Fecire: Gece Kelebeğine Ağıt
-
Fecire: Gece Kelebeğine Ağıt
Gece Kelebeğine Ağıt*
Makale Yazarı: Leyla Saral
*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2015 23. sayıda yayımlanmıştır.
“Kim demişti, dedi
Kim taşların konuşmadığını,
Kırlangıç Kuşlarının yol gözetmediğini,
Kim demişti?” (Gece Kelebeği)Perperika Söe, meşe ağaçlarının dallarına takılan bir hikâye. O kıvrımlı yolu takip ederseniz can havliyle yollara düşmüş insanların nefesini hâlâ duyarsınız yapraklar arasında. Yaşadığımız acılar ve düş kırıklıklarının yanı sıra onların unutulma ihtimali katmerli bir yara da açar içimizde. Acıların unutulmasına direnen küçük bir gece kelebeğidir Perperika Söe. #GeceKelebeği sayfalarını çevirip altını çizdiğimiz bir kâğıt kokusundan öte karanlığa gömülmesinden en çok korktuğunuz şeyleri içine koyduğumuz tozlu bir sandıktır. Son satırları okuduktan sonra dünyaya bakıp insanların hesabı sorulmamış bu kadar dehşete rağmen günlük hayatlarına nasıl devam edebildiğine şaşmamak elde değildir. Dersim’de uğradıkları zulümden kaçıp bu sandığa ve karanlık meşe ormanlarına sığınırız #Fecire Hatun ve kızı Gülüzar’ın ardından.
Gece Kelebeği, Dersim katliamını küçük Gülüzar’ın tanıklığıyla anlatır. Evleri yerle bir olan, kocası katledilen, yangın yerine dönen bir coğrafyanın küllerinde nefes almaya çalışan Fecire’nin kendine yeni bir yaşam kurma gayretini okuruz. Haydar Karataş “çocukluk” la yan yana düşünemeyeceğimiz felaketleri bir masal naifliğiyle, yutkunarak anlatır. Gerçekle masalın birbirine değdiği yerden koca bir yarık açılır hepimizin yüreğinde. Babasının kafasının kesilmesine şahit olduktan sonra sesi içine kaçan bir çocuğun önyargısız masum anlatısını dinleriz.
Hikâyede, Ermeni taş ustalarının parmak uçlarıyla, bir Yemen halısı okşar gibi özenle yonttukları taşlardan inşa ettikleri evlerden söz edilir. Konaklar, konakları ayakta tutan orta direkler, ceviz oymalı kapılar hemen gözümüzün önüne geliverir. Fakat zamanla insanların yaşama sevinci de evleri de başlarına yıkılır. Evleriyle, ağaçlarıyla, insan ve hayvanlarıyla birlikte yok edilmiştir yaşamı kuran ne varsa. Sığınacak bir yer arayan herkes yollara düşmüş, bir ağaç kovuğunda ya da bir mağarada hayatta kalmaya çalışmaktadır. Yaşayanların eve, ölülerin mezara ihtiyacı varken bu iki yokluğun arasında Gülüzar’ın en huzur bulduğu yer kuru meşe dallarından yaptıkları evde annesinin bacaklarının arasıdır. Yanan eski evleri de meşe yapraklarından ve dallarından yaptıkları yeni evleri de güzeldir onun gözünde ve kaldıkları her yere “ev” demeyi tercih etmektedir #Gülüzar.
Roman boyunca ana kızın oradan oraya çaresiz, soluksuz gidiş gelişlerini izleriz. İnsanlar arasında çoğu kez tedirgin olsalar da doğanın içinde meşeliklerin ve söğütlerin arasında huzur ararlar. Kuşlar, atlar, köpekler, palamutlar, kuru yapraklar, karnı benekli/alnı akıtmalı kuzular, oyuncak bebeklere süt veren Meri’nin memeleri canlı bir anlatımla gerçeklik kazanır. Fecire bileğinde, bir ucu koynunda bağlı, iple geçirir tüm yolculuğunu…
Bitmez tükenmez, aç susuz, durmadan yürüyen ana kız, hükümet mührü alıp evlerine geri dönebilmek için dil bilen bir adamın peşinden bir tepeden diğerine koşturur. Yol boyunca herkes kendi hikâyesini anlatır ama Fecire ve Gülüzar’a karşı, akıl verici/ hesap sorucudur herkes. Gülüzar yollarda gördüğü askerlere bakar ve babasını öldürenin hangisi olduğunu merak eder.
Ayaklarında ne ayakkabı ne çarık; kendi yaptıkları bir şeyler vardır. Nereye baksalar uçsuz bucaksız ovaların yamacına kurulmuş, viraneye dönmüş köyler gözükür ama onlara ulaşacak derman kalmamıştır. Evlerine geri dönebilmek için alnında akıtması olan kuzuları gitmiş, yerine mühürlü bir kâğıt gelmiştir. Mührü alıp geri döndüklerinde Gülüzar’ın halası evden çıkmadığı gibi mühürlü kâğıdı da yırtıp atar. Kuzularını ellerinden alan muhacirden tüm uluların ismini sayarak tekrar yardım ister Fecire Hatun fakat bu nafile bir çabadır. Adam onlardan aldığı kuzuyu kucağından indirmeden açgözlü bir hevesle beslemeye devam eder ve ikinci bir kez yardım etmeyi zinhar kabul etmez.
Korkudan birbirlerine sığınırlar, yine yollardadırlar. Her şey ölüler arasında bir yuva bulabilmek içindir. Yabani hayvanların kemirdiği, açlıktan ölmüş insanlar, yıkıntılar arasında bir insanlık tarihi müzesindeki ilaçlanmış cesetler gibi, kendi evlerinde, çocukları korkuttuklarından habersiz beklerler.
İyi ki Alık’la Fatık Masalı vardır. Fecire anlatırken, Gülüzar dinlerken korkuyu ve açlığı unuturlar. İyi ve kötü yoktur bu yolculukta, koşulların iyi ya da kötü yaptığı bazı insanlar vardır. Mesela Gülüzar’ın halası onca yalvarmalarına karşı evlerini geri vermez; çünkü verse kendisi dışarıda kalacaktır. Önemli olan hayatta kalabilmektir. Canlılardan da ölülerden de korkulan bu ortamda labirentin içine bırakılmış canlılar gibi çaresizlikle farklı yönlere gidip geri dönerler. Umutlarını tamamen kaybetmiş, yılan gibi kıvrılan patikaların arasından zalimliklerden kaçmaya çalışırlar.
Gülüzar, başlarına gelenleri sorgular zaman zaman; masallarda imdatlarına yetişen inek ya da Hızır, Düzgün Baba, Sultan Baba, neredeydi, neden onları kurtarmıyordu? Peki ya Dersim’in diğer kimsesiz kalmış çocuklarına ne olmuştu? Kim bilir, belki de hayatta kalmanın acısını yollara dökerek yeni bir ayrılığa doğru yol alıyorlardı. Sürüklenip gittikleri patikalarda, masal ormanlarında en yapıcı ve umut verici şey Fecire’nin anlattığı masallardır. İnce söğüt dallarında yapılan bebek; perperik söe meşe yapraklarından elbisesiyle Gülüzar’ın böğründedir her daim. Perperik, Zazaca’da kanat anlamına gelir. “Sadece kanattan bir canlı kelebek”
Fecire, bilge bir kadındır, mensup olduğu aileden ve kişiliğinden aldığı güç bağlamında söylediklerini dikkate alınan biridir. Bazen ağaçlarla, ormanlarla dost bir orman perisi olur, bazen bir lokman hekim olup toprakla yaraları, kaşıntıları giderir. Kargaların her gün bin palamut sakladığını anlatır kızına. Elini attığı her şeyden ibrişim dökülür âdeta, dilinden ise başka bir dünya. Otlar, onlar için hem ilaç hem yatak hem yiyecek ve ne yazık ki hem de zehirdir. Açlıktan yemek zorunda kaldıkları otlardan bir süre sonra hastalanırlar ve burunlarından sarı bir su gelir, buna daha fazla dayanamayanlar gözlerini yavaşça kapatıp öbür dünyaya göçerler.
En çok tuzu özlerler mesela; tuz olsa her şeyin tadı gelecektir ve insanların içi çürümeyecektir. Bal arıları, kelebekler, günlerce dinmeyen yağmur ve hiç kurumayan lime lime olmuş giysiler. Şimdilik onların en büyük hayali hayatta kalabilmektir. Konserve kutusu gören insanların patlar diye yaklaşamadığı zamanlardır. Yazar, çocukluğun masumluğu içine ağır ideolojik kalıpları sokmaz, acılı ağdalı kelimelere ihtiyaç duymadan dudaklarımızı titretir. Âdeta bağırmadan, inlemeden yazılmış kelimeler, içten içe kuruyan yaralarımızı kanatır. “Nene yeterli beslenme olmadığı için bir süre sonra yatağa düştü” derken, sakin abartısız bir duruluktadır, alçakgönüllülükle içimize işler.
Hayvan sevgisini, ağaç sevgisini, masal sevgisini ve her şeye rağmen insan sevgisini öğretir bize kitap; üstelik ceset kokularının içinde bunu başarır. Tamamen sentetik hayatımızın içinde yalın bir derinlik koyar önümüze. Belki de Kürtler doğayı çok sevip doğayla iç içe oldukları için dili de alabildiğine doğal kullanırlar ve böylece doğanın verdiklerini lisanları yadırgamaz.
Çocuk aklıyla anlamlandıramadığı -oradaydım bizzat yaşadım- üslubuyla kendimizi ona bırakmamızı değil de dışarıdan bakan bizleri kendi anlam çabasına ortak eder Gülüzar. Bu hissedildiğinde kitapla ilgili daha cüretkâr konuşabiliriz, bir şaheser olmuş diyebiliriz. Çocuk bu katliamın ardından anlık mutluluklarını yaşadığında bile, çok mutluyum diyemez hiç; ancak “mutlu sayılabilir”. Yaşanılanlar bir kâbus gibi olduğundan, hem kendilerinin hem de başkasının rüyasından uyanmak isterler ancak o zaman düşmanlıkları, dehşeti, zalimliği değil de çiçekleri, hayvanları ve ağaçları ayrımsarız etrafımızda. Sırtımızı ulu ağaçlara yaslarız; ulu ağaçlar kesilmez, gölgesinde kurtla kuzu dahi kardeş olur zira.
Gaddarlıklar, haksızlıklar, merhametsizlikler, tıpkı yollar gibi bitmeyecektir. Fecire durup durup yolda konuşmaya başlar. Her zaman şu üç şeyi öğütler; ulu ağaçlara, çeşmelere ve budalalara kızmamalıyız. Aklın gitmesi bir çare olabilir, unutmak işe yarayabilir. Çünkü akıl düşmanlık üretir, insan aklı çoğu kez buna yarar. Delileri çok sever onların söyledikleri aklın değil kalbin sesidir der. Bazen de tek kelime etmeden saatlerce yürür. Gülüzar’ın bebeği yine kucağındadır ona sımsıkı sarılır çok güzel oyunlar oynar ve bütün çocuklar Kolsuz Musa’nın kazağından sallanan boşluğa gülerler.
Fecire’nin tek isteği, bir toprak parçası bulup ekip dikmek, koyunuyla ve kızıyla birlikte dört duvar arasında sağ kalmaktır. O başsız bir cesedi taşıyan kuvvetli bir kadındır. Kafasında kurduğu yeni hayata başlamak ister, bunun için de daha çok yürümek gereklidir, daha çok gitmek. Yorgunluk hissettikçe bu fikre yaslanır. Yeni bir hayat dedikleri, yeni bir karanlık, yeni bir açlık ve yeni bir duadır. Gülüzar’ın ise hayalleri bitmiştir. Açlığın ve yokluğun ortasında açlıktan yapışmış bir mideyle annesinin doyumsuz masallarını dinler, beklentisi sadece şudur: “Annemin yanında olmak yetiyordu bana. Böyle o nereye gidiyorsa, yanı başında şalvarını tutup gezmek dışında bir şey istemiyordum” (s.95)
Bunun karşısında ayakta kalan Fecire’nin hayalleridir. Her tuttukları ellerinde kalsa da hayal etmekten vazgeçmezler. Tanrı bu kadar acının yaşanmasına nasıl göz yumabilir? Çocuğun kafasındaki soru budur! Annesi bir şeyler anlatırken Gülüzar, başka hayallere dalar, gözünün önüne acayip şekiller gelir.
Kitabın bu kısımları bize hikâyenin içindeki çocuğa iyice yaklaşma şansı verir. Katliam, o ateşin başındaki çocuğun iç dünyasını yok edememiştir. Burada oturup bize fantastik şeyler anlatır. Kendisiyle zihin oyunlarının arasına bizi özenle yerleştirip annesi gibi sakin sakin konuşur. Ona gözüken dünyayı ve anlamını merak ederiz. Bir çocuğa reva görülen açlığın, vahşetin, sürgünün mühürlediği vicdanlar hâlâ sessizdir. Gülüzar ocakta yanan ateşe bakıp annesinin sesinin o alevlere karıştığını sonra alevlerin konuştuğunu, kavga ettiğini görür. Alevlerin de elleri kolları vardır ve o kollar Kolsuz Musa’nın yanında sallanan kazak kolları gibidir. Umutların kırılıp parçalanışını da ateşin içinde gördüğü şekilleri de ılıkça içimize aktarır Gülüzar ve orman canlanır onun hayallerinde. Hüzün dolu bir ormanın ağladığı hissine kapılırız. İnsanların tek silahı beddua olur; acı bitmez.
Şu koca Dersim’i candarma aldı götürdü fakat kalanlar yaşadı mı, diye sorar Fecire. Devletin merhamete geldiği tek an ölülere gaz döküp yakmaktır, yoksa kalanlar o kokuya dayanamaz. İneklerin bile candarmanın bastığı yerde biten otu yemediği bir küskünlük ve kahır içindedir tüm Dersim.
Bir ev bulduktan sonra Fecire’nin çevresi kalabalıklaşır, kendilerini biraz olsun eskisi gibi hissetmeye başlarlar. Kolsuz Musa, Hece, çocuklar, Perhan. O evlerin yapılışı, soğuktan korunması, yiyeceklerin saklanması, çaba, dayanışma, yapıcılık, beceri art arda gelen felaketleri bitirmez. Romanın iç titreten taraflarından birisi de burasıdır, elimiz hep yüreğimizdedir. Uzaktan düşen ateşin dumanı ağıtlar gibi yükselir ve ölüm önce çocukları ve çaresizlikten kıvrananları yakalar.
Hem Çöyder’in, hem halanın, hem de Fecire’nin uzun tiratları vardır fakat Fecire’nin uzun sessizlikleri daha ürpertici ve anlamlıdır. Konuşmaya başladığı zaman- demedi mi, demedi mi – diye sorarak soluksuz devam eder çünkü soruların hepsi onların asıl çıkmazıdır. Soru şudur; İnsaniyetlik öldü mü? O zaman ağlayacak gibi oluruz, boğazımızda bir sızıyla gözlerimizi kapatırız kitaba, onları içimizde görebilmek için.
Herkesin bir ölüm hikâyesi vardır. Zelxe, kocasının saklandığı yerden bakınırken nasıl vurulduğunu anlatmaya başlar; çevresindeki ölümler acısını hafifletmemiştir, her anlattığında kocası yeni ölmüş gibi ağlamaya başlar. Kadınlar her ölümde kendi kayıplarına da ağlarlar ve yaşayan ölü hallerine. Zelxe bir süre sonra kendini asar. Umutlarını kaybeden kadınlar ya intihar eder ya da sürgüne giderler. Taşları, bebekleri, buzağıları, ziyaretleri kendilerine dayanak yapsalar da bazıları daha fazla dayanamaz. Zelxe her gün elindeki çubukla ocaktaki külleri karıştırır. Ocağı karıştırma hareketi çaresizliğin ve tükenmişliğin küle yapılan resmi gibidir.
Kitabın sonu gerçek hikâyeye dayanan filmler gibi tek tek kişilerin akıbetleriyle ilgili bilgilerle biter; Çöyder’in başından aşağı dökülen gaz yağıyla bir alev topuna dönmesi, Kolsuz Musa’nın sürgüne gönderildiği trenden inip kaybolması, Wae halanın sürgün dönüşü yaşamını pars toplayarak sürdürmesi (köylülerin verdikleriyle geçinme), Hece’nin berbiçi olması (cenazelerde ağlayıcılık yapan kişi), Fecire’nin Doğık’la evlenmesi ve ardından Doğık’ın malı mülkü üstüne geçirip Fecire’nin üstüne Derman adında genç bir kız getirmesi, Gülüzar’ın Zazaca, Kürtçe ve Ermenice türkü söyleyen bir ozanın Ağa isimli oğluyla evlenmesi.
Kitabın tümü neredeyse koca bir ağıttır. Gülüzar sonunda yine taşları okşar.
-Bu nasıl bir hayattı?
-Nasıl bir Dünya?Bundan sonra yediğimiz yemekte, çorbamıza kattığımız tuzda onlar aklımıza gelecek. Haydar Karataş acılarımızı da ölülerimiz gibi üzerine gaz döküp yakmasınlar diye kelimeleri tek tek kalbimize işlemiş. Kim demişti taşların konuşmadığını?
Kaynakça:
Karataş Haydar, Gece Kelebeği Perperık-a Söe, İletişim Yayınları İstanbul 2013.
Sorry, there were no replies found.