FRIEDRICH DÜRRENMATT’IN “KONULAR”I
-
FRIEDRICH DÜRRENMATT’IN “KONULAR”I
FRIEDRICH DÜRRENMATT’IN “KONULAR”I*
Makale Yazarı: Gürsel Aytaç
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Nisan / Haziran 2012, 10. sayıda yayımlanmıştır.
İsviçre Alman edebiyatının modern klasik ikilisi Frisch (1911-1991) ve Dürrenmatt (1921-1990) birçok ortak yanları dolayısıyla birlikte anılırlar. #MaxFrisch’in güncelerinden hareketle yazarlığını peş peşe iki makalemde inceledikten sonra Dürrenmatt’a eğilmek “kaçınılmaz” oldu. Dürrenmatt’ı da kurmaca eserlerinden çok düz yazılarından yola çıkarak ele almak istiyorum. Bunlar, onun “#Stoffe” (konular) başlıklı eseri. İlkini “#Konularım” başlığıyla dilimize çevirerek 1996 yılında Gündoğan yayını olarak yayınlamıştım. “Tibet’te Kış Savaşı”, “Ay Tutulması” ve “Asi” başlıklı bölümleri kapsayan bu kitaptan sonra yine aynı yayınevinde 1998 yılında “Turmbau” eserini “Babil Kulesi” başlığıyla çevirerek yayınladım. İlk çevirim “Stoffe”nin birinci, ikinci ve üçüncü konusu iken “#BabilKulesi”; Dürrenmatt’ın konularının dördüncüden dokuzuncuya kadarki beş konusunu içerir. Bunların başlıkları “Karşıya Geçiş”, “Köprü”, “Ev”, “Vinter” ve “Beyin”dir. Bu son saydığım kitabın önsöz niteliğindeki satırları tüm “Stoffe”nin nasıl oluştuğunu özetliyor. Dürrenmatt, “Konularımın hikâyesini yazmayı denemek”le başlıyor bu açıklamalarına ve buna 1969 yılında hastayken ve otel odasında başladığı, eski konularının peşine düşerken pek çok şeyi ihmal ettiği duygusuna kapılmıştır. Yirmi yıl sonra aynı projeyi sürdürürken fark ettiği şudur:
“Bir buluş, ötekini çağırdı, bir anı, bir başkasını ve bir çağrışım bir diğerini. Yazılmamış konularımdan birkaçını yazmak denemesi, beni yazılmış konularımdan birkaçını yeniden kurgulamaya zorladı. Eski konularıma yeniden el atmakla kendimi kurcaladım, çok fazla haşır neşirim konularımla ve onlara takmışım aklımı. Bir zamanlar planlayıp başladığım “#BabilKulesiİnşaatı” gibiydi halim. Kalanlar, onun yıkıntılarıdır.” (Babil Kulesi, s.7)Son cümlesi, “Kalanlar onun yıkıntılarıdır”, Dürrenmatt’ın ölümünden sonra, #İsviçre’nin #EdebiyatArşivi‘nce yürütülen “Stoffe”nin oluşum ve değişim aşamalarını derleyip yayınlama girişiminin kaynağı gibidir.
Edebiyat Arşivinin girişimini yerinde bir uğraş olarak gösteren bir başka ifade de Dürrenmatt’ın “#yazılmamış”, “#tamamlanmamış” konuları hakkındaki sözleridir. Henüz dillendirilmemiş konularını asıl kendisinin sayar. Bunlar “#düşparçaları”dır, yaşantılardır ki bunlara sebep olan zamanı yeniden kurgulamaya ya da en azından taslak halinde yazmaya kalkmakla, onları unutmayı, yıl be yıl büyüyen bir yükü üstünden atmayı deniyordur.
“Stoffe” dizisinin ilk başlığı “Tibet’de Kış Savaşı” ve içindeki alt başlıklar “Köy”, “Resim”, “Gençlikte Okunanlar”, “Varlin, Köyden Kente”, “Geçmiş ve İmge”, “Askerlik”, “Korunmuşluk”, “İlk Konu”, “Labirentin Dramaturjisi” ve nihayet “Tibet’de Kış Savaşı”. Görüldüğü gibi genel başlık, #kurmacaöykü olan “Tibet’de Kış Savaşı” ancak #kurmacadışı uzunca bir hazırlık anlatının sonunda yer almakta. “Stoffe”nin dokuz bölümünün hepsinde Dürrenmatt bu kurguyu sürdürecek, kendisinin başat konularına hayatında nasıl ulaştığını, onları nasıl işlediğini anlattıktan sonra ya da böylesi bir anlatıyla iç içe o simgesel öyküyü ortaya koyacaktır. Kitabın ilk metni, otobiyografi yazmanın anlamını kurcalayan, bunun tam inanılırlıkla ilgisi olmadığını dile getiren şu satırlarla başlar:
“Sık sık birileri çıkıp kendi hayatını yazmayı denemiştir. Bu cüreti, anlaşılır olsa da, imkânsız buluyorum. İnsanın yaşı ilerledikçe, #hesapçıkarmaarzusu güçleniyor. Ölüm yaklaşmaktadır. Hayat akıp gidiyor. Hayat akıp giderken insan istiyor ki onu bir biçime soksun: Biçime sokarken de bozuyor: İşte böylece #hayatöyküsü dediğimiz maalesef çoğu zaman safça inandığımız #sahtedökümler, bazen de büyük eserler meydana çıkıyor; dünya edebiyatı kanıtlamıştır bunu.” (Konularım, s.11)
Dürrenmatt, hayatını anlatma girişimini alışılmışın dışında planladığını, yani hayatının hikâyesini anlatmaktan çok başat konularının hikâyesini yazmak istediğini söyler. Çünkü yazar olmanın gereği saymaktadır konularını önemsemeyi, ayrıca konularının, düşüncelerini dile getirdiği görüşündedir. Kitaplarının konularını “#hayatınınsonuçları” olarak görür. Yazan kişinin yaşadıklarını ve hayatı değiştirmekle eylemde olduğunu belirtir. Yazarlar arasında kendini “ne teşhirci” ne de esprili yazarlardan sayarken “düşünce üretici”ler arasında yer aldığına inanır. Yazarlığının kaynağının dil olmadığının üzerinde durması ilginçtir. Düşünce üreticisi saydığı ve kendisinin de dâhil olduğu yazarlar için şöyle der:
“Bunlar, buluşlarıyla başa çıkmaya çaba harcayan, buluşları ve formülleri, keza itirafları durmadan çatışan kimselerdir: Kaynağı dil olmayan, meramını dile dökmede durmadan zorlanan yazarlar. Dilleri konularına yetmediğinden değil; konuları dile yetmediğinden, dilin dışında yerleşmiş olduğundan, dil öncesi olan da, tam düşünülmüş olmayan da, hayali olan da yerleşmiş olduğundan. Düşüncelerim zorlamıyor imgelerimi, imgelerim düşüncelerimi zorluyor.” (Konularım, s.12)
Yazarlığında dilden çok düşünceye önem vermesi, üzerinde durulması gereken bir özelliktir. Konularının IV.-IX.’sunu içeren “Babil Kulesi” başlıklı anlatılardan “#SokratesİnÖlümü”nde kendisinin felsefe uğraşıları sırasında Kant’a eğilirken dil konusundaki kuşkusundan söz eder. “#Dilsaflığı”nı edebiyat öğreniminin değil felsefe öğreniminin bozduğunu düşünür:
“#Felsefede, dilde tökezliyordum, düşüncelerimi formüle etmedeki yetersizliğimde; kendi düşüncelerim söz konusu olduğu için onları halen mevcut herhangi bir felsefe dil üslubunda ifade edemiyordum […] bir dil başarısızlığı, beni yine hikâyeler yazmaya sevk etti: Dilde tecrübe kazanmak için. Yine bir ricat başladı, bu sefer ters yönde: #Felsefedenedebiyata.” (Babil Kulesi, s.118)
Dürrenmatt, “#dilgüvensizliği” olarak nitelediği bu başarısızlığın nedeni üzerinde de düşünür. İsviçreli için konuşma dili bir İsviçre şivesi iken #Almanca, yazı dilidir ve bu gerçek İsviçre edebiyatında farklı bir dil duygusu yaratmıştır. Öğrencilik yıllarında Grekçe ve Latince gibi ölü diller öğrenen ve bu dillerin yaşayan Avrupa dillerinde fosiller halinde de olsa ortaya çıktığını fark eden Dürrenmatt, Almanca’nın İsviçreli için #yazıdili olarak kalmasından dolayı kendisinde bir yabancılık mesafesini koruduğundan söz eder. Konuşma diliyle yazı dilinin kesin farklılığı, onu Alman edebiyatının klasik, romantik bütün büyük yazar ve şairleriyle ciddi olarak ilgilenmeye götürür. Bir yazar olarak kendisinin dile ikincil önem atfetmesinin temelinde bu #İsviçrelilik #dilduygusu yer alır.
Dürrenmatt, hayatında #resimsanatının önemli bir yer aldığını, çocukluğunda evlerine girip çıkan ressam tanıdıklardan, onların resimlerinden söz ettiği anılarında dile getirdiği gibi yazarlığında bunun etkisine de değinir. Kendisini #ressamyazar olarak nitelendirdiği de bilinmektedir. Ressamlığının ilk yıllarında kopya çekmeyi, tabiatı örnek almayı, gözlemlemeyi şanına yediremediğini belirtirken “hayal gücünün her şeyin üstesinden gelebileceğine” inancını da dile getirir. Yaptığı resimlerin “biyolojik inandırıcılık”tan uzak olup “bir şeyler ifade ettiği”ni söyler. “#Felaket” adlı tablosu, büyük ressam #Varlin’i hayretler içinde bırakmıştır. Bu tablosunu ayrıntılı olarak anlatan Dürrenmatt, resim sanatını edebiyata yaklaştıran şeyi, “resim yapmanın ve çizmenin macerasını”, “nesneyle alışverişini” sonradan keşfettiğini söyler. Resim yapmayı yazmanın yanı sıra sürdürdüğünü, yazı masasının üzerinde el yazmalarının yanında beyaz bir karton bulundurup buna zaman zaman nasıl bir şeyler çizdiğini anlatarak dile getirir. Çizgilerini nasıl düzelttiğini, değiştirmek dürtüsünden nasıl kurtulamadığını yazarlığında da fark etmektedir. #Tiyatroyazarlığında bu düzeltme işini oyunun son provalarında yapmaktadır. Bu mesafe kazanma, kendi ürününe nesnel bakış, ona göre nesirde daha da güçtür:
“#Nesir, zamanın akışı içinde insanı alıp götürür ve uzaklaştırır. Kendimi o akışa bırakmaktan başka çarem olmaz. Bir fikrin zeminini sağlamlaştırmayı hep ihmal etmişimdir. […] Yazılmış olanı onaylamaktan daha güç şey yoktur, işte beni durmadan düzeltmeye, hep bir daha bir daha, hep son defa düzeltmeye zorlayan tashihten nefret etmem bu yüzden. Gerçi bir tabloda da yine esas önemli olan değiştirilebilir, ama doğrudanlığı sayesinde resim zamanın dışındadır ve bu yüzden de hep kontrol altındadır.” (Konularım, s.29)
Dürrenmatt, yazarlığını, nasıl yazdığını, konularını anlatırken çoğu kez resim çalışmalarının ilerleyiş süresiyle bağıntı kurar. “#VFrank” başlıklı tiyatro eserinin ortaya çıkış serüvenini mesela şöyle anlatır:
“Bir konunun formülünü kafama koyduğumda asla bir özet yazmadım, aynı resimlerimden ve kara kalemlerimden önce bir taslak ya da çalışma yapmadığım gibi. Yazıda sık sık işi azıtmam çalışmayı güçleştirir. Ama #hayalgücü yalnız çağrışımla işe koyulmaz, tersine her şeyden önde diyalektik çalışır, yani Kant’ın kastettiği anlamda. O, diyalektiğe yalancı felsefe demez miydi? Çünkü yalnız diyalektik, deneye yeterince dayanmadan bilgilere ulaşmak ister ya…” (Babil Kulesi, s.36)
Yukarıdaki satırlarda dile gelen #yazmaserüvenini özel olarak “konular”ının yazımında izlediği yola indirgediğinde şu formüle rastlıyoruz: “Yaşantı-hayalgücü ve konu arasındaki ilişkiyi, hayal gücünün bir dramaturjisini keşfetmek için ararken, #otobiyografik şeyler kendiliğinden su yüzüne çıkıyor.” Dürrenmatt, bu formülü “konuların oluşumu”ndan söz ederken ortaya koyar. Gerçekten de onun “Stoffe” adı altında topladığı ve yaratıcı yazarlığının yaşadıkları ve okuduklarının ürünü oluşunu sergilediği eserinin kurgusu bunu doğrulamaktadır. Çocukluğundan başlayarak okuduğu ve etkilendiği kitapları anarken kâh eleştirel tutum gösterir kâh olumlayıcıdır. Çocuklukta okunacak kitaplar, büyüklerce belirlenmiştir: Bunlar mesela “Christelli”, “İki B” ve “Heidi”dir. Oysa kendisi “#Nibelungen” destanını, “#KaraÖrümcek”i okumak istemiştir. Keza, “Robinson Crusoe”nun tadına varamamasında okulu sebep gösterir. Resimli Shakespeare seçkisini alt yazılarını okuyarak hayal gücünün yardımıyla anlamaya çalışmıştır. Öğretmenin istediklerini değil okulun “aforoz ettiği” kitapların çoğunu okuyup bitirir. Babasından, annesinden farklı olarak kendisinin “#kötübiröğrenci” olduğunu öğreniriz. Gördüğü filmlerin Hristiyanlık övgüsü içerdiğinden, sonraları da #sinematutkusu olduğundan söz eder #Café’de okudukları ise #Nietzsche’dir, Aydınlanmacı Alman yazar #Lessing’dir, #Wieland’a tutkusunun o ilk gençlik yıllarından geldiğini belirtir. Oysa o sıralar “yuttuğu” Hebbel’i şimdilerde güncesi dışında çekilmez bulmaktadır. Edebiyatın dışında hoşlandığı güzel sanat henüz müzik değildir, ama “deliler gibi resim yapıyor, çiziyor”dur. O yılları sıradan bir ortalama dönem olarak anar. Tek zenginliği hayal gücü olmuştur. Çocukluğu ve ilk gençliği köyde geçmiştir, ama şehirle de “baş edememiş”tir:
“[…] birbirimizi itip durduk, içinde labirentte ilk yıllarda dolaşan bir #minotaurus gibi (çıkmazda bulunduğunu anlaması, gerçi eğer anladıysa yıllar sürmüştür) gezip durdum, ne ben şehirden anlıyordum, ne de o benden.” (Konularım, s.40-41)
İlk gençliğinin, ergenlik öncesinin “yarı bilinçli” anılarının aslında yanıltıcı olduğunu, “sanki yedi tepenin ardında sağlam bir dünya varmış” hissini uyandırdığını öğreniriz. fiehirde karşılaştığı güçlüklerin aslında o dünyada hazırlandığının bilincine sonradan varmıştır. Aynı şekilde “sonraki bin zamanın motifleri ve konuları”da o zaman hazırlanmıştır.
Konularının, motiflerinin izini sürerken #zaman fenomenine eğilir Dürrenmatt. Dünyanın, evrenin oluşumu, geçmişi, #insanıngeçmişi üzerine kafa yorar. “Ancak geçmiş, bizi imgelere ulaştırıyor” derken tarihin geçmişi ayakta tutmaya çalışırken bunu somut değil, ancak soyut halinde ortaya koyabildiğini söyler. Salt belgeleme olsaydı sonsuza kadar gelişen bir kütüphane oluşturması gerektiğini düşünür. Şimdinin ileri iletişim araçlarıyla insanın farklı bir gerçeklik ve yaşantı biçimine ulaştığını belirtir:
“[…] televizyon ve durmadan mükemmelleşen iletişim sistemimizce ayartılarak- sanki Vietnam savaşını bizzat yaşadım, hatta ayda deneyler yaptım. Bugün böylesine kolay kandırıyoruz kendimizi, her şeyin içinde olduğumuza.” (Konularım, s.48)
Üniversite öğrenciliğinin dört yılı, İkinci Dünya Savaşına rastlamış, 1942’de yedek subay okuluna girmiştir. Burada ve bu yıllarda yaşadıklarını edebiyata taşımayı deneyişini “mecaz kurma” olarak adlandırırken “Tibet’te Kış Savaşı”nın ilk konusu olduğunu belirtir:
“Tibet’te Kış Savaşı”nın ilk konusu olduğunu belirtir: “Tibet’te Kış Savaşı, benim ilk konumdur, daha ziyade özü bu olan birçok konu biriminden oluşur, aynı zamanda #ilkodakmotifimdir, ilk deneyiş, kendimi, kendimin ve ülkemin dışlandığı gerçekliğe, uydurma bir gerçek dışı aracılığıyla sokmak, bir dünya mecazı arayarak bir genel temsile cesaret etmek.” (Konularım, s.51)İkinci Dünya Savaşı’na katılmamış bir ülkenin, İsviçre’nin vatandaşı olarak üzerine bir görev yüklendiğini hisseder. Bu, yaşayabildiği dünyayı “irdelemektir, dünyanın karşısına dünyalar çıkarmak”tır, kendisinin “yaşamadığı konuları icat etmek”tir. “Tibet’te Kış Savaşı” işte bu niyetle ortaya çıkmış, “olayı olmayan bir konu”dur. Anlamsız dünyaya bir anlam arayıştır. Bu, Dürrenmatt’ın kendi özel labirentinden yarattığı bir “#dünyalabirenti”dir. “Labirentin dramaturjisi”dir devam eden. O, bu devamlılıkla imgelerin tekrarını görür:
“Hayal gücünde yeni bir şey olmaz, bütün kurguların çekirdek kurgusu, bütün motiflerin çekirdek motifleri vardır. Her bir bireyin özelliklerini depolamış olan molekül zincirinin o karmaşık üç boyutlu yapısı bile hayal gücünde mevcuttu (yoksa keşfedilmezdi). Çekirdek kurgular, çekirdek motifler ve çekirdek imgeler herkeste ortaktır.” (Konularım, s.55)
“Tibet’te Kış Savaşı” kompozisyonu Dürrenmatt’a #Kafka’yı hatırlatır. “Onun da dünyası labirent gibidir” der. Onun da çocukluğunda kendi okuduklarını okumuş olacağını tahmin eder. Belki o da Platon’un mağara benzetmesinden etkilenmiştir. Bu benzerlik Dürrenmatt’a yazarları edebiyat tarihlerinde yıl sırasına göre değil, çekirdek motif ve imgelerine göre sınıflandırmanın doğru olacağını düşündürür. Edebiyat dünyası hakkındaki inancı, yazarların okuduklarından etkilendikleri gibi, hatta bundan daha çok hayatlarında edindikleri izlenimlerin etkisi altında olduklarıdır. Okumayla kazanılanlar da o yazarların “edebiyat öncesi” izlenimleridir. Dürrenmatt, kendisinin labirent imgesini daha köyde yaşarken edindiğinden, bunu sonradan şehre taşıdığından, daha sonra edebiyat ve felsefe bilgileriyle güncelleştirip geliştirdiğinden söz eder. Bu imge ya da motifi nerede edindiğinin tespit edilebileceğini ama kendiliğinden anlaşılır bir şey olmayanın ise “dünyayı biçimlemek için ne diye bunu kullandığı”dır. Labirent, Dürrenmatt’ın hayat simgesi haline gelmiştir ve dolayısıyla yorumlara açıktır. Onun labirentinde Minotaurus pusuda bekler. Bu da kökü antik mitolojide olan bir simgedir. “Konularım”da Minotaurus, ataları, doğumu, #YunanRomaMitolojisi Sözlüğüne dayanarak ayrıntılı olarak anlatılır. Dürrenmatt, kendisinin dünyayı bir labirente benzetmesini daha sonra bizzat irdeleyerek adeta kendi poetolojisini yazar: Ayrıntılı efsane açıklamalarını çeşitli yorumlarla bağlar. Labirent ona göre “önce çift katlı bir hapishanedir.” “Labirent bir cezayı anlatabilir” ama yine de kendisi “savaş patlak verdiğinde bir labirent tasavvur etmekle [kendini] bilmeden Minotaurus’la, labirentte yaşayan biriyle özdeşleştirmiş”tir. Dürrenmatt, bu labirent benzetmesi ya da semboliğini kurcalarken şu sonuca varır:
“O zamanlar dünyamı, labirent gibi anlamı çok bir imgeye sokmayı denemekle ben, gerçekliğime anlamı çeşitli bir cevap veriyordum. Böyle yapmakla acaba özellikle siyasette tek anlamlı cevaplar arayan bir çağda çok anlamlılığa kaçmadım mı sorusu hemen aklıma geliyor.” (Konularım, s.63)
Bir başka yorumlama imkânı, labirenti psikoanalizle açıklamaktır ki Dürrenmatt bunu benimsemez. Bu durumda motiflerin soyutlamalarla eridiğini, çokanlamlılığın kalmayacağını düşünür:
“Her insan özel bir dramdır, ister komedi ister özel bir trajedi olsun, muhtemelen her ikisi birden; insan, yalnız bireyliğe izin veren bir karmaşadır, mesela labirent örneğine dönmek gerekirse #Minotaurusluklar, bu yüzden benim ‘gerçek dünya tarihi” anlayışım, o da labirentvaridir.” (Konularım, s.64)
Metnin bu ve benzeri poetolojik açıklamalarından sonra başlar kurmaca “Tibet’te Kış Savaşı”. “Konularım” başlıklı ikinci metni “Ay Tutulması”ndan önce de yine Dürrenmatt’ın öz yaşam hikâyesine devam ettiğini görürüz. 12 Ekim 1975’de Bern’de bir hastaneye yatırılışı ile başlayan bu satırlardan Dürrenmatt’ın hasta yatağında da “felsefî ve bilimsel” kitaplar okuduğunu, resim yaptığını öğreniriz. Bern’de şehir içindeki izlenimleri onu yine kendi uğraşılarının önemi, daha doğrusu önemsizliği konusunda kuşkuya düşürür:
“Acaba ben beni biçimleyen dünyayla, kendimi şimdi içinde bulduğum dünyayı hâlâ bir şekle sokabilir miyim, ona en azından meramımı anlatabilir miyim, çünkü bu dünyaya benim Atlas’larım, labirent’lerim ve Minotaurus’larım ne ifade ediyordu ki?” (Konularım, s.130)Buna cevap ararken canla başla kendini verdiği edebiyat ve resimle dünyayı hikâyelere ve figürlere dönüştürerek değiştirmek, “konular”ına konu aramak, kendisini de güldüren bir “çılgınlık” gibi gelir. Güldüğü şeylerden biri, şartların onu bu duruma düşürmesi, ayrıca geçmişteki beniyle şimdiki hali arasındaki farktır. “Ay Tutulması” başlıklı bölüme geçerken “Kış Savaşı”nın semboliğiyle yaşadıklarını şu sözlerle değerlendirir:
“[Biz] labirentten kurtulamayız. Bir kere karşımıza çıkan konu bizi bırakmaz. Onun çekim gücüne tutsak oluruz.” (Konularım, s.132)“Ay Tutulması”nda 1975’den sonraki yaşam öyküsüne devam etmek yerine tekrar eskiye döner. Din adamı olan babasından, annesinden söz eder. Ardından, babasına hayal gücüyle isyan edişini, onu şimdiki yalnızlığının sebebi saymasını anlatır. Kendisini annesinin, babasının dünyasından soyutlar, ama onların dindarlığına akılcı dünya görüşüyle karşı çıkma gücüne ulaşmadan “akıl dışına giden yolu” seçer ve Hitler’den yana tavır alır. Gençliğinin dünyasını geriye bakışla değerlendirdiğinde o dünyanın “kafaca üstesinden gelinebilecek” gibi olmadığına karar verir. O dönemin yetişkinleri de Faşizmin üstesinden gelememişlerdi. Dürrenmatt, o zamanın gözüyle bakıldığında, Faşizmle Komünizm açısından bakıldığında onların da “inanç” olarak bir çeşit din özelliği taşıdığı görüşündedir:
“Her iki din, hem komünist hem faşist, ortak özellikler göstermektedir ve asıl bu ortaklık, onları ilerde birbirine yaklaştırmak üzere, geçici olarak birbirinden ayırır: Mesela Manikeizm’leri, ışığın karanlıkla savaşı hakkındaki gnostik tasavvurları; komünizmde özgürlük dünyası, ihtiyaç dünyasıyla savaşır, Nasyonal Sosyalizmde iyi ırk, kötü ırkla.” (Konularım, s.147)
“Ay Tutulması”, “Dürrenmatt’ın din ve siyaset hakkındaki görüşlerinin ayrıntılı açıklamalarını içerir. İlerleyen sayfalarda İsviçre’nin siyasi doktrinler karşısındaki tavrına eleştiriler var. İsviçre’nin “iki kat tedbirli” davranışı, “cesaretin suç”, cesaretsizliğin devlet mantığı olduğu belirtilerek şöyle deniyor:
“Bizi #korkaklığımız kurtarmıştır, #cesaretimiz değil. Cesaret bizi belki de mahvederdi.” (Konularım, s.156)
Gençlik döneminde olgunluk sınavı hazırlığı sırasında bir fizikçiden ders alırken fiziğe ilgi duymaya başlar, hatta bu fen biliminden büyülenir. “Kesin kavramların anlamı”nı fark eder. Onun deyişiyle bu, “insana tamamen bağlı bir hakikat değil, tersine yalnızca akıl sayesinde var olan insani bir hakikat”dir. #Fizik ve #matematikle daha önce yoğun olarak ilgilenmediğine pişmandır. Lisede Yunanca-Latince derslerinin ağırlığını eleştirir. Üniversitede edebiyat ve sanat tarihi okumaya ikna edilir. Okuduğu ve etkilendiği yazarlardan söz eder. Dürrenmatt, yaratıcılığının başat konuları üzerine yazarken hayat hikâyesinden pasajlar katışını, konularının oluşumunu denetlemenin güçlüğü ile temellendirir:
“Çoğu zaman bunlar, bilinçaltında, görünürde o hatıralarla hiç ilgili değildir. Ben, düşüncemin gelişimini, yazılmamış […] konularımın tarihi aracılığıyla sergilemek istemekle […] Yaşantı-hayal gücü ve konu arasındaki ilişkiyi, hayal gücünün bir dramaturjisini keşfetmek için ararken, otobiyografik şeyler kendiliğinden su yüzüne çıkıyor.” (Konularım, s.166)
Tiyatro eserlerinin başkalarınca kendi kastettiği anlamdan farklı algılandığını “Babil’e Bir Melek İniyor”un provaları sırasında anlar. Çünkü eserde bir hiciv görenler, Dürrenmatt’ın Wedekind ve Sternheim izinde olduğunu düşünürler. Bunlar, “özellikle, yazmayı her şeyden önce bir üslup, bir dil meselesi olarak algılayanlar”dır. Oysa kendisi yazmayı “düşünmenin özel bir ifadesi” olarak görmektedir. Tiyatrosunun etkisini, şöhretini “tesadüf”e bağlar: “#Tiyatroyazarı olarak ben kaçınılmaz bir yanılgıydım” der.
“Ay Tutulması” (1981), “Konularım” içinde “Tibet’te Kış Savaşı”ndan farklı olarak Dürrenmatt’ın hayat hikâyesi pasajlarının ortasına değil, bunların sonuna yerleştirilmiş bir kurmaca metindir ve ana motif yönünden yazarın “#YaşlıBayanınZiyareti” başlıklı tiyatro eseriyle benzerlik gösterir. O eserde Amerika’da zenginleştikten sonra öç almak için memleketine dönen bir yaşlı kadın ve karşısında para uğruna adam öldürmeye hazır vatandaşlarının öyküsü dram konusuyken “Ay Tutulması”nda Kanada’da zenginleştikten sonra Cadillac arabasıyla doğum yeri küçük Flötinger köyüne dönen öç almaya yeminli Walt Locher ile para karşılığında onun öcünü almaya, Mani’yi öldürmeye razı olan vatandaşlarının öyküsü işlenir. Öldürme işinin “dolunayda gerçekleşmesi” gibi tuhaf bir şarta bağlanması gibi Mani’nin de bunu kabul etmesi öykünün tuhaflıkları arasında sayılabilir.
“Konularım”da üçüncü başlık “Âsi”, otuz sayfalık bir anlatı iken bunun yalnızca on sayfası kurmaca bir öykü. Dürrenmatt kitabın tümünde olduğu gibi, hatta öbür bölümlerdekinden çok daha yoğun ve derinlikli olarak bu kurmacada yer alan “konu”nun oluşumunu, kökenini irdeliyor. Hayat hikâyesinin üniversite yıllarını kapsayan döneminde Alman edebiyatının Klasisizm ve Romantizm akımı yazarları başta olmak üzere Kleist’ı, Grabbe ve Hebbel’i tekrar tekrar okuduğundan söz eder. Alman edebiyatı derslerini Prof. Fritz Strich’den almıştır. Hocanın verdiği bir karşılaştırma ödevine önce itiraz etmiş, ama sonra haksız olduğunu anlamış ve edebiyat öğrenimine mal olan ilkeyi öğrenmiştir:
“Bir eserin kalite değeri objektif, bilimsel tesbiti mümkün bir gerçek değildir, edebiyat bilimi belki de gerçekten ancak kurgu araştırmalarına dayanıyor.” (Konularım, s.215)
Para sıkıntısı içinde süren öğrencilik yıllarında resim merakı #WalterJonas’ı tanımasıyla yeniden güçlenir. Onun derslerine dinleyici olarak katılır, sohbetinden etkilenir. Jonas, Batı filozoflarının özne-nesne bölünmesine takıldıklarını, kendisinin Hint ve Çin düşünürlerini beğendiğini söylüyordur. Geniş bir çevresi olan bu ressamın yanında katıldığı toplantılarda o kıtlık yıllarına ikram edilen kahve ya da içkiyi nasıl zevkle içtiklerinden söz ederek değinir. Jonas sayesinde Alman Ekspresyonistlerini tanır, Heym ve Kafka’nın adını duyar. Kitapları o günlerde bulunamayan bu yazarları Jones’den öğrenmekle ona çok şey borçlu olduğunu sonradan anlar Dürrenmatt. Öyküler yazmaya başladığı yıl, 1942, yer #Zürih’dir. Kolay yazmayışını, Almanca’nın bir İsviçreli için yalnızca yazı dili olmasına bağlar. 1942-43 kışında yoksulluk ve soğuk onun âsi mizacını körüklemiştir. “Âsi” başlıklı uzunca bir roman yazmayı planlar, ama ancak birkaç sayfadan ileri gidemez, yine “dil yetersizliği”ni sebep gösterir. Klasikleri okumanın yetmediğinden söz eder. Thomas Mann’ı da “burjuva dünyası” yüzünden itici, Hesse’nin burjuva dünyasına baş kaldırışını “taşralı” ve “pek masumane” bulur. Kendi hayal gücü ise “iyice radikal”dir. Dil yetersizliği içinde kendini boşlukta hisseder:
“Boşluktayım, yazma yeteneği olmayan bir yazar, aynı kendimi resim yapma yeteneği olamayan bir ressam hissettiğim gibi. Âsi’den geriye kalan, bu yüzden ancak sanki hikâyeyi yazmışım gibi çoğu zaman yoğun olan anıdır; belki de şu nedenle: Bu hikâye ‘Kış Savaşı’ndan daha kişiseldi. Onda bir dünya semboliğine ulaşmayı deniyorduysam bunda önemli olan, fark etmeden kendi perişan halimi dile getirmekti.” (Konularım, s.221)
O yılların yoksulluğuna, zor şartlarına bir de hastalık eklenir. Ateşler içinde kıvranırken bile yazacağı roman grotesk sahneler halinde onu bunaltıp durur. Meselâ “Âsi”de kadın kahramanlar olsa nasıl olur, siyasetçiler kızları ya da karıları aracılığıyla “A” ile ilişki kursalar neler olur gibi kâbuslardır bunlar. Öte yandan okuyup etkilendiği Avusturyalı kültür felsefecisi #RudolfKassner’in kitabının ve buradaki “dört boyutlu”, “Oklit mantığı dışında” dünyanın yarattığı “#groteskestetik” anlayışı da “Âsi”nin oluşum sürecine girer. Dürrenmatt, Kassner’in kitabı ile yazma hazırlıkları içinde bulunduğu romanın ortak yanının “metot” olduğunu belirtir. Kassner’de kendisini ilgilendiren şeyin nesnelerin sebebi değil anlamı olduğunu söylemişmiş. Belirsizlik ilkesini olduğu gibi aynı motifini de sık sık kullanacaktır yazarımız. “Âsi” başlıklı bu romanı en azından öykü olarak ortaya çıkarmayı umar. Bütün bu hazırlık serüvenini kaleme almakla “Âsi” yazılmamış değil yazılmış bir öyküdür adeta. Dürrenmatt, durumun da Avusturyalı kültür felsefecisi Kassner’in “çözümsüz problem”ine uyduğunu düşünür. Kendisi, yalnız planlanmış başlangıcını ve planlanmış sonucunu kafasında saklayan kurmaca bir satranç oyuncusu gibidir:
“Çünkü gerçekte ben neyi uydurup neyi hazır bulduğumu ayırt etmeksizin hem az uydurmuş hem de az hazır bulmuştum.” (Konularım, s.224)
Dürrenmatt’ın “Konularım”da başardığı şey, bir yandan #edebiyataraştırıcısı gibi bir eserin (ki bu da kendi eseridir) oluşum sürecini irdelemek, öte yandan o kurmacayı yaratmaktır: Başka deyişle soyutu soyutla yeniden kotarmak. “Âsi”nin yazılma ya da yazılamama sürecini irdeleyişinde bu, adeta doruğa ulaşmaktadır:
“Her şey belirsiz. #Hafızaboşlukları. Yaşantılarımızı gerçeklikte, sanki taş ocağından kayaları çıkarır gibi alıyoruz, ilerde tekrar bir araya getirmek için. Sandığımızdan daha keyfî. Bu gerçeklik, bir günceyi bile büyük çapta değiştiremez. Hafızama gelince, onda eksik olan besbelli, olayların gerçek akışındaki #süreklilik anlayışım; onlar egemen, zaman bakımından pek kolay karıştırdığım enstantaneler; oysa düşünce dünyam bana iyice tutarlı görünür.” (Konularım, s.224)
Eseri “Sayı ve Çehre”den böylesine etkilendiği o kültür felsefecisi Kassner’le, davetine bir #trenyolculuğuyla giderek ancak yedi yıl sonra tanışır. Ama arada bir de #akılhastalıklarıhastanesi yaşantısı vardır: Hekim akrabası sayesinde doktor kılığında hastaların arasına karışır. Oradaki gözlemlerinin etkisi kalıcı olur: Herhangi bir, sıradan anekdottan farklıdır bu, “daha çok bir şeydir, daha anlamlıdır, groteskin estetiğinde özdeşleşme ilkesinin artık geçerli olmaması gibi.” Bu izlenimler, yazarın “Fizikçiler” adlı eserinde edebiyat katına ulaşır.
Kassner’in ziyafeti sırasındaki sohbetinde adı geçen klasik Alman yazar #Hamann ve filozof #Kant’la ilgili anekdotlar, daldan dala geçişler, #Rilke hakkındaki sert yargısı, v.b. Dürrenmatt’ı Kassner felsefesinin yorumuna, hatta doğrulamasına götürür. #Brecht’i nasıl bulduğu kendisine sorulduğunda Dürrenmatt’ın cevabı, onu fazla doktriner bulduğudur. Özet olarak, sohbetine katıldığı Kassner onu ‘hayal kırıklığı’na uğratmıştır. Artık “Sayı ve Çehre” kitabındaki grotesk estetiği ilginç gelmektedir. “Tanrının var olmadığını” kanıtlamaya kalkmasını Kant’ın Tanrı’nın kanıtlanamayacağını kanıtlayan #Schiller’inkiyle karşılaştırır. Keza onu #Kierkegard’la karşılaştırdığında fark “dinsel olanla şüphe arasındaki diyalektiktir” der. Hegel gibi Kassner’in de salt mantıkçı olduğu, ama Hegel’in Aristotelesçi, Kassner’in Aristoteles’i savunsa da Aristotelesçi olmayan bir mantıkçı olduğu görüşündedir. Keza Kassner’in sistemle düzeni özdeşlikte birleştirmesi, bireyselliğin sistemle düzen arasında fark yarattığını, kavram olarak sistemle düzenin özdeş, görüşün ise farklı olduğunu belirtir. Dürrenmatt’ın daha net formülü ise şöyledir:
“Bir sistem, akılcı, böylece de bütüncül bir kavramdır, buna karşılık düzen duygusal ve böylece de bireysel bir kavram sunar. Siyasetle ilişkilendirildiğinde: Sistem olarak devlet bir kurumdur, düzen olarak bir vatandır.” (Konularım, s.231)
1967’de #BüyükKremlinSalonu‘ndaki #yazarlarkongresinde edindiği izlenimler Dürrenmatt’ı daha önceki Stalin ile Hitler hakkındaki görüşünü farklı formüle etmeye götürür:
#İkinciDünyaSavaşı sırasında #Hitler’le #Stalin arasındaki mücadeleyi iki din, yani bir mistik ve bir dogmatik din arasında bir mücadele olarak yorumlamışsam, şimdi, Kassner’i düşünerek, bunu iki estetik yön arasındaki mücadele olarak görmeye daha yakınım.” (Konularım, s.235)
Bu “estetik yön”le kastettiği ise her ikisinin “kusursuzluk peşinde” oluşudur. “Kusursuzluk ve çelişkisizlik ise estetleri kolayca içine çeker.”
Dürrenmatt, okuduğunda etkilendiği, ama tanıştığında konuşma tarzıyla kendisini hayal kırıklığına uğratan bu Avusturyalı kültür felsefecisinin düşünceleriyle yazmak istediği “Âsi”nin oluşum süreci arasındaki bağın ne olduğunu keşfetmek istemiştir. Bütün bu çabalara rağmen kafasındaki roman “Âsi”nin gerçekleşmiş hali, o on sayfalık öyküyü, esas figür A.nın hikâyesi olarak planlanmıştır. Zengin bir tüccarın oğludur A., ama babası o doğmadan ülkeden kaçmıştır. Babasının izini sürerken onun kütüphanesindeki kitapları okur, yabancı bir dili öğrenir. Adı belirtilmese de bu dilin Uzak Doğu dillerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Babası gibi o da bilinmedik bir ülkeye gider; orada karşılanışı ve dinledikleri, ülkenin bir devrim beklentisi içinde olduğunu gösterir. Sonra halk, beklenen âsinin bu genç olduğuna inanır; onu isyanın kahramanı, bir kurtarıcı olarak görür. Ama esrarengiz olaylar A.yı gözaltına aldırır. Bir türlü mahkeme önüne çıkarılmaz, aklını kaybeder. Öykünün son satırları gösterir ki halkın ümit bağladığı bu sözde isyancı, ölüp gidince unutulur, ama halk hâlâ “yeni bir isyancı, ya da yeni bir hükümdar” beklemeye devam eder, hem de kuşaklar boyunca.
Dürrenmatt’ın tümü dokuz birimden oluşan “Stoffe” (Konular) eserinin ikinci yarısı, altı başlık altında ve “Babil Kulesi” adıyla yayınlanmıştır. Önsöz yerine geçen satırlarda yazar konularının hikâyesini yazmaya, daha doğrusu bunu denemeye 1969 yılında bir hastalık sırasında başladığını belirtir. Yazarlık hayatı çok daha önceleri (1942) başlamış biri olarak bu uğraş onu doğal olarak geçmişini ayrıntılarıyla hatırlama, irdeleme çabasına götürmüştür. Konularının oluşumunu ortaya çıkarmanın yirmi yılını aldığını bu önsözde belirtir. Yazdıklarını tekrar tekrar gözden geçirmek, düzeltmeler yapmak gerekmiştir. “Bir buluş, ötekini çağırdı, bir anı, bir başkasını ve bir çağrışım bir diğerini” der. Hatta yazılmamış konularının hikâyesini yazmayı da denemiştir ki bunun da ayrı bir “kurgulama” gerektirdiğinden söz eder. Bu bence önemli bir ipucu niteliğinde bir ifadedir. Yani kurmaca eserlerinin konularını kökeni ve oluşumu içinde bir edebiyat araştırmacısı gibi araştırması bir bakıma başlı başına bir kurmaca özeni ve sürecine dönüşmüştür. Konularının peşine düşmeyi de başlı başına bir mitoloji efsanesine “Babil Kulesi İnşaatı”na benzetir. Konularının ikinci kitabında altı metinden biri olarak yer alan aynı başlıktaki metnin genel başlık olarak seçilmesi boş değildir. Konuların bu son metinlerinde öne çıkanlara değinirsek “zaman ve “ölüm”ün ilk sayfalarında yer aldığını görürüz. “Karşılaştırmalar” başlıklı metinde ilk cümle, hayal gücünün bizim öbür düşünce biçimlerimiz gibi apriori olmayıp aposteriori oluşunun ifadesidir. (Yazının devamı websitesinde yer almıştır)
* Prof. Dr. Hacettepe Üniv. #TibetteKışSavaşı #AyTutulması #Asi #KarşıyaGeçiş #Köprü #Ev #Vinter #Beyin #imgelerimdüşüncelerimizorluyor #olayıolmayanbirkonu #çekirdekkurgu #çekirdekmotif
Sorry, there were no replies found.