Emre: Yangın Kulesinden İzmir’e Bakmak
-
Emre: Yangın Kulesinden İzmir’e Bakmak
Yangın Kulesinden İzmir’e Bakmak*
Makale Yazarı: Altay Ömer Erdoğan
*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Mart 2015 21. sayıda yayımlanmıştır.
Yağmur #AtatürkBulvarı’na sicim gibi yağıyordu. #Kordonboyu’nda kimsecikler yoktu. Arada bir, bir araba fırlayıp geçip gidiyordu. Deniz, bütün körfez yağmurdan sinmiş gibiydi. Karşıyaka, sisler, buzlucam arkasındaymışçasına bir karaltı halinde görünüyordu. Sola baktım, Çatalkaya’nın üstüne kapkara bulutlar çullanmıştı. Koca dağ bunalmış gibiydi. Konak İskelesi’nden kalkmış bir körfez vapuru, yağmurun altında ağır aksak, Karşıyaka’ya gamlı gamlı gidiyordu.
Kente ait öğelerin insanlaştırıldığı bu manzaranın karşısında, #SamimKocagöz’ün #İzmir’in İçinde(1) romanının kahramanlarından #Emre, Bay Hidayet Koryürek’e “Sizin burası, yangın kulesine benziyor; bütün İzmir görünüyor” der. (s.7) Gerçekten de 27 Mayıs darbesine giden yolda, yangına bakar gibi bir bakışın hâkim olduğu roman, Demokrat Parti yöne- timinin son yıllarını ve 27 Mayısı hazırlayan süreci İzmir’de yaşayan zengin bir aile ve çevresi ile Kurtuluş Savaşı görmüş bir emekli albayın ailesinin ilişkileri / çelişkileri ekseninde kurgulanmış. Politik çalkantıla- rın yaşandığı bu dönemi, kapitalist ilişkiler sistemini, burjuvazinin ve Kemalist Türk aydınının tavrını merkeze alarak anlatan Kocagöz, Emre’nin babası emekli Albay Nazif Tınaztepe’nin kaleme aldığı Kurtuluş Savaşı anıları üzerinden Milli Mücadele yıllarına göndermelerde bulunarak #27Mayıs Darbesini o yıllardan süregelen gelişmelerin bir sonucu olarak değerlendirir. Kaldı ki “yangın kulesi” benzetmesi, simgesel bir ağırlığa sahiptir; Türk burjuvazisi, yangını seyreder gibi olan biteni seyretmekte, hem yangından kendini sıyırmakta hem de bir çıkar sağlayabilir fırsatçılığıyla yangının içinde yer almaktadır. Devir, “her mahallede bir milyoner” yaratma devridir.
İzmir’in içinde romanının olay örgüsü; iyi eğitimli, parlak bir delikanlı, aynı zamanda iyi bir tenisçi olan Emre ile onun nişanlısı olan İzmir’in tanınmış tüccar ailelerinden Koryüreklerin kızı Gülseren’in ailesi çevresinde gelişir. Emre, iç ticaretten Gülseren’in babası Hamdi Koryürek’in, dış ticaretten ve döviz işlerinden ise Gülseren’in amcası Hidayet Koryürek’in sorumlu olduğu şirkette memur olarak çalışmaktadır. Emre, Gülseren ile arkadaşlık etmekte ama onunla evlenip evlenmeme konusunda kararsız kalmaktadır. Sonunda Gülseren’in yaptığı baskıya dayanamaz ve ailesinden de bu genç kız için olumlu değerlendirmeler alınca nişanlanır. Nişanın ardından Gülseren’in babası ve amcası, Emre ile oğulları Uğur’un birlikte yönetecekleri bir plastik fabrikası kurmak isterler. Bu fabrikanın kurulmasıyla ilgili bütün işi de bu iki gence yüklerler. Hem eğlenceye düşkün, işlerden uzak, ailenin işlerini devralıp sürdürme konusunda isteksiz olan Uğur’u iş dünyası içine çeker hem de damat adayı Emre’yi bir fabrikanın sorumluluğunu vererek ailenin işlerine ortak ederler. Emre, yine de Gülseren’in amcası Hidayet Koryürek’in kendinden hoşlanmadığı, yeğenini ondan kıskandığı düşüncesindedir. Bu nedenden tedirginlik duymaktadır. Uğur işe bağlanır, fabrika yeri olabilecek Halkapınar’daki büyük bir arsayı uygun bir fiyata kapatır.
Kocagöz, aralarda, dönemin İzmir’inin gündelik hayatından kesitler sunarak emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş bir ulusun geldiği noktayı, kimi ciddi tahlillerle, kimi de ironik bir biçimde sorgular. #NATO’nun ve Conilerin İzmir’e konuşlanmasıyla İzmirli genç kızların Coni hayranlığını, Gülseren’in arkadaşı Nuran üzerinden örnekler. Nuran’ın evlendiği Coninin Amerika’daki işinin mezarlık bekçiliği olduğu duyulduktan sonra Alsancak sosyetesi dedikodudan birbirine girmiştir. Emre, Gülseren’in yüzüne bakıp “Bundan doğal ne olabilir?” diye sorar. “Amerikalılar, dünya yüzündeki her ulusun, bizim, mezarımızı kazmakta… Elbette Coni gibi mezar bekçileri olacak…” (s.144) Yazara göre; olup biten karşısında, Türkiye ilerici düşüncenin kadrosu bakımından çok dağınık, maddi bakımdan da çok güçsüzdür. Burjuvazinin ilerici kanadı, ilerici kadronun yanına çekilmelidir; “Ne biliyorsun Emre, Gülseren’i kazandığın gibi, günün birinde Uğur’u da kazanabiliriz.” (s.245) Ve emekli Albay Nafiz Tınazepe’nin inandığı üzere; ilericiler, aydınlar, gençler orduya güvenmelidir. Tınaztepe için tek çıkış vardır; ihtilal! “Yeter ki kurtarıcılar, İttihatçıların düştüğü çukura düşmesinler de…” (s.298)
Romanda 1960 yılının mayıs ayı, bir yandan Emre ile Gülseren’in düğün hazırlıkları, bir yandan da ihtilal hazırlıklarıyla geçmektedir. Mayıs ayının sonlarına doğru bir gün Albay Tınaztepe, eşi Hediye Hanımdan dikiş makinesinin yağını getirmesini ister. Amacı beylik silahını yağlamaktır. Eşine şaka yaparak durumun ciddiyet kazandığını, silahının elinin altında hazır olmasının iyi olacağını söyler.
Romanda iş çevrelerinin Demokrat Parti ile ilişkisi üzerinde yoğun olarak durulur. Demokrat Parti için bağış toplayan iş adamlarından uluslararası tekellere bağımlı kılınmak için içlerine beton dökülen petrol kuyularına uzanan bir panorama çizer, yazar. Memleket adeta tiyatro sahnesi olmuştur ve Hasip Bey’e göre Othello sahnelenmektedir; “Tut ki İsmet Paşa, Othello, karşısındakiler de Yago.” (s.135) Oysa devir, Venedik Tacirlerinin devridir. Hidayet Koryürek, romanın Shylock’udur.2 “Herkes hayatta bir yol, kendisine çıkar bir yol bulmaya çalışır” (s.18) felsefesiyle hareket eder. Sosyalizmin alfabesini edindiği hâlde liberaldir. Ağabeyi ile de karşıt kişilik özelliklerine sahiptir. Ama romanda asıl karşıtlık, Tınaztepe ile Koryürek aileleri arasında kurulur. Tülin Arseven, bu karşıtlığın istisnasını şu tümcelerle belirtir: “İzmir’in bu birbirinden tamamen farklı Tınaztepe ve Koryürek ailelerinin neredeyse tek ortak özellikleri Atatürk’e duydukları hayranlıktır. Hidayet Koryürek de Albay Tınaztepe de Atatürk’e hayrandır. Ancak Hidayet Koryürek’in bu hayranlığının altında biraz da pişmanlık yatar. O, 1920 yılının baharını kaçırılmış büyük bir fırsat olarak niteler. 1920 yılında Paris’te kalmak yerine Ankara’ya giderek Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer alıp ona bir şekilde yar- dım edebilmek fırsatını kaçırmış olduğunu düşünür. Çünkü Hidayet Koryürek’e göre Mustafa Kemal Paşa’nın yalnız ordusu vardır, yönetici bir kadrosu ise yoktur. Albay Nazif Tınaztepe’nin anılarını oku- yan Hidayet Koryürek, hem bunlardan etkilenmekte hem de içsel bir rahatsızlık duymaktadır. Ülkenin siyasal durumunun yavaş yavaş ihtilale gitmekte olduğunu fark edip yurt dışına kaçmayı düşünmekte- dir. Ancak yurt dışına gidemeden ihtilal olur.”(3)
27 Mayıs Darbesinin ardından iş çevreleri ve bunların yaptığı işler incelendiğinde Hamdi Koryürek’in hiçbir hileli işe girişmediği, Hidayet Koryürek’in ise karaborsacılık yaptığı görülür. Emre de, plastik fabrikası kuruluşu için imzaladığı bir belge yüzünden Sıkıyönetim Komutanlığının emriyle tutuklanır. Tenis şampiyonu olduğu için basının yakından tanıdığı Emre’nin tutukluluğu gazete sütunlarında geniş yer bulur. İşin aslı, sonunda anlaşılacaktır; Emre aklanarak, Hidayet Koryürek de delil yetersizliğinden serbest kalacaktır. Roman, bir hesaplaşma sahnesiyle son bulacak, ne var ki bu kez Samim Kocagöz, Çehov’a kulak asmayacaktır. Roman boyunca birkaç kez görünen tabanca, bu sefer patlamayacaktır.
Her ne kadar Durell’in İskenderiye’si gibi bir rol oynamasa da İzmir kenti, Kocagöz’ün İzmir’in İçinde romanında önemli bir yer tutar. Sonuçta; bir gösterge olarak kitabın adıdır ve aslında günümüzün politik İzmir algısının nasıl inşa edildiğini sergilemesi açısın- dan açıklayıcı olduğu kadar doyurucudur da. Samim Kocagöz, sırayla yayımlanmamış olsalar da, romanlarıyla resmi tarihle örtüşen bir Türkiye tarihi kaleme almıştır; Kalpaklılar (1962, Kurtuluş Savaşı), Doludizgin (1963, Kalpaklılar’ın devamı niteliğinde), Bir Şehrin İki Kapısı (1948, 1930’lu, 40’lı yılların Türkiye’sini anlatır), Onbinlerin Dönüşü (1957, İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlatır), İzmir’in İçinde (1973, 27 Mayısa geliş süreci), Eski Tüfek (1988, 12 Mart’a geliş süreci), Tartışma (1974, 12 Mart süreci), Mor Ötesi (1988, 12 Eylül ertesi). Sosyalist bir aydın, yurtsever bir devrimci bilinciyle yapıtlar veren Samim Kocagöz’ün öykülerinde ve romanlarında yansıttığı insan, başta İzmir olmak üzere Ege insanıdır. Yazar, İzmir’in İçinde romanında 1960’lı yılların İzmir’ini canlı bir dekor olarak kullanmakla kalmaz, İzmir’in tarihine de, Emre’nin çalıştığı şirketin emektarı Hasip Demiroğlu’nun ani “Sen, hiç Alyotiler diye İzmirli bir aile duydun mu?” sorusuyla kapı aralar. Ege bölgesinde ticareti elinde tutan Jirolar, Gifreler, Viteller, Forbeslerden de söz açılır. Hasip Bey, söz sözü açınca, gençlik yıllarına uzanır:
Birinci Dünya Savaşı’nda askere giderken, İzmir Kordonu’na bir baktım Emre, yığın yığın üzüm, incir, tütün meyankökü gemilere yükleniyor. Hep bu kefere milleti alıp satıyor. En imtiyazlı kişiler bunlar. İzmir’in en zenginleri bunlar. İzmir’in en güzel, havalı yerlerinde, Buca, Bornova gibi yerlerinde, yeşillikler içinde konaklar kurmuşlar. Adamları, sabah, öğle, akşam, bu yerlere özel trenler getirip götürüyor. Yine Birinci Dünya Savaşı içinde, askere gitmeden önce Buca’da Villa Alyoti’yi gezmek fırsatını buldum Emre oğlum, sana şu örneği vereyim yeter: Osmanlı devletinin hiçbir yerinde kurulamamış hayvanat bahçesi, bu villanın parkının içindeydi; devekuşuna dek… Şaşmış kalmıştım. Adamların özel ev koruları vardı. Keyiflerince at yarışları düzenlerlerdi. O zamanlar zengin Türk aileleri de yok muydu? Vardı elbette: Uşakızadeler, Evliyazadeler, Osmanzadeler; ama bu aileler, dış ticarete el atmazlardı. Anahtar sahibiydiler genellikle… (s.93)
Osmanlıdan Kurtuluş Savaşı yıllarına, Yunan işgalinden İzmir’in kurtuluşuna ve büyük yangına kent tarihinden kesitler sunan Kocagöz, kentin önemini Milli Mücadele içindeki yerine bağlıyor. Cumhuriyet sonrası dönem ise, yangının kül ettiği alanlarda bir inşa süreciyle güdümlü bir kültürü de tesis ettiğinden; roman kahramanı Emre’nin antrenman için sık sık gittiği mekân olan Kültürpark, büyük yangının küllerinin temizlendiği alana kurulmuş. Zaten romanda olaylar da, Kültürpark ve çevresinde; Alsancak’ta, Basmane’de, Birinci ve İkinci Kordon’da, dar bir alan çevresinde dönüyor. Kapalı tenis kortu Karşıyaka’da bulunduğundan, özellikle yağmurlu havalarda Emre, Karşıyaka’nın yolunu tutuyor. Körfez vapurları da dâhil oluyor romana. Cumhuriyet Alanı, Fevzipaşa ve Gazi Bulvarları, o sıralar, taşıt trafiği açısından daha tenha, Fevzipaşa Bulvarı’nın tam ortasında bugün kısmen olduğu gibi ağaçlar yer alıyor. Düğün hazırlıkları için gezilen Kemeraltı ve Kuyumcular Çarşısı ise, “Yandın Emre! Hanımla çarşı pazar dolaşmak rezalet! Evlenir evlenmez bu işten kurtulmanın bir çaresine bakmalı” (s.323) sözleriyle anılıyor. Yine İzmir’in pek çok semti romanda yalnızca birer sözcük olarak geçerken yazar, anlatının dokusuna zarar vermemek amacıyla belirgin mekânlardan olabildiğince kaçıyor. İzmir Palas, Alsancak Protestan Kilisesi, Amerikan Koleji gibi mekânlar da olay örgüsüne sıkı sıkı bağlı yerler olarak değil de, roman kahramanlarının toplumsal çevresi hakkında ipuçları sunması açısından göz önüne alınabilirler.
Kente değen yazar gözü, bir bellek oluşturmakla kalmaz, okur algısında kenti de estetize eder. Anlatılan kentler ya da kent anlatıları, içinde bulunduğumuz ya da kullandığımız bir mekândan satır aralarında daha gövdeli bir estetik yapıya dönüşür:
Birinci Kordon’a, Atatürk Bulvarı’na çıkmıştık. Deniz masmavi, durgundu. Sabah güneşi gökte uçuşan bulutların arasından uzanmış, pembe pembe, mavilikleri parıldatıyordu. Karşıda Karşıyaka, çok açık ve seçik görünüyordu. Bulutlar dağılıyor gibiydi; hava açıyordu. Şehir yavaş yavaş güneşin aydınlık kolları arasına giriyordu.” Yazar, roman kahramanı Emre üzerinden İzmir’e bağlılığını bu gövde üzerinde dallanıp budaklandırır:
Çocukluğum, babamın görevinden ötürü bu şehirde geçmişti. Gençliğim, babam emekli olunca, yine bu şehirde geçmişti. Babam, görevle başka yerlere gittikçe ben, okumak için İzmir’de kalmıştım çoğu. Bu yüzden, İzmir’i çok çok sevi- yordum. Ne zaman herhangi bir nedenle başka şehirlere gitsem, kendimi rahat hissetmezdim. Radyo’da bile İzmir Marşı’nı duydum mu, yüreğim hop eder! Babam söyler, ben de tekrarlarım: Şehirlerin marşları, şehirlerin yaşantısıyla birlikte doğmalı; şehirlerin tarihine sıkıca bağlı olmalı: İzmir Marşı gibi! İzmir, Türk Kurtuluş Savaşı’nın nasıl sembolü olmuşsa, marşı da İzmir’le birlikte kurtuluşun sembolü olmuştur. Marşın bestecisi Mehmet Ali Bey’i, babam her gün anar (s.187).
Roman, mekânsal olduğu kadar sınıfsal düzlem- de de dar bir alana sıkışmıştır. 27 Mayısı hazırlayan süreci, ekonomik yönüyle, burjuvazi ile Kemalist Türk aydını arasındaki ilişkiler / çelişkiler bağlamında ele almıştır. Toplumun diğer kesimlerinin İzmir’de sürdürdükleri hayata ve koşullarına olduğu kadar Demokrat Parti yönetiminin aydınlar, sol kesim, gençlik ve halk kitleleri üzerindeki baskı ve yasak- larına dair anlatımlar, cılızdır. Kocagöz, Demokrat Parti yönetimini yöntemsel olarak Kurtuluş Savaşı ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı dönemiyle kıyaslayarak eleştirmektedir. Ona göre 27 Mayıs, dönemin politik koşullarının doğurduğu bir zorunluluktur. Dolayısıyla 27 Mayısı hazırlayan koşullarda İzmir’in yeri ve önemi, yapılan askeri hazırlıkların dışında birkaç gazete haberine yansıyan öğrenci olaylarıyla sınırlıdır. 27 Mayıstan sonra kutlamalar, fener alayları, marşlar söylenen mitingler; İzmir üzerin- den kurulan ve günümüze uzanan politik algının hangi tarihsel olaylar karşısında refleks olarak ortaya çıktığının da birer göstergesidir. Aslında roman dışında bir not düşecek olursak, bu refleks, çok önceleri, Menemen’de Asteğmen Kubilay’ın katledilmesinden sonra göze batmaktadır. İzmir’i genç cumhuriyetin başkentinden daha cumhuriyetçi, diğer kentlerden daha ulusalcı yapan etkenleri Samim Kocagöz’ün özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarına dair düştüğü notlarda bulabiliriz.
İzmir, bu romanda bir roman kahramanı mıdır? Roman kahramanlarının, hele bir de tarihsel bilgiler eşliğinde gerçek kahramanların da kurgusal olanların yanında yer aldığı bir bollukta, bunu öne sürmek çok da mümkün değildir. Roman kahramanı, anlatı boyunca, her an anlatının kaderini değiştirecek bir rol oynar. Oysa İzmir’in İçinde söz konusu olduğunda, anlatının kaderi roman kahramanlarını bile aşmıştır. Kaldı ki yazarın tarih yazma kaygısı, mekân yazma kaygısının önünde gittiğinden; bu açıdan da İzmir’e bir roman kahramanı gibi yaklaşamayız. Öte yandan İzmir kentinin, romanda, kahramanlaştırılmadığını da söyleyemeyiz. Özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarına yapılan göndermelerle İzmir’in bir ulusun kendini inşa sürecindeki önemi vurgulanıyor. Attilâ İlhan’ın Ben Sana Mecburum kitabından “Tension A Smyrne” adlı şiirinin kitap sonunda yer alan açıklamalar bölümünde “Nedense İzmir işlenmemiş ve edebiyata aktarılmamıştır”(4) diye açıkça yazması bir yana, edebiyat öznesi olarak İzmir kentinin, yerelden ulusala, ulusaldan evren- sele yansıması bir avuç yazarın çabasından öteye geçememiştir. Sözü buradan doğrultursak, Samim Kocagöz; Necati Cumalı, Salah Birsel, Şükran Kurdakul, Attilâ İlhan, Tarık Dursun K., Mehmet Coral gibi yazarlarla birlikte İzmir’i sorun edinen, yazınsal emeğine özne yapan bir edebiyat insanı olarak anılmayı hak eder niteliktedir. En azından, çağ yangınına yüz sürenlerdendir.
Yangın kulesine çıkıp aşağılara baktığınızda, yangın yoksa eğer; sizi bekleyen müthiş bir manzaradır. Hele de teninizi yalayan imbatsa:“Güneş, körfezin öteki ucuna, dış körfezdeki Uzunada’nın ardına doğru ağmıştı. Karşıyaka’nın altındaki tuzlanın beyaz beyaz tuz tepecikleri, oturduğumuz yerden mavi suların içindeymiş gibi görünüyordu. Güneşin pembeliği, denizin maviliği, tuzlanın beyazlığı birbirine karışıyordu. Solumuzda iç körfeze yol veren kale, bir kül yığını halinde görünüyordu. Kalenin ardında kıyı, Urla’ya doğru, yemyeşil sebze, portakal, mandalin bahçeleriyle uzanıp gidiyordu.” (s.255)
1- Kitaptan yapılan alıntılarda 2009’da yayımlanan Literatür Yayınları’nın birinci basımı kaynak alınmıştır.
2- Shylock, Shakespeare’in Venedik Taciri oyunundaki kötü adam, Yahudi tüccar. Gemileri açık denizlerde dolaşan Antonio, Venedik’teki itibarını kullanarak, arkadaşı Bassanio’yu sevgilisi Portia’ya gönderebilmek için bir zamanlar hakaretler yağdırdığı
Yahudi tefeci Shylock’tan üç bin düka borç alır. Shylock ise, Antonio’nun borcu ödeyememesi halinde, bedeninin neresinden isterse oradan, bir pound (yaklaşık 450 gr) eti keseceğini senedin sonuna koşul olarak ekletir.
3- Tülin Arseven, “İki Roman, İki Bakış, Bir Siyasi Olay: Bir Gün Tek Başına ve İzmir’in İçinde”, Milli Eğitim Dergisi, Bahar 2006, Yıl 35, S.170, s.293.
4- Aktaran: Yaşar Aksoy, http://www.cesmecity.com/izmiri-yazmak-yasar-aksoy.html
Sorry, there were no replies found.