yaşamadığı, izlerini bile takip edemediği, insanlığın yüzyıllar, bin yıllar boyu geride bıraktığı bir döneme duyduğu özlem… İnsanın mekâna sığınması pek anlaşılır şey de, bilmediği, sadece anlatılan ve belki rivayet edilen bir döneme, geçmiş, bilinmeyen bir zamana sığınması uğraş gerektiren bir sığınak arayış ve anlayışı olacaktır.
    Hölderlin doğadaki dirimselliği ve ona katılan insanın sevincini neredeyse insanla Tanrı’nın karşılıklı birbirini görmesi olarak yorumluyordu. Şimdiki zamanın içindeki mutlak yeterlilik, Tanrının orada, şimdi ve yanında olmasıyla ilgiliydi sanki.

    “Sen ey yıldızların ötesinde sanarak seslendiğim göğün ve yerin yaratıcısı dediğim, çocukluğumun sevgili Tanrısı, seni unuttuğum için bana gücenme! Neden dünya kendi dışında bir yaratıcı aratacak kadar yoksun değil?” (Hölderlin-Hyperion)

    Bir zamanlar yeryüzüyle gökyüzünün, insanlarla Tanrıların bir olduğu, canlılığın ve güzelliğin dininin hüküm sürdüğü bir dünya varmış. Erkekler sofralarda şarap ve lezzetli yemekler eşliğinde günler, gecelerce yüce düşüncelere dalar, bir tür erotik deneyim içinde sözün şehvetiyle kendilerinden geçer, birer yarı tanrıymış gibi güçlü, esenlikli ve var olmaya asla kara çalmayan, kara çalmaya kalksalar dahi bunu bile kahkahayla yapabilecekleri biçimde yaşar giderlermiş. Çünkü onlar bilgelik yolunda bulmaya ve aramaya yönelik var olurken, her biri diğerini yandaşı (arkadaş – dost – sevgili) olarak görür ve bu sayede bütünlenirlermiş. Hiç değilse adamın teki (Hölderlin- Hyperion) buna inanırmış. Bu çağı düşler, düşünde yaşatır, orada yaşarmış o, inanırmış Antik Yunan dünyasının görkemine ve bu dünyanın yeryüzünde cennetin yerine geçtiğine…

    Tabiata, Yaşama Övgü

    Düşünsel tutumunu ve neredeyse tüm felsefi söylem ve argüman içeriğini “Tanrı öldü” iddiasını çıkış noktası alarak gerçekleştiren Nietzsche’nin verdiği bu ölüm haberi üzerine tek isteği, anlamsız olsa da değersiz olmayan hayatı “mutlak ve kuşkusuz bir evet”le ve sevinçle kutsayarak yaşamaktı. Hatta o öldüğünü iddia ettiği Tanrının yerine yaşamı koymayı geciktirmemiş, yaşamı ve insanı kutsayan, tanrılar, insanlar hiyerarşisinin belirgin olmadığı Antik Yunan paganizmine hayranlığı ve özlemi nedeniyle benim Tanrım Dionyssos demiştir. Dionyssos ki kendisi kaosun, tutkunun ve esrimenin, sarhoşluğun, şarabın yani aslında yaşamın tanrısı, onun bizzat kendisidir. Nietzsche tüm dirimselliği ve sevinç veren özüyle yaşamın ve unutuşun krallığı olan şimdiki zamanın yeterliliği hissiyatıyla var olmanın, doğayla bir olarak kutsandığı bir yaşam biçimini salık vermiştir kendine ve diğerlerine. Greek (Antik Yunan) tutkunu ve yaşam (tabiat) düşkünü Hölderlin, Nietzsche’nin gözünden nasıl kaçmış, Nietzsche ondan neden hiç söz etmemiş, bu şaşırtıcı. Ancak Hölderlin’in kelimenin gerçek anlamında bir kayıp ve onulmaz bir kaybeden olduğu düşünüldüğünde onun gözden uzak olması, gözden kaçması, hatırlanmayışı bir derece açıklık buluyor.

    Hyperion, çağının kabalık ve katılıkla yüklü duyarsızlığından kaçan bir adamın yalnızlığı ve tabiat coşkusu içinde tanrısal olana yakınlığının, tabiatın görkemine övgünün romanıdır.

    Tabiat tutkusuyla, tanrısal olanın görkemine sığınma hezeyanlarının ifşa edildiği, bir şairin bizzat kendi iç dünyasını ve bu iç dünyanın dışındaki dünyayla, içindeki ve dışındaki tabiat ile ilişkisinin konu edildiği Hyperion, Hölderlin’in yarı otobiyografik yarı kurgu bu biricik romanı adını, Homeros’un destanlarında “Güneş Tanrısı” diye seslendiği Hyperion’dan almaktadır. Hölderlin’in tinsel bir otobiyografisidir bu roman. Dolayısıyla Hölderlin, Hyperion’un sadece yazarı değil; bir anlamda şair roman kahramanıdır aynı zamanda. Hyperion, Hölderlin’in ruhundaki ağır melankolinin, onun zamanına, zamanının kaskatı, anlam tutmayan kırıcı kabalığına karşı geliştirdiği “yabancılığın”, tanrılara yakın olabilmenin kolaylığına karşılık, insanların bayağılıkla örülü dünyasından kaçmanın zorluğunun dile gelişidir. Eser, Hyperion’un (Hölderlin) dostu Bellarmin’e yazdığı mektuplar ve finale doğru ondan da gelen mektuplar ve o mektuplara verdiği karşılıklardan oluşuyor. Bu mektuplarda Hyperon’un tabiatın akıp giden unutuş yüklü, kinden, pişmanlıklardan ve takıntılardan uzak dirimsel devinimine hayranlığını, bu devinime karışıp onunla birlikte yok olmak, bir olmak, sadece bu şekilde var olabilmek ve bu var oluşma biçimine dair ataklarını sıklıkla görürken, onun bu noktada tabiatın tek güçlü sığınak, güzelliğe yaklaşmak için buluşulabilecek en uyumlu öz olduğunu savladığını da görüyoruz.

    “Ey mutlu tabiat! Güzelliğin karşısında gözlerimi kaldırdığım zaman bana ne oluyor bilemem, yalnız önünde akıttığım şu göz yaşlarında cennetin bütün tadı var, sevgililerin en başında gelen sevgili!

    Havanın nazlı dalgacığı göğsümde oynaştığı zaman bütün varlığım susuyor ve dinliyor. Çoğu zaman gözlerim göğün ya da o kutsal denizin sonsuz maviliklerinde, kendimden geçtiğim vakit ruhuma eş bir ruh sanki bana kollarını uzatıyormuş ve ben kimsesizlik acısından sıyrılarak Tanrısal bir hayata doğuyormuşum sanırım.” (Hölderlin / Hyperion, MEB yayınları, Almanca aslından çeviren Melâhat Togar)

    Hölderlin Hyperion’un karakterine eklenerek ya da başka deyişle Hyperion’u kendi varlığına ekleyerek romanında tabiat, onunla bir olmak, dış dünyada kaskatı kabalık içinde yaşayan kalabalıkların ortasında huzur bulamayan bir ozan ruhu için tek sığınağın güzellik içinde var oluşma deneyimleri olduğunu ileri sürmüş, bu tezlerini de sözün etrafında hiç dolanmadan yalınlıkla dile getirerek, eserinde Tanrılarla insanların, yeryüzüyle gökyüzünün bir olduğu Greek kültür ruhuna özlemini ve o dünyanın dışında tutunulabilecek başka bir dünya olmadığını duyurmuştur. Hölderlin zamanın Alman kültür ve yazın ruhunun Grek çağı bağılında, yaşamdaki (tabiaattaki) tanrısalı ve canlılığı kurutarak öldürdüğünü ifade eden kıyaslarla, bu özlemini sıklıkla dışa vurmuş, Tanrıların agoraya (çarşı pazara) kadar indiği (!) Antik Yunan çağını insanlık için kutsanmışlık olarak duyumsamıştır.

    Geçmişin kristalize edilmesi şimdiki zamanın katlanırlılığından daha kolaydır. Hayal gücü de buna hizmet ediyorsa, anı ve anlamı öldürme gücünü çoktan kaybetmiş olan geçmiş zaman şimdiki zamana nazaran çok daha tercih edilir bir sığınak sunuyor. Oysa özlenilesi o geçmiş tarihin, yitip gitmiş kültürlerinin içinde yaşayan “büyük adamlar” da kendi dönemlerinden memnun değillerdi ve onlar da çağlarını ve o çağda yaşanan kültürel atmosferi, kalabalığın ahmaklığını, güruhun kabalığını küçümsüyor ve onlardan neredeyse tiksiniyorlardı. İnsanlık tarihinin altın çağı olarak bilinen, en yüksek kültür ruhunun orada yeşerip olgunlaştığı söylenen Antik Yunan dönemine özlem duyan ve o dönemi kutsayarak, o dönemde yaşayan insanların ne denli şanslı olduğunu öne süren birçok düşünür olmuştur. Nietzsche ve Hölderlin bunların en belirgin olanlarıydı. Nietzsche’nin Antik Yunan paganizmine olan hayranlığı Tragedyanın Doğuşu adlı eserinde Apollonyak ve Dionyssosyak unsurların anlamı olmayan hayata nasıl da coşku ve anlam kattığını okurken, Hölderlin’in yine bu paganizme ve oradaki hem fiziksel hem düşünsel dirimselliğe hayranlık duyarak o dönemi kendine yurt ve sığınak bellemesini Hyperion’da okuyoruz. Hyperion yalnız ruhunu sağaltmak için doğanın görkemine sığınıyor ve kendi içinde ve insanla kurduğu ilişkilerde bulamadığı dirimselliği yine doğayla bir olarak bulmaya çalışıyor. Ondaki ruh coşkunluğunu, tutku ve sevinci yalnızca tabiat karşılıyor hem de eksiksiz bir uyumla.

    Hölderlin’in hayatı hiçbir zaman hatırlayamadığı babasının ölümüyle başlamış, hiç aklından çıkaramadığı üvey babasının ölümüyle sürmüş, doğmadan ölen kardeşleri de olmak üzere doğup kısa ya da uzun süreler yaşayarak ölen kardeşlerinin bu dünyadan gidişine tanıklık ederek geçmiş, parasızlık ve yalnızlıkla yaşarken bir banker olan Akop Gontrad’ın üç çocuğunun eğitmenliğini üstlendiği yıllarda iş vereninin karısına Susette Gontrad’a âşık olarak kendisi için bir dönüm noktasının başlangıç adımlarını atmıştır.

    Hem bu yasak aşk karşılıksız da değildir. Hölderlin ilişkileri açığa çıkıncaya kadar bu evde eğitmenliğini sürdürmüş, ilişkileri su yüzüne çıkınca oradan ayrılmak zorunda kalmıştır. Yine de fazla uzağa gidememiş, Hyperion’da Diotima diye seslendiği sevgilisine yalnızca 30 km uzaklıktaki Homburg adlı küçük bir kasabaya taşınmış, orada yaşadığı süreler içinde de yasak aşkı Diotima’yla (Susette Gonrad) aralarında sürüp gidecek olan uzun bir mektuplaşma dönemine girmiştir. Büyük olasılıkla dostu Bellarmin’e yolladığı mektuplar da orada yazılmış, Hyperion da orada doğmuştur. Diotima, Hölderlin için nerdeyse onun tabiat ile çocukluğunda kurduğu dolaysız bağın yeniden kurulması için bir aracı olmuştur. Hölderlin onun varlığında bulduğu huzur ve tamamlanmışlık içinde çocuk ruhu ve özgürlüğüne yeniden kavuşmuştur sanki.

    Hölderlin kendinde, kendiliğindenlikle duyumsadığı, hayatı boyunca da kendini rahat bırakmayan coşkuyu, güzellik tutkunluğu ve avcılığını, yaşamaya, yaşamın canlılığına duyduğu büyük arzuyu harekete geçirmek için öyle güçlü uyarıcılara ihtiyaç duymuyordu. Hyperion’da Diotima adını alan Hölderlin’in güzeli Susette Gonrad ona ek tutkular duyumsatmamıştır. Susette Gonrad (Diotima) Hölderlin’in kendi gövdesinden (tininden) devşirdiği dizginlenemeyen tutkuyu varlığıyla huzura erdirmiştir.

    Hyperion bir roman olarak bir şairin (Hölderlin) romanın kahramanı olarak esere bizzat kendisini dahil ederek oluşturduğu bir iç dökmesidir adeta. Eser Hölderlin’in sevgilisi Diotima ve arkadaşı Bellarmin ile mektuplaşmaları, tabiatın yüreğindeki güzelliğe, tanrısallığa düşkünlük anlatıları, Grek nostaljisi, Alabanda ile yaşanan dostluk ideası içerikleriyle düşünüldüğünde, Hölderlin’in düşünsel, duygusal otobiyografisi, düşlerinin, kimi zaman hezeyanlarının şiirleşmesi, şiire dönüşmesidir.

    Her şiir yazan değerli midir? Kuşkusuz hayır! Şiir yazanların büyük çoğunluğu için şu görüş öne sürülebilir: Onlar ne sözün büyücüsüdürler ne de varlığın özüne dair kilit rolünü kusurluca oynayabiliyorlar! Sözün anahtarı da sanıldığı gibi tastamam onların elinde değildir…

    Sıkıntı şu ki: Şiir yazanların tamamına yakını kendilerine uygun gördükleri yafta itibariyle “şairdirler” (!) ve fakat her “şiir” yazıcısı her zaman eğleyici, kandırıcı ve sözün görkemine karşı ikna edici değildir.
    Şiiri, elinde kalemi düşünüp taşınarak değil de; içinden, bir esrik patlamayla orgazmik bir düşünce sıvısıyla boşalır gibi, kanıyla yazana, onu içindeki ilahi seslerin kaosundan sözcüklere taşıyarak bir tür vahiy iletir gibi iletenine de çok az rastlanır. Böylesine görkem, yücelik ve varlığa, var oluşa dair “öz” işaret edenine, sözün görkemli büyücülerine de sadece şair değil Goethe, Blake, Schiller, Poe, Baudelaire, Shakespeare, Dante, zaman zaman da Friedrich Hölderlin deniyor. Ve bu büyük şairlerden biri; Hölderlin, Hyperion adlı tek romanındaki mektuplaşmalarında kendini ve kalbini yapıta koyarak otobiyografik bir romanın şair kahramanı olarak bize iç dünyasını açıyor.

    ——————

    #sayı11 #grek #şairromankahramanları #bülentuçar #hyperion #hölderlin

    romankahramanlari replied 6 months, 1 week ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: romankahramanlari
Hölderlin, Deliren Kayıp Bir Şair, Ağır Greek Nos…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now