Hattat’ın Yağmuru
-
Hattat’ın Yağmuru
Hattat’ın Yağmuru*
Makale Yazarı: Gökçe Yazıcı
*Bu makale Roman kahramanları dergisi 25. sayısında (Ocak/Nisan 2016) yayımlanmıştır.
Hani bazen sadece “huzur” ister insan, minik bir balıkçı teknesiyle bu koca, kalabalık şehrin serin sularından uzaklara doğru açılmak. Bunca telaşenin içerisinde yitirilen benliği bulmak. Kim bilir belki de yitik babaların yitik evlatlarıyızdır. Köklere dönmek “ben” leri bulmak… Bu yolculuk öyle bir masaldır ki şehrin bir kıyısından açılır, Sarayburnu’nda demirler. Köklere uzanan bu yolculukta bir rehber olur Nazan Bekiroğlu’nun Nun Masalları.* Osmanlı saraylarında, dönemin Arnavut kaldırımlı faytonlu sokaklarında, renkli çarşaflı kadınların aşklarında, mahallelerin martı çığlıklarına açılan pencerelerinde bir cariye ile dolaşır, hattatın, nakkaşın, padişahın masallarında kişi kaybettiği kendiyle buluşur.
Nazan Bekiroğlu ‘nun akıcı dili masallarda okura bir ayna tutuyor âdeta. Okurken öğrenilen yeni kelimeler bilinçaltına dokunuyor. Naiflikle yarattığı kahramanların her birinde bir parça bulup, “ben” yapbozu tamamlanıyor. Akıcı üslubu, düşsel ve kurgusal yeteneği ile Nun Masalları okunmuyor âdeta bu masallarda kaybolunuyor. Geçmiş ve an’la aynı anda bir ip üstünde dengede yürüyebilen bir cambaz değil Kara Yağmur adlı masalın kahramanı hattat misali…
“Çıldırmak üzereyim.
Çıldırmaktan korkmuyorum.
Belki hepten çılgınım.
Çıldırmaktan korkmuyorum.” (S.123)Hattat’ın cesareti miydi aşk, yoksa aşktan mı cesaret alıyordu? Varlığını bildiği, gözleriyle görmediği elleriyle tutmadığı ama sadece yüreğinin derinlerinde hissettiği, varlığını saran bir bilinmezlikle kaplıydı benliği. Kaleminden döküleceklere muhtaç, boynu büküktü mürekkebinin. Ama Hattat’ın gözleri değil yüreği görüyor, kalemi değil ruhu yazıyordu. Hattat yazılarıyla değil aşkıyla nefesleniyordu. Artık tüm bildikleri tek tek toz olup birer bulut olarak yükseliyordu gökyüzüne. Çıldırmak dedikleri buysa “huzur” ne kadar yakındı, bir o kadar uzak varlığına.
Gözleri şehrin üstünden geçen yağmur bulutları kadar gri iken, yağmur bulutları kadar ıslak geçerken ömrümden, gözleri kentin kalabalığında yalnızlığıma, asırlara sinmiş yalnızlığıma dur diyecekken. Nasıl mümkün olur çıldırmak? Bütün varlığımı asırlardır yayıldığı dağıldığı yerden toplayabilecek güçteyim. Bütün varlığımı dağıldığı zamandan ve mekândan toplayarak bir araya getirebilecek ve nihayet bütünlük duygusuna ulaşabilecek kabiliyetteyim. Ve bu her şeyin sonu, mutlak huzurun çağrısı olamaz mı? (s.124)
Bir vardı, bir yoktu. Hikâye vardı, kahramanı ise vara yazmaktaydı. Surette sarı saçlı mavi gözlü yabancı bir gölgenin ardında adımlıyordu aşkı. “Anlamayacaklara en güzel hikâyeyi niye anlata idim? … Kimsenin taşıyacak gücü olmadığını kestirmek güç değildi. Bir tek kişi vardı dökülüp saçılabileceğim. O da sendin. Sen işte. Sensin işte.” (S.125)diyor, kendisini ona iade etmesinin lütfunu diliyordu.
Gecelerin zamanın hiçliğine damladığı anlarda onunla kaybolmamış, onunla yeniden var olmamış mıydı? Sevdiğinin aksine kara benizli, kan ve ölüm kadar çirkindi. Aşk ile açılmış, özlem ile renklenmişti. Kalabalıklar ardında sevdasının sesiz çağrısında yol alıyordu. Gecelerin günleri günlerin geceleri kovaladığı sıcak temmuz günlerinde onun aksiyle konuşmalarını, ona dair endişelerini yineliyordu. Hayallerini aynalarda seyre dalıyordu. “Ben” liğiyle onda kayboluyordu. Zamanın yittiği bir an hani asırlar evvel egosunun gölgesinde, günün değil de aşkın yüreğine doğduğu o gün hiç olduğuyla aydınlanan kahraman…
Elini uzatsa dokunacakken mâşukuna, ruhundan kendine yansıyanlarda kayboluyordu âşık. Nicedir kendi parçalarını toplamaya çalışmaktaydı. Zaman doğru olsa mekân yanlıştı mekân doğru olsa zaman yitikti. Yazdıklarında unutmuştu “ben”lerini, yaşanmışlıklarıysa cabası. Şehrin kalabalığında kaybolmuştu. Ben’lerini toplamaya çalışmaktan yorgundu.
Onu gördüğü an, zaman da mekân da birdi. Bir tek o ve hattatın bir eşleşmesi kalmıştı geriye. Gözlerinin kavuşması kalmıştı. Hattatın yıllardır bütünleşmeyi beklediği gözlerinin ardındaki kavuşma kalmıştı geriye. Yüreğinin “sen O’sun, ben O’yum”(s.125) çığlıkları arasında izliyordu onu. Sanrıları hatıralara, özlem çığlıkları ney seslerine karışıyordu. Koşuyor koşuyor yetişemiyordu. Gözlerinden dökülüp kaybolan yaşlar gibi, ruhu da benliğinde yitiyordu.
Yorgun çok yorgundu. Kavuşamamaktan, özlemekten en çok da “yok” luktan yorgundu Hattat. Gözyaşlarının yaşanmışlıklarda tükendiği, her damlanın itinayla büyüttüğü anılarından; tek tek topladı “ben”lerini. Yıldızlar parlarken zamanda düşmüştü onun hiçliğinin gölgesi yüreğine. Yüreğinin itirafını fısıldadı : “Demek ki sen hiç yoktun ve hiç de var olmadın. Ben hikâyemde bu kısmı görmemiştim. Ben hikâyenin bu kısmını daha evvel bilmemiştim” Ardına düştüğü gözleriyle kavuşmayı beklediğiyle buluşunca gözleri, ”öyle boş, öyle umarsız, öyle yabancı, öyle acımasız”(s.128) bakan o gözlerde “hiç” oluvermişti Hattat.
Kendi varlığı kalkınca ortadan suretin yokluğunun telaşından şaşkındı. Karanlığının ardındaki ışığının, bütünleneceğini sandığı benliğinin aslında hiç olmadığının idrakiyle irkilmişti. “Biz seninle birbirimizi çılgın bir ateş ve kan deryasının ortasında görmedik. Kendimizce sevmedik. Acıyı, aşkı, sadakati, ahte vefayı ve vefasızlığı hiç tatmadık. Şu gözlerin şu kocaman ve boş gözler…” (s.129) Bir çift gözde hiç olan bizler.
Yağmurla birlikte akşam da inmişti. Onca öykünün onca sayfanın sonunu, noktasını koyan Hattat, bu hikâyenin sonu getiremiyordu. Hiç olmamışlığın sonu olur muydu? Yağmur dindi, zaman durdu. Hattat “an” da idi. Kalbi “an” da atmakta idi. Tıpkı bütünün bir parçası olduğu masalların “nun “ harfi gibi. Bu harf gibiydi Hattat da. Başlarda dikti, kendi bildiğini sandıkları vardı. Zamanla yitti benliklerinde eğildi “nun” harfinin ortalardaki yazılışı gibi. Işıkların söndüğü boş bakışların ardında aydınlandığı benliğinde o da artık bir “hiç” ti. Şeklini tamamlamış, nun harfinin sondaki yazılışı gibi teslim olmuş boynunu eğmişti. Hiç olmamış sevgilinin hep var olacak masalının kahramanı Hattat.
Şimdiyle geçmişin, modern hikâyeyle klasik metinlerin arasında gidip gelen dipsiz, uçsuz bucaksız kelimeleriyle, kendi içimize döndüren bir kurguyla baş başa bırakıyor bizi Nazan Bekiroğlu. Osmanlı’nın göz kamaştırıcı saraylarında, tarihi yarımadanın aşk kokan sokaklarında, boğazın serin derinliğinde düşsel bir gezintiye çıkaran bir cariye, hattat, nakkaş, padişah masalı onunkisi. Okuru farkına bile varmadan içine çeken, kendini kaybettiren bir masal.
——————–
* Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları, Timaş Yayınları, 19. Baskı, İstanbul, 1997
Sorry, there were no replies found.