DÜNYA ROMANININ MANCHA’LI SOYLUSU DON QUIJOTE

  • DÜNYA ROMANININ MANCHA’LI SOYLUSU DON QUIJOTE

    Posted by admin on 12 Temmuz 2024 at 10:32

    DÜNYA ROMANININ MANCHA’LI SOYLUSU DON QUIJOTE*

    Makale Yazarı: Adnan Binyazar

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2010, 4. sayıda yayımlanmıştır.

    Don Quijote, #ReşatNuriGüntekin’in kısaltılmış, #HamdiVaroğlu’nun tama yakın çevirisi Don Kişot adıyla yayımlanmıştır. Çevirisinde #DonQuijote (1) yazımını ilk kullanan #BertanOnaran oldu. Kitabın özgün adı El Ingenioso Hidalgo Don Quijote de la Mancha’dır (2). Ayrıntılı adı yeğleyen ilk çevirmen ise, #RozaHakmen’dir: Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote (3).

    Dilimizde “#hayatarkadaşı” diye bir deyim var. Sözlüklerde genellikle “kadın için koca, koca için kadın” diye tanımlanıyor bu deyim. Sözlükbilim açısından yeterli sayılması gereken bu tanım, anlambilim açısından kapsayıcı değil. Belki her türlü hayat paylaşılmayabilir, ama bir kitap, müzik parçası, dost pekâlâ hayat arkadaşı sayılabilir. Kaldı ki, İzlanda Başbakanı eşcinsel Johanna Sigurdardottir’in kadın arkadaşı Jonina Leosdottir’le resmen evlendiği, toplumda eşcinselliğin kurumlaştığı bir dünyada bu tanım nerdeyse geçerliğini yitirmiştir.

    Don Quijote’yle geçen yılları gözümün önüne serince, ona “#başucukitabım”, “nereye gidersem yanımda taşıdığım”, “her yıl bir kez daha okumadan edemediğim”, “herkesin hiç değilse bir kez okuması gereken” kitap vb. adlandırmaları, düşlemimde yarattığım anlam, yerini bulamıyor. O nedenle, tam karşılamazsa da, ben yine Don Quijote’ye “hayat arkadaşım” demeyi yeğleyeceğim.

    Don Quijote’yi “dünya romanının Mancha’lı soylusu” olarak tanıtmaya geçmeden, #MasalınıYitirenDev adlı romanımdan kısa bir alıntı yaparak, on sekiz yaşımdan bu yana onu nasıl hayatımdan uzak tutmadığımı yansıtan bir iki olayı aktarmak istiyorum:

    “Yaz gelince, aşağıdaki tek odadan yukarıdaki odalara geçilirdi. Günlük yaşam ise, kışın kullanılmayan, ancak çalı çırpı yerleştirilen #avluda geçerdi. Ev halkı ve mahalleli, anamın çiçek gibi temiz tuttuğu bu avluda toplanırdı. Avlunun nüfusu hiçbir zaman on kişiden az olmazdı. Ben, sinek girmesini önlemek için pencerelerini sıkıca kapattığım bu odalardan en ışıklı olanının bir köşesine çekilir akşamlara kadar okurdum. Shakespeare’ler, Dostoyevski’ler, Balzac’lar, Steinbeck’ler, Hemingway’ler… çevremdekilerden daha canlı kişileriyle odanın içine dolardı. Don Quijote’yi okurken kimi sahnelerin büyüsüne kapılır, kahkahalarla avluya iner, olağanüstü olayları üvey babama da okurdum. Gülüşlerimiz tek ağızdan çıkmışçasına ortak bir sevince dönüşür, avluda Don Quijote’yle, Sancho Panza’yla kucaklaşırdık. Don Quijote’nin, berber leğenini bir şövalyenin miğferi sanması, Sancho’nun, avluda top gibi havaya atılışının dışarıdan görülmesi, Don Quijote’nin, kılıcını sapladığı tulumlardan akan şarabı, öldürdüğü düşmanların kanı sanması günlerce güldürmüştü bizi.,,

    “Çileli anam, geçmişte kalan hiçbir şeye özlem duymazdı; avluda gülüşlerle geçen o günleri ise hiç unutmadı.

    “Evde herkese bu büyük romandan seçilen adlar konulmuştu. Hiç ilgisi yokken, #Dulcinea adı, evde tek kadın olan anama uygun düşüyordu. Kardeşim Ersan #Quesada, yani Don Quijote idi. Az çok yazmaya yatkın olduğum için ben kendimi #Cervantes’in yerine koyuyordum. #Sancho’yu dışarıdan seçmiştik. Yaz boyu eşeğinin arkasından bir saniye olsun ayrılmayan #Sırta, tek ad yetmezmiş gibi, bir de Sancho demeye başlamıştık. Evde at yoktu, #eşek vardı. Hiç tartışmadan eşeği Rocinanteliğe terfi ettirmiştik. Hayvancağıza ad koymakla kalmamış, bir gün üstüne yağlı boya ile #Rocinante yazmıştık. Eşeğin açlık anırmalarını, açlığına değil de, terfi etmesine bağlıyorduk. Biz, üç-beş kişilik bir aile, Doğu Anadolu’nun bu küçük kasabasının avlusunda, esprileriyle Don Quijote’li bir İspanya havası yaşıyorduk.”(4)

    Bizim avludaki Don Quijote’miz, “asilzadeliği”ni soyunmuş, aileden biri olmuştu. Okudukça olayların gelişimi merak ediliyor, kitabın bir yerinde de dendiği gibi, Don Quijote’yi “çocuklar karıştırıyor, gençler okuyor, yetişkinler anlıyor, yaşlılar alkışlıyor”du.

    Don Quijote’ye ilişkin yalnızca çocukluk anılarımı değil, Berlin’de yaşarken ara tatillerinde en küçük fırsat düştüğünde İspanya’ya gidiyordum; oraya ilişkin izlenimlerimden de kısa bir alıntı yapayım:

    “Modaya uyup önce #Mallorca’ya gittim. Berlin karanlığından kurtulup Akdeniz’in, denizde yıkanıp ovalara yayılan güneşini görünce, köy delikanlıları gibi, ellerimi pantolonumun ceplerine sokmuş, mutluluk ıslıkları çalmıştım. O günün akşamı çarşılara düşmüş Don Quijote figürleri aramıştım. Cervantes vardı, Hamlet vardı; Don Quijote yoktu. Yalnız o mu, romanın şenlikli adamı #SanchoPanza da, çilekeş Rocinante de yoktu, Dulcinea’nın adı bile geçmiyordu. Ah, bir bulsam, atı Rocinante gibi kemikleri derisinden fırlamış bilge Don Quijote’nin figürüne neler vermezdim! Sevimli yüzüyle şiş göbek Sanco Panza’ya, üstüne sevgi sözlerinin bereketli yağmurları yağan Dulcinea’ya bir kavuşabilseydim…

    “Bir sanatçı elinden çıkmamışsa, tel bükme, tahtadan oyma figürleri hiç sevmem. Onlardan vardı: eşeğinin üstünde kaykılmış Sancho Panza, yel değirmenleri karşısında atı Rocinante’yi şaha kaldırmış Don Quijote… Üstünkörü figürler önce özenilerek bir yere konulur, sonra evde sokuşturulacak delik aranır. Öyle uydurma işlerle geçiştirilir mi Cervantes’in sonsuz kişileri? Büyük sanatların ayağına büyük adımlarla gideceksin.” (5)

    Çoğu okuma yazma bilmez, hayatlarında roman adı duymamış kişilerin toplaştığı avluda Don Quijote’nin serüvenleri neden onların böylesine ilgisini çekiyor, genç bir öğrencinin okuyup aktardığı olaylara kahkahayla gülüyorlardı?..
    ***
    Önceden yazdığım bir yazıda, (6) sorunu bir ölçüde irdelemiştim. Yazı kapsamı içinde kendime bir soru yöneltiyordum: “Don Quijote’nin bizim insanımıza ilginç gelmesi, acaba bu romanın, #doğuanlatıları; ya da geniş bir anlatı kültürüyle beslenip Mısır’da bugünkü biçimini aldıktan sonra oradan Mağrip (7) ülkelerine kadar uzayan; Endülüs Emevileri yoluyla İspanya’ya geçen Binbir Gece Masalları’yla akrabalığına bağlanabilir miydi?” Kitabın 39-41. bölümlerindeki , “Esirin hikâyesi”nin, #BinbirGeceMasalları’ndaki meraklandırıcı geleneği sürdürerek, #Şehrazat’ın, anlattığı öykülerin girişinde, “Beni dikkatle dinleyecek olursanız, öyle bir gerçek hikâye duyacaksınız ki, sanıyorum özenle, düşünülerek uydurulmuş hikâyelere taş çıkaracaktır,” türünden söylemlerle başlaması bu kanımı doğrulayacaktır.

    Don Quijote’nin, silahtarı olmaya ikna ettiği Sancho Panza’yı anlattığı bölümü okuduğumuzda kendimizi nerdeyse Binbir Gece Masalları’nın anlatımsal ortamında buluruz:

    “Bu arada. Don Quijote, komşusu olan dürüst (yoksul insana dürüst denebilirse) ama aklı kıt bir çiftçiden ricada bulundu. Sonuçta o kadar dil döktü kİ, zavallı köylü onunla yollara düşüp silâhtarı olmayı kabul etti. Don Quijote’nin adama söylediği şeylerden biri de, yolculuğa hevesle hazırlanması gerektiğiydi; çünkü öyle bir serüven çıkabilirdi ki karşısına, bir çırpıda bir cezire8 fetheder, silâhtarını da vali tayin ederdi. Sancho Panza, yani çiftçi, bu ve benzeri vaatlerle karısını bırakıp komşusunun silahtarı oldu.” (s. 82).

    Don Quijote’nin, yola çıkarken, geleceği, Doğu anlatılarına özgü düşlemlerle çizer:

    “Kimbilir, belki de ileride, kahramanlıklarımın gerçek öyküsü yayımlandığında, öykümü yazan bilge kişi, böyle sabah erkenden yola çıkışımı da şu şekilde nakleder: ‘Al yanaklı Apollon güzelim saçlarının altın tellerini dünyanın uçsuz bucaksız yüzeyine henüz sermiş, rengârenk küçük kuşlar, kıskanç kocasının yumuşak yatağından çıkıp La Mancha ufkunun kapılarından, pencerelerinden kendini ölümlülere gösteren altın parmaklı Şafak tanrıçasını tatlı ezgileriyle henüz selamlamışlardı ki, ünlü şövalye La Mancha’lı Don Quijote, rahat kuş tüylerinden kalkıp ünlü atı Rocinante’ye bindi ve eski, meşhur Montiel Ovasında yol almaya başladı.’”

    Cervantes’in, sözü Apollon’a getirerek, zamanın aşındırıp çürümüşlüğe uğrattığı mitoloji betimlemeleriyle alay etmesi, onun yerine süsten püsten arınık halk dili anlatımını yeğlediğinin göstergesidir. Öyküsünü anlatacak bilge kişiye de, –gerçekte o #bilgekişi kendisidir–, içinden şöyle seslenirken de bir bakıma düşsel anlatımların eleştirisini yapar:

    “Gelecekte hatırlanmak üzere tunca kazılmaya, mermere oyulmaya, tablolara resmedilmeye lâyık kahramanlıklarımın yayınlandığı yüzyıl, ne mutlu bir çağ olacak. Bu eşsiz öyküyü nakledecek olan ey bilge büyücü, kim olursan ol, sevgili Rocinante’mi, bütün yolculuklarımda bana eşlik eden ezelî dostumu (9) unutma.” (s. 56).

    Vardığım bu sonuç, merak edeni Don Quijote’de Doğu anlatılarının etkisini aramaya kadar götürür. Romanda sık sık adı geçen İbn-is-Serrac, “Mağrip dilinde yazılmış ilk öykü olan ve 16. yy.’da değişik anlatımsal biçimleri yayımlanan ‘İbn-is-Serrac ve Güzel Şerife’ adlı bu doğu öyküsünün kahramanıdır.” Don Quijote de, bir yerde “Güzel Şerife, şimdi güzel #DulcineadelTobosso’dur,” (10) diyerek bir ölçüde, romanıyla Doğu anlatıları arasındaki bağlantıya değiniyor. Bu bağlamda, kitapta adı Don Quiojete’nin anlatıcısı olarak adı sıkça geçen #SeyyidHâmidBadincani ise, Don Quijote’nin anlatı kaynaklarını Doğu öykülerinde aramaya yönelik kanılarımı pekiştiriyor. #Salamanca’da öğrenimini tamamlayıp dönen Sansón Carrasco, Sancho’ya, Don Quijote’nin başından geçenlerin, #LaManchalı Yaratıcı #Asilzade Don Quijote adıyla yayımlandığını anlatır. Don Quijote’nin, bunun ancak ‘bilge bir büyücü’ tarafından yazılabilmiş olacağını söylemesi üzerine Sancho, “Bilge ve büyücüyse, hikâyenin yazarının adı nasıl Seyyid Hâmid Patlıcan olur?” (11) der. Don Quijote, Sancho’dan onu öğrenci Sansón’la buluşturmasını ister. Sansón’un, Don Quijote’ye, “Yüce kahramanlıklarınızın hikâyesini yazan Seyyid Hâmid Badincani çok yaşasın; Arapça’dan bizim gündelik İspanyolca’mıza çevirtme zahmetine katlanan, bütün dünyaya eğlence sağlayan meraklı, daha da çok yaşasın,” demesi üzerine, Don Quijote, “Yani benim hikâyemin yazıldığı ve yazanın #Mağripli bir bilge olduğu, doğru mu?” diye sorar; #Sansón da, “O kadar doğru ki, bana kalırsa bugüne kadar on iki binden fazla kitap basılmıştır; olmazsa, Portekiz, Barcelona ve Valencia’ya sorulsun; buralarda basıldılar; hatta Anvers’te bile basıldığı söyleniyor; bana öyle geliyor ki, tercüme edilmediği bir ülke, bir dil olmamalı,” diyerek, ilginç bir kurgu tekniğiyle, aynı kahramanlarla romanın basılıp Avrupa’ya yayıldığını konuşur. (s. 465-467)

    İşin garip yanı, Don Quijote, bir yerde Seyyid Hâmid Badincani’yi çok meraklı, her konuda titiz, ne kadar küçük ve önemsiz olsa da, hiçbir ayrıntıyı atlamayan, her şeyi kaydeden, olayları kısa ve öz biçimde anlatan; dikkatsizliklerinden, kötülüklerinden ya da cehaletlerinden, meselenin önemli kısmını es geçen ciddi tarihçilerin ondan ders alması gereken örnek bir tarihçi sayarken; bir yerde de şöyle anlatılır: “Seyyid (12) adına bakılırsa yazarının Mağripli olması onu üzüyordu; Mağripliler’in hepsi düzenbaz, sahtekâr ve palavracı olduklarından, doğru herhangi bir şey beklenemezdi kendilerinden.” (s.466).

    Don Quijote’de birer bölüm oluşturan “Münasebetsiz Meraklının hikâyesi” (I, 33-35; s. 280-318), “Esir hayatını ve başına gelenleri anlatılır” (I, 39-41; s. 338-367) vb. anlatılar bu bilgilerin ışığında okunursa, romanın Binbir Gece Masalları anlatı geleneğinden beslendiği fark edilecektir. Ayrıca, “#Esirinöyküsü”nde İspanyol’la Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçmiş olan (13) Süreyya arasındaki aşkın, bu masalları çağrıştıracak bir üslupta yazıldığı da görülüyor. Osmanlıcayı bilip bilmediği kesin olmasa da, Cervantes’in kalyonlarda geçen esareti boyunca bu tür öyküler dinlediği düşünülebilir. Örneğin şu kısacık alıntı bile, Şehrazat’ın, öykülerin ilginçliğini belirtirken biçimlediği üslubu andırıyor:
    “Emin olun yüzbaşı, bu garip hikâyeyi anlatış biçiminiz de, olayların ilginçliğini, değişikliğini aratmayacak nitelikteydi. Hepsi çok ilginç, çok tuhaf, dinleyenleri şaşırtan, hayran bırakan serüvenlerle dolu. Hikâyeniz o kadar hoşumuza gitti ki, dinlerken güneş doğacak da olsa, baştan dinlemek isterdik.” (s. 367)
    Bu sözlerde, Şehrazat’ın ölümü geciktiren sözsel gücünün büyüsü sezilmiyor mu?..

    ***
    Toplumlar, birbirlerinin anlatı kültürlerini çoğaltırlar. #Çevirikültürü belki de olanakları daralmış anlatılara geniş soluk aldırmak üzere doğmuştur. Ayrıca, büyük romanların geniş bir halk bilgisiyle yazıldığı biliniyor. Diliyle varlık kazanmamış bir topluluğun yaratıcılığından söz edilemez. Cervantes, #İspanyol#Arap#Mağrip halklarının anlatı dünyasından da beslenerek, halkının kültürünü diliyle, ironisiyle, çürümüş değerlere karşı başkaldırısıyla yeniden yaratmıştır. Sıradan insanların bile Don Quijote’nin dünyasına girmesi, onun, halkının ruhunu evrensel insanlığa sunmuş olmasıyla açıklanabilir. Yaşar Kemal, “En büyük zekâ kalabalığın zekâsıdır” sözüyle bu gerçeği vurguluyor. Yoksa o, yargılarında hiçbir zaman halk hayalciliğine kapılmaz, ona idealistçe yaklaşmaz. Ona bunu, halka inancı, halkın yarattıklarını değerli bulması, destan oylumundaki bütüncül anlatısını o yaratılarla beslediği gerçeği söyletiyor. Cervantes’in Don Quijote’nin önsözünde,(14) “Bunca yıldır unutuluşun sessizliği içinde uyuduktan sonra, şimdi bütün bu yılların yüküyle, böyle bir hikâyeyle karşısına çıktığımda, halk denilen eski kanun koyucu ne diyecek?” diye sorması, ondan dört yüz yıl sonra yaşayan Yaşar Kemal’i daha iyi anlamamızı kolaylaştırıyor. Cervantes, soru sormakla yetinmiyor, onun ardından, “Saman gibi kupkuru, yenilikten yoksun, üslûbu güdük, kavram yoksulu bir hikâye; bilgi ve doktrinden tamamen mahrum; sayfa kenarlarında notlar, kitabın sonunda açıklamalar yok; oysa diğer kitaplar öyle, görüyorum; uydurma ve acemice olsalar bile, okuru hayran bırakan, yazarlarına okumuş, bilgili, belâgatli adam şanı kazandıran alıntılarla dolular; Aristoteles’ten, Platon’dan, bütün filozoflar gürûhundan,” deyip çağının yazınsal portesini çizerken, İngiliz kültürünün yetiştirdiği Shakespeare gibi bir ozanın yıllar sonra, yalınlıktan yoksun bu tür eserleri zambağa benzeteceğini, ‘zambağın da çayır otundan tez çürüdüğünü’ (15) söyleyeceğini nerden bilecekti?..

    Cervantes, pastoral romanlarla, eşkıya anlatılarıyla, şövalye abartılarıyla, bayatlamış aşk söylemleriyle çürük zambak yaprağına dönmüş anlatıların karşısına, ‘halk denilen eski kanun koyucu’nun bin yılların anlatı geleneğini getiriyor Don Quijote tipiyle. Cervantes ne yazacağını düşünürken, yanına gelen ‘çok esprili ve bilgili dostu’, bin sayfayı bulan romanının amacını belirtecek, anlatımsal sınırlarını şöyle çizecektir:

    “Sizin bu kitabınızın, eksik dediğiniz şeylerin hiçbirine ihtiyacı yok; çünkü zaten kitabın kendisi, Aristoteles’in aklından bile geçmeyen, Aziz Basileios’un sözünü etmediği, Cicero’nun hiç karşılaşmadığı şövalyelik kitaplarına karşı bir saldırı. Bunların hayali saçmalıklarında gerçeğin titizliğine, astrolojinin gözlemlerine yer yoktur; geometrik ölçülerin, retorikte yararlanılan önermelerin çürütülmesinin, önemi yoktur; kimseyi kınayacak durumda da değildirler, çünkü hiçbir Hıristiyan aklına sığmayacak bir şekilde, dünyevî olanı, ilâhî olanla karıştırırlar. Önemli olan tek şey, yazılanlarda taklitten yararlanmaktır; taklit ne kadar mükemmel olursa, yazılan da o kadar iyi olacaktır. Sizin bu kitabınızın amacı, şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini, etkisini kırmak olduğuna göre, filozoflardan cümleler, Kutsal Kitap’tan nasihatler, şairlerden efsaneler, retorikçilerden söylevler, azizlerden mucizeler dilenmenize gerek yok; aksine, cümlelerinizin, paragraflarınızın, sade bir şekilde, anlamlı, açık, yerinde kelimelerle, fikrinizi mümkün olduğunca canlandırması, düzgün ve renkli olması için uğraşın; kavramlarınızı karmaşık, karanlık hale getirmeden anlatın. Ayrıca, hikâyenizle hüzünlü kimseleri neşelendirmeye, neşelilerin neşesini artırmaya çalışın; saf kimseleri kızdırmayın, zeki kimseleri yeniliğe hayran bırakın, ciddî kimseler küçümsemesin, ihtiyatlı kimseler de övmeyi ihmal etmesin. Kısacası, amacınız, birçok ki şinin nefret ettiği, daha da fazla kişinin övdüğü bu şövalyelik kitaplarının temelsiz sanat yapısını yıkmak olsun; bunu başarırsanız, az şey başarmış olmazsınız.”16

    Aydınlanma düşüncesi önce çürümeleri saptamış, bir yandan da yapılandırma işine girişmiştir. Don Quijote romanı, bu bağlamda, anlatısal aydınlanmanın, halk birikimlerini halkın yaratıcı gücünü geliştirici biçimlediği düşüncesini kafalara iyice yerleştirmiştir. Don Quijote, bir kurtarıcı olarak çıkar yola, insanları kurtuluşa erdireceğine de inanır.

    Don Quijote’nin Roza Hakmen çevirisine “Sunuş” yazan Jale Parla, Cervantes’in, ‘ideal’ saydığı okuruna seslendiği bölümden şu alıntıyı yapar:

    “Sen onun (Don Quijote’nin) ne akrabasısın, ne arkadaşı; ruhun kendi bedeninde; gayet yetenekli, hür bir iraden var; evindesin ve kralın, (virgülü ben koydum, AB) vergilerinin efendisi olduğu kadar, sen de evinin efendisisin; bilirsin; herkes kendi evinde kraldır. Bütün bunlar, seni her türlü saygı ve mecburiyetten azade kılıyor; kısacası, hikâye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin.” (s. 37)

    #JaleParla’nın Don Quijote’ye yönelik, dünya anlatı düşüncesine değindiği kapsamlı yorumuna geçmeden, Cervantes’te birey olma sorumluluğunun nasıl geliştiğini, bunun sonucu olarak bilinçli toplumsallaşmanın nasıl doğup özeleştirel17 bir anlam kazandığını yansıtan “Önsöz”ün başlangıç sözlerini de buraya aktarmamız gerekecek…

    #Aylakokur: Bu kitabın, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak, tabiat kanununa karşı çıkmadım; tabiatta her şey, benzerini doğurur. Benim kısır, gelişmemiş deham da, her türlü rahatsızlığın hâkim olduğu, her türlü hazin sesin duyulduğu bir hapishanede doğmuşçasına kuru, kırışık, maymun iştahlı ve çok çeşitli, kimsenin aklına gelmeyecek düşüncelere boğulmuş bir evlâttan başka ne doğurabilir? Huzur, sakin bir yer, kırların hoşluğu, gökyüzünün duruluğu, pınarların şırıltısı ve ruhun dinginliği, en kısır ilham perilerinin bile verimli olup dünyayı hayranlık ve memnuniyete boğan çocuklar doğurmalarına fırsat verir. Olabilir ki, bir babanın çirkin, sevimsiz bir oğlu olur, ama oğluna karşı sevgisi, gözlerine bir perde çeker; onun kusurlarını kusur olarak görmeyip, akıllılık, güzellik gibi algılar ve dostlarına zekâ, zarafet olarak anlatır. Ama Don Quijote’nin babası gibi görünsem de, üvey babası olan ben, âdetlere uyup, başkalarının yaptığı gibi, neredeyse gözlerimde yaşlarla, oğlumda göreceğin kusurları affetmen veya görmezden gelmen için sana yalvarmayacağım, sevgili okur.” (s. 37)

    Jale Parla, şu yorumuyla, haklı olarak, Don Quijote’nin #aydınlanmacı #Avrupa’da anlatımsal bir devrim yarattığını vurguluyor:

    “…Cervantes, Shakespeare birlikte belki de ilk kez, ‘modern’ okuru düşlemiştir. Ve düşlediği bu okur, neredeyse düşlediği ‘#yaratıcı#şövalye Don Quijote kadar, romanın içindedir. (…) #Okur, Don Quijote’de edilgen bir dinleyici değil, etkin bir yorumcu olarak düşlenmiştir. Bu okur, kendi yargılarına özgürce varan, otoriteden kurtulmuş bir okurdur. Bu okurla kurmak istediği çok özel bir bağ gereği, Cervantes kitabına klasik metinlerden alıntılarla başlamak yerine onu ‘kupkuru’ sunmayı yeğler. Çünkü bir şekilde sezmiş olmalıdır ki, bu kupkuru dediği dal üzerinde edebiyatın en özgür türü, yani roman yeşerecektir.” (s. 14-15).

    Parla, vardığı sonuçla, daha da önemli bir değerlendirmeye imza koyuyor:

    “Cervantes, şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini, etkisini kırmak bir yana, Don Quijote Rönesans’ta kullanılan bütün türlerin otoritesini yıktı. Eğer kitapta parodisi yapılan türlerin bir listesini yaparsak, bu listenin, Cervantes’in çağındaki tüm edebiyat türlerini kapsadığını görürüz.” (15).
    ***
    Cervantes, haksızlığa uğrayanları koruyan, sorunları çözümleyen, kadınlara kızlara kanat geren bir #kırşövalyesi olan Don Quijote’nin yanına Sancho Panza’yı katar. Sancho Panza, Don Quijote’nin hem yoldaşıdır, hem karşıtıdır. Bilgece sözler etmesine karşın hayalcilikte, boş umuda kapılmakta Don Quijote’den kıl kadar farklı değildir. Az çok #mürekkepyalamış, bir ölçüde asilzadeliğe bulaşmış Don Quijote, umut verilip, kapıldığı her umutla yenilgiye uğrayan ‘#halk’ı simgeleyen Sancho’yu olayların içine çeker. Çünkü romanın mantığına göre Sancho olayların dışında kalmamalıdır. Roman, Don Quijote’nin de, Sancho’nun da yenilgisiyle sonuçlanır. Sonuçta Don Quijote ölür, Sancho umudunu yitirir. Doğada, insan ruhunda yitime uğrayan hiçbir şey gerçekte yitip gitmez. Don Quijote ölünce yitip gitmiş gibi görünür, ama ardında bıraktığı ruh, insanlığa umut olmuştur.

    Düşünsel açıdan irdelendiğinde, Cervantes’in, Don Quijote’yle, çağların biriktirdiği bağnazlığın taşıllaşmış anlayışına aydınlanmanın mızrağını sapladığı görülür. “#Yeldeğirmenleri”ni dev kılığında görüp onlara saldıran, kendi bir yana, mızrağı bir yana savrulan Don Quijote’nin, “… #büyücü #Frestón, bu devleri yel değirmenine çevirdi; onları yenmenin şanını elimden almak için,” diye saçmalamasını yirmi birinci yüzyılın başında bile onaylayan, beyni örümcek bağlamış kafalar var. Yalnızca yel değirmenlerine saldırıyla sınırlı değildir bu değerlendirme. Koyun sürüsünü düşman orduları sanan Don Quijote, “Saldırdığınız ordu değil, #koyunsürüsü demedim mi?” diye onu uyaran Sancho’ya uzun nutuklar çekerken şunları söyler:

    “Düşmanım olan o kurnaz büyücü işte böyle yok oluverir, kılık değiştirir. Şunu bil ki Sancho, bu gibiler için, bizim gözümüze istedikleri şekilde görünmek, çok kolay bir şeydir. Peşimi bırakmayan o açıkgöz, bu savaşta kazanacağım galibiyeti görüp kıskandı ve düşman ordusunu koyun sürüsüne dönüştürdü. İnanmıyorsan, yalvarırım, dediğimi yap Sancho, o zaman dediklerimin doğru olduğunu göreceksin. Eşeğine bin ve usulca peşlerinden git; göreceksin, buradan biraz uzaklaşınca eski hallerine dönecekler, koyun olmaktan çıkıp sana tarif ettiğim gibi, etten kemikten adamlar olacaklar…” (s. 151).

    Yirminci yüzyılın son yıllarında, Don Quijote’den dört yüz yıl sonra, en üst düzeydeki kişilerin karıları saraylarının arka kapılarından içeriye ‘ünlü falcılar’ı sokarken, Cervantes’in o yüce ‘#kanunkoyucu’nun ruhundan yarattığı aydınlıktan utanmayı bile akıllarından bile geçirmemişlerdir.

    Roman boyunca başını taştan taşa vuran, Sancho’nun hiçbir öğüdüne kulak vermeyip onu aldatışlarla ardından sürükleyen Don Quijote, kaçık görünerek kendini insanlık uğruna feda etmiş bir şövalye heveslisidir; güldürüsü acılarla beslenen, koca bir insanlık topluluğunun koruyucu gezgin şövalyesi…

    Don Quijote’nin nasıl bir dünyanın savunucusu olduğu, ne yolda canını ortaya koymaktan sakınmadığı, onu tanıtan ironi yüklü şu bölümde açıklanıyor:

    “O, La Mancha şövalyelerinin ışığı ve aynasıydı; çağımızda, bu çalkantılı zamanda, gezgin şövalyelik serüvenine atılanların ilkiydi. Onun işi haksızlıkla savaşmak, dulların imdadına koşmak, kamçıları, atları ve bekâretlerinin yüküyle iki büklüm dolaşan, dağdan dağa, vâdiden vâdiye gezen genç kızları korumaktı. Eski zamanlarda öyle bakireler olmuştu ki, eli baltalı bir alçak, bir serseri veya dev zorlamamışsa, bir tek gece bir çatı altında uyumadan, seksen yaşına gelip, analarından doğdukları günkü gibi el değmemiş şekilde mezara girmişlerdi.” (s. 92).

    Hıristiyan Batı toplumlarının Doğu’ya düzenledikleri Haçlı Seferleri’nin (1095-1291) Avrupa’ya kazandırdığı kültürel zenginlik göz önünde bulundurulursa 196 yıl süren bu dinsel seferlere koyulmak yalnızca Kudüs’ün alınması, Bizans’ın Müslümanların elinden kurtarılması hedefine bağlanamazdı. Rönesans’ın başlangıcının bu sefer yıllarına denk düşmesi rastlantı değildir. #HaçlıSeferleri öylesine bir süreçtir ki, Papa’lar zaman zaman bunun ateşini yakmışlardır. Ülkesinde bir kavgadan dolayı hüküm giyen Miguel de Cervantes Saavedra da Papa V. Pius’un Osmanlılara karşı düzenlediği art Haçlı Seferleri’nden birine katılmak üzere İtalya’ya kaçmış, 1571’de katıldığı #İnebahtıDenizSavaşı’nda sol eli sakatlanmıştır. #Tutsak olarak Osmanlıların eline düşen, uzun süre Fas’ta, Cezayir’de Mağriplilerle birlikte yaşayan Cervantes, orada edindiği doğu deneyimleriyle dünya yazınına Don Quijote gibi eşsiz bir roman kazandırmıştır. İlk cildi 1719’da Life and Strange Surprising Adventures for Robinson Crusoe (Robinson Crusoe’nun Yaşamı ve Şaşırtıcı Serüvenleri) adıyla yayımlanan Daniel Defoe’nun #RobinsonCrusoe’su, Jonathan Swift’in #GüliverinGezileri (1726), amaçları ayrı olsa da, anlatımsal yaklaşımı ve taşıdıkları ironi yönünden Don Quijote’ye yakınlık gösterir. Avrupa’da çağdaş romanın gelişiminde yerleri olan bu üç eserin uzantılarının, anlatış yöntemleri ve serüvenci kurgularıyla, geniş ölçüde doğu öykülerinin temel kültür alanı sayılan Binbir Gece Masalları’ndan beslendiği ileri sürülebilir. ‘#Robinsonad’ diye adlandırılan #serüvenromanlarının buradan doğduğu bilinmektedir. Binbir Gece Masalları Fransızcaya 1704’te, İngilizceye 1830-41 yıllarında çevrildi, ama kuşkusuz Avrupa, Mağripliler yoluyla, bu masalları çok önceden tanıyordu.
    ***
    #Aydınlanmaçağı, aydınlatıcı ışığını yaymadan önce, karanlığın gizlediği pislikleri temizlemeye yöneldi. Yapıyı sağlam temele oturtmanın kuralı da budur: Kayalar parçalanacak, bataklıklar kurutulacak, cüruf kaldırılacak, çatı çatıldıktan sonra odaların döşenmesine geçilecektir.

    Cervantes’in Don Quijote’si aydınlanma olgusuna iyi bir örnek oluşturur. Don Quijote, aydınlanma düşüncesinin bol alüvyonlu anlatı ırmağıdır, beyni safsatalarla doldurup insanlığı eylemsiz kılan boş hayalciliğin sonunu getirmenin ince ironisidir.

    Kendini hayallere kaptıran insan, yanlışı doğru, doğruyu yanlış görür. #Hayalcilik, ruhsal sarsıntıdan da kötüdür; kişinin gözünde, ömrü domuz ahırlarında geçen sıradan bir köylü kadınını kontes de yapar, yel değirmenlerini devlerin ordusuna da dönüştürür…

    Öyle ki, Don Quijote, karanlıkta düşman baskısına uğradığı korkusuyla kılıcını sağa sola sallarken, tavandaki şarap tulumlarından birini delip, oradan, kan sandığı şarabın aktığını görünce, en büyük düşmanını ortadan kaldırdığı düşlerine kapılır. Bu yanılsamayla, hayalci bir dünyanın sona erişinin anlatı tarihi yazılmıştır.

    Başta köyün rahibiyle berberi, Don Quijote’nin yakınları bir araya gelip, beynini çürüten kitaplardan kurtarmak isterler onu. #Rahip az çok bilgisiyle, berber ve yakınları onun dediklerine inanarak, sakıncalı buldukları kitapları yakılmak üzere avluya atarlar. Yararına karar verdiklerini de yakmayıp bir yere gizlerler.

    O günün koşullarında kitap, kişinin bilgiyle donatılmasını öngören aydınlanma düşüncesinden intikam almak için yakılıyordu. Kuşkusuz kitap yakmak insanlık suçudur. Hiçbir çağda bir çözüm de getirmemiştir. Nazi Almanya’sında, kitapları yakılan yazarların bile, Hitler’in Kavgam (Mein Kampf) adlı eserini yakmayışları, aydınlanma hoşgörüsünün bir yansımasıdır.

    Yalnız bu örnek bile, şu sıralarda tartışmaya açılan 12 Mart’ın tarihe nasıl bir utanç sayfası eklediğini açıklamaya yetiyor! Yine de, 12 Mart sonrası iyi kitaplar yok edilirken, çöplük malı kitapların devlet eliyle kitaplıklara gönderildiği o kara günlerde, okumanın erdemine inanmış kişiler, ekmeğinden kesip parasını kitaba yatırmıştır.

    Bireysel bilinçlenme budur. Şu günlerde, yasama-yürütme-yargı erkinin birbiri içinde etkisiz kılınıp tek kişi yönetiminin devreye sokulmak istendiği günler yaşanıyor. İnsanımızın, aklını kılavuz eyleyerek cesaretle arayışa yönelmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu, kişinin kendini bireysel bir varlık olarak algılamasına, bilgiyle donatarak aydınlanmanın erdemine ermesine bağlı bir olgudur.

    Kant’a göre aydınlanma, “kişinin, kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanması”dır.

    Kant’ın şu saptamasını derinliğine kavrama sorumluluğu, sanırım, ülkemizde hiçbir dönemde bugünkü kadar önem taşımamıştır: “Doğa, insanı, dışarıdan yönlendirmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmıştır. Buna karşın, korkaklık ve tembellik nedeniyledir ki, çoğunluk, yaşamları boyunca yetkinleşmemeyi kendi gönlünce yeğlemiştir. Bu yetkinleşmeme durumu, onların başına niteliksiz gözetici ve yöneticilerin gelmesini daha da kolaylaştırıyor.”

    Yetkinliğe erememiş bireyler, ne yazık ki, onu her alanda düşünsel eylemsizliğe sürükleyen en kötü durumların ayrımında bile olamıyorlar…
    ***
    Cervantes yoluyla, Avrupa’nın aydınlanma yolunda hangi aşamalardan geçtiğini anlamak için, romanda, #keçiçobanlarının gezgin şövalyemizle silahtarını davet ettikleri bir kır sofrasında, Don Quijote’nin, geçmiş çağların yaşamlarına değindiği konuşmada söyledikleriyle bağlayalım bu yazıyı; görelim bakalım, insan hangi çağda yaşadıklarından yakınmamış, yitirdiği değerlerin özlemiyle yanıp tutuşmamıştır, hele de içinde yaşadıkları çağın pislikleri içinde boğulurken?..

    “Eskilerin #altınçağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış. İçinde bulunduğumuz demir çağında bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil; o çağda yaşayanlar senin ve benim kelimelerini bilmedikleri için. O kutsal çağda her şey ortaktı; günlük besini elde etmek için, kimsenin tatlı, olgun meyveleriyle kendisini davet eden sağlam meşelere elini uzatıp koparmaktan başka bir iş yapması gerekmezdi. Olağanüstü bolluktaki duru pınarlar, ırmaklar, insanlara lezzetli sular sunardı. Kayaların yarıklarında, ağaçların oyuklarında, çalışkan ve becerikli arılar cumhuriyetlerini kurarlar, hiçbir çıkar gütmeden, uzanan her ele, tatlı emeklerinin verimli mahsulünü bağışlarlardı. Ulu mantar meşeleri, hiçbir araç gerece ihtiyaç olmadan, geniş, hafif kabuklarını kendiliğinden, kibarca bırakıverirlerdi; bunlarla, sırf gökyüzünün gazabından korunmak için, kaba kazıklarla destek yapılarak evlerin üstü örtülmeye başlandı. O zamanlar sadece huzur, sadece dostluk, sadece uyum vardı; kıvrık sabanın ağır demiri, henüz ilk anamızın cömert karnını deşmeye cesaret etmemişti. O kendisi, verimli ve geniş göğsünün her yanından, o zamanlar kendisine sahip olan çocuklarını doyuracak, yaşatacak, sevindirecek şeyleri zorlanmadan sunardı. O zamanlar, saf, güzel bakireler vâdiden vâdiye, tepeden tepeye, başları açık, üstlerinde, namus gereği her zaman örtülmesi gerekenden fazla yerlerini örtecek giysilerden başka şey olmadan, gezerlerdi. Süsleri de, şimdikiler gibi, Sur fırfıriyle, çeşitli şekillerde çarpıtılmış ipekle allanıp pullanıp süsler değildi; sarmaşıklarla örülmüş birkaç yeşil pıtrak yaprağından oluşurdu; belki de bu süslerle, günümüzde saraylı hanımların, aylaklık merakıyla öğrendikleri tuhaf, aşırı icatlarla dolaştıkları kadar gösterişli ve gururlu dolaşırlardı. O zamanlar, ruhun aşkla ilgili kavramları, tıpkı algılandıkları şekilde, basitçe, safça ifade edilir, daha şatafatlı olsun diye yapmacıklı, dolambaçlı lâflar aranmazdı. Gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı. Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. Gelişigüzel yargı alışkanlığı, henüz yargıçların kafasına yerleşmemişti, çünkü o zamanlar yargılamaya gerek yoktu, yargılanacak kişi yoktu. Bakireler ve namus, söylediğim gibi, istedikleri yerde, tek başlarına, yabancıların arsızlığı ve şehveti tarafından lekelenme korkusu olmadan, dolaşırlardı; bakireliklerini kendi istek ve iradeleriyle yitirirlerdi. Oysa şimdi, iğrenç çağımızda, hiçbir bakire emniyette değil, Girit labirenti gibi bir labirentin içine kapanıp gizlense bile; çünkü orada, çatlaklardan ya da havada, lânet olası ısrarın zoruyla aşk hastalığı içine sızar ve inzivada olmasına rağmen mahvına sebep olur.” (s. 101-102)

    NOTLAR:
    (1) “Don Quijote” italikle yazıldığında kitap adı, düz yazıldığında kişi adı olarak algılansın.
    (2) Bende tıpkıbasımı bulunan 1605 tarihli ilk baskısının kapağında şunlar yazılı: El INGENIOSO HIDALGO DON QVIXOTE DE LA MANCHA, Compuefto por Miguel de Ceruantes Saauedra. [Editorial Alfredo Ortells, S.L., C/Sagunto, 5 – 46009 Valencia (España)]
    (3) Çeviren: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1996, 906 s.
    (4) Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev, Can Yayınları, İstanbul 2009, s. 28.
    (5) Adnan Binyazar, Duyguların Anakarası, Can Yayınları, İstanbul 2006, s. 117-118.
    (6) Adnan Binyazar, “La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote”, Kitap-lık, Haziran 2005, sayı: 48.
    (7) Fas, Cezayir, Tunus, Trablus…
    (8) cezîre: denizin ortasında keşfedilmemiş bir ada, “ıssız ada”
    (9) Ezeli dost: Sancho Panza
    (10) Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, Çev.: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul – Nisan 1996 (906 S.), s. 71.
    (11) Badincan, İspanyolca’da ‘patlıcan’ın oraya özgü söylenişidir. Sancho burada ‘patlıcan’ diyerek, Mağriplilerin, kuşkusuz aşağılayıcı bir nitelemeyle esmerliğini ima ediyor (s.465). Hemen ardından, Don Quijote de, “Bu bir Mağripli ismi,” diye bunu doğruluyor.
    (12 Seyyid, Arapça beyefendi demektir (s.466).
    (13) Haçlı Seferlerine katılmak üzere Roma’ya gidecek ölçüde koyu bir Katolik olan Cervantes, çağının Hıristiyanlık propagandası bağlamında Süreyya’yı öyle göstermiş olabilir.
    (14)14 La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, s. 38.
    (15) “En tatlı şeyler ekşir kötü işler yaparak:/Ottan çok daha iğrenç kokar çürüyen zambak.” (Shakespeare, 94. Sone, Çev.: Talât Sait Halman, Soneler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2009, s. 94)
    (16) Agy., s. 41.
    (17) Öyle ki, Cervantes, La Galatea’sı hakkında rahibi şöyle konuşturmuştur: “Cervantes benim çok eski arkadaşımdır; şiirden çok talihsizlikte tecrübeli olduğunu bilirim. Kitabı yenilik bakımından fena sayılmaz; ancak başlangıçta kendine koyduğu hedefe ulaşamamıştır. Yazacağını vaat ettiği ikinci bölümünü beklemek gerek, belki bu düzeltmeyle, şimdilik kendisinden esirgenen hoşgörüyü elde edebilir. Bu arada, evinizde saklı dursun sevgili dostum.” (s. 79)

    #DonKişot

     

    romankahramanlari

    admin replied 6 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: admin
DÜNYA ROMANININ MANCHA’LI SOYLUSU DON QUIJOTE* Ma…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now