Roman Kahramanları
Emma: BEYAZ BİR KÂĞIDIN BAŞINA OTURUR GİBİ
-
Emma: BEYAZ BİR KÂĞIDIN BAŞINA OTURUR GİBİ
BEYAZ BİR KÂĞIDIN BAŞINA OTURUR GİBİ
(Jane Austen’in Emma’sı)*Makale Yazarı: Melike Belkıs Aydın
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ocak/Mart 2017) 29. sayıda yayımlanmıştır.
47. bölüm:
Harriet! Zavallı Harriet! İşte Emmayı kahreden, aklından çıkmak bilmeyen düşünce buydu. Bu nişan haberinin kendisi için asıl korkunç yönü buydu Zavallı #Harriet! Bir ikinci kezdir ki Emma’nın yersiz pohpohlamasının ve yanlış düşüncelerinin kurbanı oluyordu. Meğer #GeorgeKnightley “Senin Harriet’e yaptığın gerçek bir dostluk değil” dediği zaman nasıl da haklıymış! Emma şimdi kızcağıza kötülükten başka bir şey yapmamış olduğunu düşünüyordu.Gerçi bu kez #FrankChurchill’i Harriet’in aklına koyan kendisi olmamıştı. Kendisi daha hiçbir şey söylemeden Frank’i beğendiğini Harriet açıklamıştı. Ama kendisi küçük arkadaşını bu duygularını körükleyip kışkırtacağı yerde belki bastırabilir, önleyebilirdi. Harriet’in üzerindeki etkisi büyüktü. Biraz daha #sağduyu sahibi olsaydı, Harriet’i böyle bir sevgiye kapılmasına hiç fırsat vermezdi. Çünkü Frank’in Harriet’i sevmesi şansının ancak beş yüzde bir olduğunu kestirebilirdi.
“Gelgelelim sağduyu sahibi olmak nerde ben nerde?”
Kendi kendine son derece kızıyordu. Bu arada Frank Churchill’e kızamasaydı herhalde patlardı.#JaneFairfax’ gelince, Emma’nın artık Jane için üzülmesinin gereği kalmamıştı. Jane’in derdinin ve hastalığının kaynağı aynı şey olduğuna göre, şimdi genç kız her yönden şifa bulmuş sayılırdı. Emma şimdi Jane’in ondan niçin yüz çevirmiş olduğunu da anlıyordu. Hiç kuşku yok, bu bir kıskançlık ürünüydü Emma’yı bir rakip gibi gördüğüne göre ondan gelen önerileri, yardımları Jane’in geri çevirmesine şaşılır mıydı?
Evet, Emma artık her şeyi anlıyordu ve Jane ‘in her türlü mutluluğa en lüks hayata en yüksek yerlere layık olduğunu da itiraf ediyordu.
Gelgelelim Harriet bambaşka bir sorundu. Emma bu ikinci düş kırıklığının Harriet’i birincisinden daha çok sarsacağını kestirerek perişan oluyordu. Birincisi , Frank Churchill Bay Elton’dan daha yüksek bir kimseydi. İkincisi, bu bağlılık Harriet üzerinde daha derin bir iz bırakmışa benzerdi. Harriet olgunlaşmış, daha iradeli, daha ağırbaşlı ve kendine egemen bir insan olmuştu. Bu derece derin bir aşkta düş kırıklığına uğramak hiç kuşku yok ki daha acı verici bir şey olacaktı.
Her şeye karşın Emma acı gerçeği Harriet’e hemen söylemek zorundaydı. Gerçi #BayWeston şimdilik durumun gizli tutulmasını istemişti. Bayan Churchill’in ölümü daha pek yeni olduğundan Bay Churchill’in nişanı hemencecik duyurmanın yakışık almayacağını düşünüyormuş. #BayanWeston da “aramızda kalsın” demiş.
Ama düşünmeden edemiyordu, bütün yanlış anlaşılmaların düzeltileceği bir yer, her yanılgının telafi edileceği bir zaman var mıydı? Emma odasında bir yukarı bir aşağı yürüyor ve vicdan azabıyla gururunun kırılması arasında içi buruluyordu. Son bir ayda olanları sindiremiyordu. Küçük arkadaşı Harriet’e uygun bir kısmet olarak düşündüğü Bay Elton’ın önce kendisine aşk itirafı yapıp ardından da nispet eder gibi evlendiği karısının görgüsüzlüklerine maruz kalmaya daha ne denli katlanabilecekti? Harriet’nin üzüntüsünde kendi düşüncesizce hareketlerinin, burnunun ucunu bile doğru göremeden saçmalamasının payı var mıydı? Üstelik bir de kendisine uygun gördüğü çocukluk arkadaşı Frank Churchill’ in aslında Jane Fairfax’la nişanlandığını duyması ve Bay Knightley’in yaptığı aşk itirafı onu daha çok şaşırtmış ve üzmüştü. Ne yapacağını bilemiyor bir türlü kendini toparlayamıyordu. Onu üzen kafasında sadece birtakım #yanlışeşleşmeler kurgulamış olması değil dünyayı çok başka türlü, belki de tamamen yanlış bir biçimde algılamış olduğunu fark etmesiydi. Farkına vardığı bu algılayışında bir şeylerin çok yanlış olduğuydu. Yalnızca bir #gönülişleri karmaşasından çok doğru akıl yürütememiş olması onu çok yıpratmıştı. Bir şeyleri sanki olmadığı gibi görmüş ve bu yanlış görüntüye göre davranmıştı. Doğrusu neydi kestiremiyordu ama bunda aksayan bir şeyler olduğunu biliyordu. Kendini yargıladıkça görüyordu ki tüm yaşamını güvenlikli bir tiyatro sahnesindeymiş gibi geçirmiş, çevresindeki insanları da sanki bu sahnenin aktörleriymişler gibi dilediğince oynatmak derdinde olmuştu. Bunları düşünüp duruyor ve kendini suçluyordu. Kendini kandırdığı yetmemiş çevresini de buna alet etmişti sanki. Kendi yaşamına bir sakınca gelmeyeceğinden emin olmuş, çevresine tepeden bakarak her şeyi dilediği gibi biçimlendirebileceğini de sanmıştı. Belki de kibirli olduğunu kabul etmeliydi, bu ona çok zor geliyordu ama olan biteni düşündükçe başka türlü de edemiyordu. Kuklalarının iplerini parmaklarına geçirmiş onları oynatabileceğine kendini inandırmış biri gibi davranmıştı, kendisine kızıyor bitmeyen bir suçluluk duyuyordu.
Yanlış düşlerle doldurduğu bu yolun bir dönüşü olabilir miydi? Acaba küçüklüğünden beri bir şeyleri yanlış mı yapmıştı? Elinde kalem ve kâğıt, sabahlara dek oturuyor, yaşamı üzerine düşünüp duruyordu. Eskisi gibi güzel bulduğu şiirleri defterine temize çekmek yerine sabahlara kadar kendi istediklerini yazıyordu. Dadısının, ablasının ve babasının korumasında yetişmiş bir kız olarak sanki hep bir piyeste kendisine suflörü ne söylemesi ve ne yapması gerektiğini fısıldarmış gibi gelmişti. Ya da küçükken babasının götürdüğü panayır yerlerindeki #ipcambazları geliyordu aklına; sanki o ipin üzerindeyken hep kollarından tutan ve aşağıda onu tutmayı bekleyen birileri vardı. Bu güvenlik içinde hakiki bir tavrı yok gibi geliyordu. Ne yapsa kendisine ait değildi sanki, birilerinden ödünç alıyordu ve tehlike görünce hemen geri verebileceğini biliyordu. Şimdiye dek suflörün söylediklerini olduğu gibi onaylamış ve kabul etmiş, o sözleri ve davranışları kendi sözleri gibi bellemişti. Ama hakiki kendisi neydi? Suflörleri susarsa ancak kendi sesini dinlemeye fırsat bulabilecekti. Günlerce bunları düşünüyor, değil evinden, odasından bile çıkmak istemiyordu. Ablası ve çocukları birkaç haftalığına yeniden kalmaya geldiğinde de zoraki kır gezilerine gidiyordu. Yeğenlerini de ablasını da çok seviyordu ama artık yanlarında bir sıkıntı hissediyor, bir an önce her şey bitsin de odasına çekilebilsin istiyordu.
Birkaç hafta sonra ablasının eski bir dostunu ziyarete gittiği bir öğleden sonra, Harriet Smith çay saati için kendisine uğramıştı. Soluk soluğaydı ve heyecandan kesik kesik konuşuyordu. Emma ağzını açmadan Frank Churchil’in de nişanlandığını öğrendiğini söylemiş ve buna üzülmediğini içtenlikle belli etmişti. Yüzü kıpkırmızıydı, anlattığı şeyler sanki gözlerini kamaştırdığından gözlerini kırpıştırıp duruyor, konuşması sırasında istemsizce gülümsüyordu. Harriet, #kiliseçıkışı bir tiyatro kumpanyasındaki oyuncularla tanıştığını ve onlarla çok güzel bir arkadaşlık kurduğunu söyledi. Bu küçük kasabayı ardında bırakmayı düşündüğünü, #kumpanya ile turneye çıkıp bütün ülkeyi gezmek istediğini anlatıp durdu. Kendisine küçük bir rol vereceklerini, beğenirlerse ilerde daha büyük roller alabileceğini, kumpanya sahibi kadının kendisinde tam da gereksinim duydukları role uygun yüz hatlarına ve mimiklere sahip olduğu için rol teklif ettiğini anlattı. Emma’nın ellerini sımsıkı tutup avuçlarının içinde sıktı ve ona ışıl ışıl gözlerle baktı. Kimsenin ne diyeceği umurunda bile olmayacaktı, kimseyi dinlemeyecekti bu defa. Heyecan içinde söyleyeceklerini birbirine karıştırarak anlatıyordu. Emma çok şaşkındı, allak bullak olmuştu. Bir kızın kendisine biçilmeye çalışılan bir gelecek ihtimalini, bir telafi imkanını, temkinli bir yaşam düşüncesini elinin tersiyle itip birdenbire yepyeni bir hayata atılabiliyor olması, hem de Harriet gibi güvenebileceği somut bir dayanağı olmadan bunu yapabilmesi onu şaşırtmıştı. Harriet kumpanya ile birlikte on gün sonra gideceğini söylemişti. Emma’dan istediği bu düşüncesini kimseye yaymamasıydı. Bu sırrını saklamasını istiyordu ondan. Sırrının saklanmasını isteyen kimse karşı tarafa bir üstünlük sağlardı sanki ve Emma, Harriet’in bu üstünlüğü hissettiğini fark etti bir an. Bundan rahatsız oldu, demek onun kimseden yardım istemeden hayata geçireceği bir planı vardı. Bir de bunun muhafazasını, yani düşlerinin bekçiliğini istiyordu ondan. Konuşmaları sırasında sabah pişirdikleri çöreklerden yediler, Emma sıkıntıdan biraz fazla yediğini fark etti. Harriet’in taşkın ruh haline tahammül edebilmesinin yolunu yemekte bulmuştu. Ama Emma onun kurtarıcısı, akıl hocası olmaktan vaz geçmeyecekti. Şimdi de tiyatro kumpanyaları hakkında bildiği olumsuz şeyleri sıralamaya başlamıştı. Ama küçük arkadaşın onun dinlese de, eskisi gibi yapmayacağı belliydi, artık ona kulak asmaya pek niyeti yoktu. Dediklerine bir karşılık vermek yerine söylediklerini umurunda olmadığını anlatan bir gülümseme ile karşılık veriyordu.
Emma Harriet’ın o günkü ziyaretinden sonra günlerce düşünüp taşındı. Gitmesine iki gün kala onunla tekrar görüşmek istedi. Tiyatro kumpanyaları hakkında uyarmayacaktı, bunun işe yaramayacağını anlamıştı. Onu ille #evlilik düşüncesine ikna etme çabasından da vaz geçmişti. Harriet çoktan bir evlilik ile #sınıfatlama veya kendini kurtarma fikrinden vazgeçmiş, bunu bütün konuşmalarından anlamak mümkündü. Sanki evlilik fikri birkaç hafta önce bile gündem olmamış gibi davranıyor, bütün buluşmalarında kumpanyadakilerle görüşmelerini, ona yeni piyeste vermeyi düşündükleri ufak role ilişkin yaptıkları birkaç provayı anlata anlata bitiremiyordu. Kendi giysilerine benzemeyen tuhaf şeyler giymiş, sahneye fırlamış ve ezberlettikleri birkaç sözü ilk defasında yutkuna yutkuna güçlükle, daha sonra ise rahatlıkla söyleyebilmişti. Emma bunları dinledikçe kendi haline bakıyor, yaşamında böyle tutkuyla anlatabileceği bir uğraşı olmadığını kederle düşünüyordu. Ama gururlu bir kız olduğundan ve son zamanlarda yaptığı yanlışlardan dolayı bir türlü iç huzurunu bulamadığından Harriet’ın yanında hakiki duygularını bir türlü itiraf edemiyordu. Kendisini açık etmekten artık korkuyordu. Harriet kumpanya ile yola düşmeden önce yani yarın akşam son prova için yine oraya gideceğini söylemiş, Emma’yı da davet etmişti. Kumpanyanın provalarını izlemek aslında mümkün değildi ama Harriet, Emma’yı provaya sokabilirdi, üstelik sevgili dostu Emma’nın kendisini izlemesini çok istiyordu. Belki de Harriet bağımsız ve kendi başına buyruk biri olduğunu, yani sadece biri olabildiğini Emma’ya kanıtlamak istiyordu. Onun kendisine uygun gördüğü kader olmayınca, Harriet bunun yasını tutmak yerine kendisine hiç de onu aratmayacak bir yenisini hem de kendi elleriyle koyabilmişti. Harriet gerekçelerini makul bulup aklında olan biteni yerli yerine oturtabilmişti ve kolayca da vazgeçmesini bilmişti. Belki de asıl istediğinin o kendisine biçmeye çalıştıkları kader olmadığını fark etmişti. Emma şaşkınlıkla düşünüyordu ki bir genç kız nasıl olur da kendisine ayarlanmaya çalışılan bir evlilik düşüncesinin olmayışı karşısında bu denli umursamaz davranabilsin ve bir yeni kaderi aramaya bu denli çabuk çıkabilsin.
Ablası Emma’nın bu halinden rahatsızdı. Emma’nın bir süredir iyice kapıldığı içine kapanıklığı son günlerinde iyice artmış bu kez üzerine bir sinirlilik hali de gelmişti. Olur olmaz şeylere alınıyor, kendi kendine söyleniyordu. Ablası Emma’daki huzursuzluğun artık genel ve kalıcı bir hal almış olduğunu düşünmeye başlamıştı. Emma’ya çıkışmıyor, onun bu haline iyi gelecek bir kır gezisi ya da uzun süreli bir dinlence tasarlamaya niyetleniyordu. Babası, çocuklar ve kocası ile birlikte kocaman bir aile olarak bir yerlere gitmek iyi gelecekti, bundan emindi. Emma son olayların etkisinde fazlaca kalmıştı. Ablası da ona yeterince sahip çıkamadığını düşünüyor ve bu eksikliğini nasıl gidereceğini düşünüp duruyordu. Harriet’in eve gelip gitmelerine seviniyordu, Emma ile aralarının iyi olduğunu görmek onun da hoşuna gidiyordu. Ama bu gidip gelmelerden sonra Emma’nın suratının asıklığının azalmadığını aksine gözlerinde dik başlı ve öfkeli bir ışığın parladığını görüyor bundansa hoşlanmıyordu. Emma, Harriet her ne söylüyor veya anlatıyorsa onun etkisinde kalıyordu. Böyle günlerde akşama dek artan huysuzluğuyla ortalıkta dolanır, sonra yemek masasında bir araya geldiklerinde pişmanlık hissetmiş gibi gardını düşürürdü. Yeğenlerine daha sevecen, ablasına daha ilgili olmaya çalışır, babasıyla daha sevgi dolu konuşmak için çaba gösterirdi. #Ablası bir iki kere Emma’ya Harriet’in nasıl olduğunu, bütün olan biteni atlatmayı nasıl başardığını ve çay saati boyunca neyden söz ettiklerini sorardı. Emma pek yanıtlamaz kimi bahanelerle geçiştirirdi. Yalnız bir defasında yeğenleri salonun öteki ucunda tiyatroculuk oynarlarken dilinin ucuna bir şeylerin geldiğini hissetmişti. Emma sanki söylemeyi çok istediği ama bir türlü beceremeyeceği bir şeyi ağzının içinde geveleyip duruyor, bir türlü ifade edemiyordu. Ablası sonra belki de yanlış yorumladığını düşünmüştü, belki sadece çocukların oyunu hoşuna gitmiş de olabilirdi.
Harriet’in gidişi kumpanyanın başrol oyuncularının hastalığı yüzünden birkaç gün gecikecekti. Bu yüzden öğlenleri prova yapmayı sürdürdüler. Emma da Harriet’in davetinin kaul etmiş, bir öğle provasına izleyici olarak katılmaya karar vermişti. Evden çıkarken ablasına bir bahane uydurmuş, Harriet bir tiyatro kumpanyasına dahil olma fikrini olabildiğince az insanın bilmesini ondan rica etmişti. Bu nedenle de Emma ablasına tiyatrodan söz etmemişti. Sahnenin önünde dizili oturak olarak kullanılan kalaslardan ikinci sıradakine oturdu. Önü boş olduğundan sahneyi görebiliyordu. Harriet’in sırası gelene dek ortalığı incelemeye uzun uzun karar verdi, renkli giysiler, dekorlar ilgisini çekmişti. Tuhaf görünümlü bir adam bütün arka sıralar boşken Emma’nın yanına oturmuştu. İçeri girerken Harriet’ın adını vermiş, Kumpanyanın yönetmenlerinden bir kadınla görüşmüştü. Kadın baştan aşağı Emma’yı süzmüş isterse kendisinin de gelebileceğini işi bırakan iki üç arkadaşları yüzünden yerleri ve gereksinimleri olduğunu söylemişti. İncecik ve uzun boylu, kocaman kara gözlü bir kadındı. Dizlerinin üzerinde bir defter vardı, Emma gibi şiirler yazıyordu. Emma istem dışı adamın dizlerinin üzerine koyduğu defterindeki satırlara göz gezdirdi. Aralarındaki mesafe çok fazla olmadığından yazılanları okuyabiliyordu. Adamın defterine yazdıkları Emma’nın bildiklerine hiç de benzemiyordu. Ne demek istediğini tam anlayamıyordu belki ama uğruna bir şeyler yapılabilir gibi gelivermişti Emma’ya. Bütün bu dekorlar, parlak giysilerden sanki daha baş döndürücü birkaç dize bütün oyun boyunca zihninde tıkanmış bir damar gibi zonklayıp durmuştu. Prova arasında şiir yazan adamın da kalkıp kulise girdiğini gördü, belli ki bu adam kumpanya ile birlikte idi. Emma kendi kendine gülümsedi, sahnede Harriet’in çıkıp anlata anlata bitiremediği iki tümceyi sahnede söylediğini duyamadı. Günlerce anlattığı o iki tümcelik sahne heyecanı için çarpan kalbini unutuvermişti birden ama zihni o arada çok daha önemli kararlar vermekle meşguldü. Ne yapacağını biliyordu. İyice emin olmuştu, ince uzun boylu o kadının yanına gidip konuşmak için prova arasını bekleyecekti. Artık hayatında kimseden sufle almayacaktı, düştüğünde tutan birileri olmadan da bir şeyler yapabilirdi o da. Bir yanlışı düzeltmektense toptan yolunu değiştirmek, bir doğru için en başından başlamak gerekiyorsa bunu yapacaktı bu kez. Telafi değil de şimdi sıfırdan başlayacaktı bir şeylere, kendisine sufle verecek kimsesi olmayabilirdi gerçek hayatta. Bir şeylerin ya da birilerinin peşinden bir yola girecek gücünün olduğunu hissediyordu. Beyaz bir kağıdın başına oturur gibi…
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.