Dirmit: Mırıltı Gezegeni

  • Dirmit: Mırıltı Gezegeni

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 15:24'de 11 Temmuz 2024

    Mırıltı Gezegeni*

    Makale Yazarı: Pelin Özer

    *Bu makale Roman Kahramanları Nisan / Haziran 2010, 2. sayıda yayınlanmıştır.

    Damlarda, teraslarda, ağaçların tepesinde, giderek bulutların kıyısında, gökkuşağında, evrenin bilinmez katlarında dolaşan çocuk gözleri vardır; bazı çocuklar parça parça böldükleri bedenlerini kuşlara yem serper gibi dünyanın ötesine saçarlar. Büyüdüklerinde de sürer bu, çocukluğun o geniş zamanından olgunluğa sürgün edilmiş olsalar da zihinlerine sımsıkı kaydettikleri o ilk bilginin erzağı tükenmez. Bu bir çeşit silkelenme diye düşünmüştüm bir zamanlar; fazlalıklarını, seni ağırlaştıran ne varsa hepsini şöyle bir silkelersin, yok olmayı da göze alarak ama… Sonra eğer yok olmadıysan, bu dağılıp dağıtma, dağılarak dağıtma işlemi sonrasında hafiflik miras kalır sana. Ayakların yerden kesilir, hep uçarsın. Her kitap yeni bir kanat sana.

    Onunla ilk kez yirmi yedi yıl önce, İstanbul’un deniz gören, bol yokuşlu, yoksul bir semtinde karşılaştım. Yaprakları tozlu ağaçların boyunlarını büktüğü bir ara sokak parkında, dizlerinin üstünde iyice küçülmüş, katlanmış koyu bir siluetten ibaretti. Gölgelerin yoğunlaştığı o kuytu köşede, kendini görünmez olduğuna inandırmış, masalından fırlayıp kaçmış dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu… Başka bir düzlemdeydi, kendinden geçmiş, gitmiş… Giderken yalnızca dünyanın anlaşılmaz uğultusuna belli belirsiz fısıltısını bırakmayı hayal etmiş.

    Ceviz ağacının yeni yeni tomurcuklanmaya başlayan dallarının arasından birkaç nota çalındı kulağıma, bu seslerin uçma talimi yapan bir yavru kuşun kanatlarından yükseldiğini fark ettim. O sese kız çocuğunun mırıltıları karışıyordu. Mırıltılardan bir gezegen… Sanki bir şeylere küsüp çıkmış evden ve orada yapayalnız yaşamayı seçmiş. O gezegenin nasıl bir yer olduğunu hayal ettim. Masal kahramanlarının toplandığı bir ada; “cinlerin düğününe giden”, çamur heykeller yapan, toprak yiyen ve “olur olmaz şeylere acıma hastalığına tutulmuş” çocukların buluştuğu; tekerlemelerle, türkülerle, kendine suret bulamadan uçup duran cinlerin sohbetleriyle daralıp genişleyen, deniz ortasında gözbebeğini andıran küçük birada…

    Topraktaki cılız bir ota doğru eğilmiş, hararetle konuşuyordu. Yüzünü göremiyordum, şarkı söyler gibi sesini dinledim bir süre. Saatlerce izledim onu. Giderek soluğunun rüzgârında yaprak olup titrediğini fark etmesem, hayretle donup kalma hastalığına tutulduğunu düşünecektim. Dünyanın ışıkları kesilmiş ve bir anda taş kesilmişiz sanki.

    Sırtının hareketinden heyecanını okuyabiliyordum, duvarları bir yumrukla yıkan isyanını, baktığı her şeyi, herkesi felce uğratan inadını. Taranmamış saçlarının başıboşluğunu delip geçerek yüzünü tahmin etmeye çalıştım, gözbebeklerine yuva yapmış bir ışık topundan, arada bir kedi yavrusuymuş gibi okşadığını fark ettiğim o cılız ota şifa aşıladığını hayal etmek hoşuma gitti. (Defterimin sol tarafına, bakmak yazmaktır, diye bir not düştüm.) Oyunlar uydurup yaşarken, birden oyununa kurban düşmüş bir yalnız çocuktu, belki de mümkün değil, kimse giremezdi dalgınlığının odasından içeri. Çok yakında havai fişek olup patlayacağını, ışıklarının tohum gibi serpileceğini hissedebiliyordum. Onu kendi çocukluğumdan tanıyordum belki azıcık, biraz da okuduklarımdan ve çocukluğun geniş ülkesinde yazılmadan kalmış, bazen belli belirsiz rüyalara uğrayan o muğlak masallardan. Bir gün kendinden bir kahraman yaratsa, onu ilk karşılaştığımız bu yerde, elimle koymuş gibi bulurum, diye düşündüğümü hatırlıyorum.

    Bir zaman girdabına çekilmiştim o gün. Kendimi belli etmeden izlediğim o mırıltılı siluetin aklından geçenlere çok da uzak olmadığımı seziyordum, sanki günün sonunda bana bir kitap uzanacaktı. Yazarak akışını yumuşattığımız zamanın niteliğini anlamaya çalışırken, hayatın karşımıza çıkardığı bazı dondurulmuş manzaralarla bize bir dönüş yolunu işaret ettiğini pek de aklıma getirmemiştim o gün, bunları sonradan düşündüm. Çocukluğun masum dünyasına uzanan yolu kitaplara sora sora bulabileceğimi öğrenmiştim ama kafamı kurcalayan bir şeyler vardı. Giderek kitapların, yazarlardan daha çok şey bildiğini anladım. Peki arada yok olan neydi?

    O gün tanışmadık. O birkaç adım ileride, benim orada olduğumdan habersiz, eğilmiş, hiç ara vermeden, soluklanmadan saatlerce otuyla konuşmayı sürdürdü, ben defterime gömülmüş, arada sadece onu kontrol etmek için başımı kaldırarak şiir parçaları yazıp durdum.

    Güneş batmadan az önce, küçük kızın, onu gerçekten fark edenlere ve orada yapmakta olduğu şeyi sezenlere kendi çocuklukları suretinde görünme yeteneğiyle donatılmış olabileceği fikriyle ürperdim. Bir masal definesi, yazı çekirdeği, uğultulu geçmişten çekilip çıkartılmış anılar korosu, tene işlemiş doğa parçalarının tek tek belleğin bugününe yerleşmesi… Geçmişe bir davetiye! Hafifleyerek ve dağılarak sözcüklerini savurduğunda çocukluğun geri gelecek ve sen mırıltılarının tonundan geçmişine ulaşacak, yazarak, hiç durmadan yazarak senden uzaklaşmış bütün zaman parçalarını bir araya toplayacaksın. Topladığın bu zaman parçaları senin köyün olacak. Bütün bunları o banktan kalkmadan önce düşünmüş olmalıyım.

    Ama dahası da vardı, o beni geçmişe ışınlarken, ben de onu geleceğe götürebilirdim. Böylece bir çeşit eşitlik sağlanırdı aramızda. Zaman koridorunda ileri-geri bir yürüyüş tuttururduk birlikte. Hep aynı yaşta olurduk böylece. Dans eder gibi, dönerek, sıçrayarak, düzensiz bir ritimde, aksak yazının soluksuzluğuyla, başımızı yazıya gömerek kendimizden geçerdik. Tam ortada gözgöze geldiğimizde defterlerimizi değiştokuş edebiliriz, diye de geçirdim içimden. Seslerin birbirine dolandığı ortak bir defterde anılarımızla geleceğimizin birbirine karışıp aktığını, yazgının şekil verdiği bedenlerimizle ve bir bakıma defter gibi anlamla doldurduğumuz yüzümüzle zamanın öncesinden ve ötesinden kalıcı bir bakış atardık birbirimize. Bakışımız yazı olup kalırdı.

    Gözlerimi kapatıp izledim ve defterimden bir sayfa kopartarak hızla ona geleceğinden haber getiren bir mektup yazdım: Şimdi sen güneşin doğuşunu ve batışını izlediğin tepedeki kanatlı evinde ağaç gövdelerine yaslanarak yazının kumaşını dokuyorsun, hiç durmadan, ara vermeden son soluğa dek… Geleceğin, ilmik ilmik öreceğin yazı atlası olacak.

    Bu karşılaşmanın mucizesini ele geçirmiştim artık, kaçış yoktu. Bu ürperişle birlikte, gümbür gümbür atan kalbimin sesini dinleyerek yoğun bir sisi aralayıp geçmişime uzandım ve izlemeye başladım. Bankta sapasağlam oturan da bendim, o sis tünelinden içeri adım atan da. Kendini yazmak, kendinden bir karakter çıkarmak böyle bir şey olmalı diye düşünmeye fırsat bulamamıştım henüz ama düşmemek için defterime sımsıkı sarıldığımı hatırlıyorum. Geniş bir çayırlıkta mor yaldızlarıyla gözümü alan ballıbabaların arasında dokuz on yaşlarındaki kendime rastladım.

    Yavru bir kaplumbağayla konuşuyorum. Avcum onun sert kabuğunda, gözlerim arada bir çıkardığı başında… Dizlerim otların içinde kaybolmuş, yüzümü gıdıklayan çiçeklerin kokusuyla kendimden geçmişim. Kimseye anlatmadığım ne varsa ona anlatıyorum. Durup dinlenmeden, saatlerce, günlerce, sabırlı bir iştahla. Sabırlı bir iştahla. Sabırlı bir iştah… Sabırlı iştah…

    Şubat 2010, Şirinevler

     

    #sayı2 #Pelinözer #LatifeTekin #Dirmit #SevgiliArsızölüm

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
Mırıltı Gezegeni* Makale Yazarı: Pelin Özer *Bu m…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi