Roman Kahramanları
Çocuk Edebiyatının Aykırı Ruhlu Kahramanı: Pippi Uzunçorap
-
Çocuk Edebiyatının Aykırı Ruhlu Kahramanı: Pippi Uzunçorap
Çocuk Edebiyatının Aykırı Ruhlu Kahramanı: Pippi Uzunçorap*
Makale Yazarı: Zarife Biliz
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak / Mart 2012, 9. sayıda yayımlanmıştır.
Çocukluğumun ve daha nice çocukların müthiş çocukluk kahramanı; Uzunçorap Pippi! #1945 yılında ilk yayımlandığı günden bu yana kim bilir daha kimlerin hayal dünyasını süsledi; hele ki katı ve sert koşullarda, baskı altında yaşayan çocukların, değil gerçekten yaşadığına, bir kitap kahraman olarak bile varlığına inanmakta güçlük çekmesine yol açtı. Onlara inanılmayacak denli özgür bir çocukluk evreninin kapısını açtı.
Pippi’yi ilk okuduğum zamanki hislerimi bugün gibi hatırlarım. Okudukça, bir yandan şaşkınlıktan şaşkınlığa gark olmuş gözlerim kocaman açılırken, bir yandan da keyiften yüzümde güller açmıştı. Pippi beni şaşırtmıştı. Sırf hayata dair kuralları kendi koyan ve onları bizzat hayata geçirecek güce sahip olan bir çocuğun varlığı değildi beni şaşırtan. Evet, Pippi başı yerine ayaklarını yastığa koyuyor, hamuru mutfak tezgâhında değil yerde açıyor, masayı toplarken masa örtüsünü üstündeki tabak çanaklarla bohça yapıp sandığa tıkıyor, evi kendi bildiği gibi ayağına taktığı fırçalarla paten yaparak ve eğlenerek “temizliyor!”, #güneş bu işi kendi başına halledeceği için kurulamayı gereksiz buluyor, en önemlisi, anne babasız koca bir evde, evin baş köşesini işgal eden atı ve maymunuyla tek başına yaşıyordu. Okula falan da gitmiyordu. Büyüklerin çocuklara dayattığı, doğruluğundan, koşulsuz şartsız, gün gibi emin olmalarını istediği yetişkin mantığına ve kurallarına meydan okuyordu. Hem de bunu öyle çocukça ve “tersine çevrilmiş” öyle harika bir mantıkla, akıl yürütme tarzıyla yapıyordu ki çocuklar çocukluklarından gurur duyuyor; çocukluk, gururunu iade alıyordu. Kimsenin çocukları “adam yerine” koymadığı bir toplumda Astrid Lindgren, Pippi adlı kahramanıyla onlara birer birey olduklarını hatırlatıyor, bunu tescilli bir şekilde kabul ediyor ve ettiriyordu. Sevgili Pippi aracılığıyla…
80’li yıllarda Türkiye’de çocuk olmuş biri olarak, sevgili kahramanım, yakın dostum Uzunçorap Pippi’nin benim için anlamı buydu. Yaklaşık otuz yıl önce ülkesinde de benzer anlamlar taşımıştır muhtemelen çocuklar için; aşağıda sözünü edeceğimiz üzere, yayımlanmasıyla o kadar patırtı kopardığına göre… Ama şimdi yüzümüzü sevgili Uzunçorap Pippi’mize dönelim, her yaştan okura keyif veren, düşünmeye mecra açan kahramanınıza daha yakından bakalım.
Kitap çok temel, varlıksal bir meseleyle ve bu meseleye karşı konumlanışla açılır. Pippi’nin daha makro bir seviyede toplumsal kurallara karşı çıkışından başka, daha farklı düzeydeki bir baskıya karşı ayrıksı bir duruşu vardır kitabın en başında. Bu karşı çıkış, dışarıdan dayatılan toplumsal kurallara değil, daha bireysel düzeyde, ruhsal düzeydeki olası bir yaralanmaya karşıdır. Pippi babasının büyük denizleri dolaşan bir #kaptan olduğunu belirtir kitabın en başında. Babası fırtınalı bir günde gemiden denize düşüp kaybolana dek yıllarca onunla birlikte denizleri dolaşmıştır. Ama Pippi babasının denize düşüp boğulduğuna inanmaz. Ona göre babası “siyah adamlar”ın olduğu bir adaya çıkmış ve “siyah adamlar”ın kralı olmuştur. Hiç hatırlamadığı annesiyse göklerde bir melektir. “Ah zavallı #öksüz çocuk, ne annesi var ne babası…” senaryosu canlanır hemen kafamızda. Onun babasının ölmediğine inanarak kendini avuttuğunu düşünür, bir gün gerçekle yüzleşmesi gerekeceği için haline üzülürüz… Yetişkin #hayalgücü ve aklı işbaşındadır, tüm rasyonelliğiyle. İyi aile çocukları olan, yegane arkadaşları #Tomy ve #Annika kardeşler eğlenceli bir günün sonunda evlerine dönerlerken de Pippi’nin evde tek başına ve yapayalnız kalacak oluşuna üzülüp üzülmeme duyguları arasında gidip geliriz. Öksüzlük, yalnızlık, korumasızlık gibi hisler dolar ilk etapta içimize. Oysa Pippi, “Annem bir #melek, babam bir #kral, kaç çocuğun böyle anne babası var,” diyerek baştan sonuca bağlar durumu. Onun tüm duruşu varlığını olduğu gibi kabul etmeye, yadsımamaya, olaya bir de başka bir cepheden bakmaya dayanırken, biz de tam onun yerine onun haline acıyacakken, birden vazgeçiveririz. Pippi kendine acımadığına göre, bizim de onun haline acımamıza gerek yoktur. Ne de olsa, tam en eğlenceli şeyi yaparken ona “Hadi yat,” diyecek birinin olmaması anlamına gelir anne babanın yokluğu ya da #İskoç dansını öğrenmek için gece istediği kadar ayakta kalabilmesine; zira mesela o gece, “İskoç dansını öğrenmeden yatmaya niyeti yok”tur Pippi’nin. Mesele, olaya hangi cepheden baktığınızda. İş bu kadarla da bitmez ama; Pippi’nin çok kafadar bir işbirlikçisi vardır çünkü. Kitabın yazarı Astrid Lindgren, ilerleyen sayfalarda, bir gün Pippi’nin bir adada “#siyahlarınkralı” olan babasını gerçekten de ortaya çıkararak, tüm yetişkinlere nanik yapar. (Son dönemlerde, bu “siyahların kralı” mevzuu sebebiyle Pippi’nin ırkçılığı gündeme geldi. Burada bu konuya ayrıntılı olarak girmek istemiyorum, sadece tüm kitapların illa ki yazıldıkları dönemin tarihselliği içinde, kitabın genel bağlamı ve düşünce yapısından koparılmadan değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum.)
Bir de #okul mevzuu var. Okul konusuyla kitaptaki ilk karşılaşmamız, şehrin teyze ve amcalarının “her çocuğun başında bir büyüğün olması, okula gitmesi ve çarpım tablosunu öğrenmesi gerektiği”ni düşündükleri için Pippi’yi “çocuk yurduna” götürmek üzere evi #VillaVillekula’ya bir çift polis göndermesiyle olur. Pippi gibi yalnız başına yaşayan bir çocuk tabii ki tek başına bırakılamaz! (Lindgren “öksüz” lafını ağzına almaya bile tenezzül etmez; ki çocukları yaralayabilecek önyargılara karşı ne güzel bir dilsel mesafedir bu). Ne var ki Pippi, “Polisler gibisi yoktur, sonra da #kaymaklıkereviz gelir,” diyerek gelişlerine pek sevindiğini belirttiği polislerle bir türlü fikir birliğine varamaz. Öncelikle o zaten bir “çocuk yuvası”nda yaşamaktadır; o bir çocuktur ve Villa Villekula da onun yuvasıdır işte. Üstelik atların gelemediği bir çocuk yuvasına da ihtiyacı yoktur. Okula gitmesi gerekliliği öne sürülünce de verili kabullerden ziyade sorgulamaya açık bir konuşma geçer polislerle arasında:
“Niçin okula gitmek zorundayım ki?” dedi Pippi. “Bir şeyler öğrenmek için elbette,” dedi polis. “Ne gibi şeyler,” diye merakla sordu Pippi.* “Çok çeşitli şeyler,” dedi polis, “bir sürü gerekli şey, örneğin #çarpımtablosu.” “Çarpık tablosuz dokuz yıl yaşabildim,” dedi Pippi. “Sanırım bundan sonra da yaşayabilirim.” “Ama bilgisiz yaşamanın ne kadar sıkıcı olacağını bir düşünsene? Bir gün büyüyeceksin, o zaman biri belki gelip sana Portekiz’in başkenti neresi diye soracak ve sen cevap veremeyeceksin.” “Hiç de bile, tabii ki cevap vereceğim,” dedi Pippi. “Eğer Portekiz’in başkentini bilmek senin için bu kadar önemliyse, hemen Portekiz’e mektup yazıp sor diyeceğim.” “İyi de, senin bilmiyor olman canının sıkmayacak mı?” “‘Olabilir, belki bazı akşamlar uzandığım yerde, Tanrı aşkına şu Portekiz’in başkentinin adı neydi diye merak edip duracağım. Ama ne yapalım, insan her zaman neşeli şeyler düşünemez ki,’ dedi Pippi ve bir süre amuda kalkarak durdu. ‘Hem, babamla birlikte #Lizbon’a gitmiştim.’ Baş aşağı dururken de konuşabiliyordu.”
Nitekim Pippi sorularına ikna edici yanıtlar alamayınca, onca “elim sende” oyunundan sonra polisler Pippi’yi kendi haline bırakarak oradan ayrılmak zorunda kalırlar. Yukarıdaki dikkat çekici noktalardan biri de Pippi’nin “Portekiz’in başkenti”ni ta konuşmanın en başından beri bilmesine rağmen, ne kibir ne de haklı çıkmak adına bunu öne sürmemesidir; onu ilgilendiren Portekiz’in başkentini bilmek değil, Portekiz’in başkentini bilmenin anlamı, ne işe yarayacağıdır. Demek istediği, insanın işine yaramayan bilgileri edinmesinin anlamsızlığıdır. İnsan ancak hayatında yer tutan, ihtiyacı olan şeyi öğrenmelidir; bunu da mecbur kaldığı için yapar zaten. Ayrıca #bilgi bir gösteriş nesnesi değildir ve öyle de kullanılmamalıdır; bilgi sadece işleviyle vardır ve değeri bundan ibarettir. Pippi’nin Lizbon yanıtını bilmesine rağmen bunu öne sürüp övünmemesinin de anlamı budur; bilgiyi işinize yarıyorsa edinin, yok, onsuz yaşabiliyorsanız hayatınıza devam edin. Üstelik Portekiz’in başkentini biliyorsunuz diye sakın kendinizi bilmeyenlerden üstün sanmayın. Bir taşla üç kuş vurmak diye buna denir sanırım. Pippi aracılığıyla Lindgren, öğreticilik ve mesaj verme derdi olmadan, hatta bundan bizzat kaçtığı için metnin en alt katmanına yerleştirdiği sorularla bir sürü açık uçlu mesaj verir; üstelik bunu hiçbir iddiada bulunmadan, sadece içtenlikle ve bir düşünsel iç tutarlılıkla fikirlerini açıklayarak yapar…
Nitekim kitap boyunca Pippi “öğretmen soruları”nı aynı zihniyetle karşılar ve onların soruları gerçekten bilmedikleri için sorduklarını imler hep. Öğretmen okula ilk ve son gittiği gün Pippi’ye, “Pippi, söyle bakalım, 7 artı 5 kaç eder?” diye sorduğunda, Pippi şaşkın ve somurtkan bir edayla öğretmene şöyle bir bakar ve “7 artı 5’in kaç ettiğini sen bilmiyor musun? Eğer öyleyse benim sana söyleyecek bir şeyim yok” der. Öğretmen yanıtı alamayacağını anlayıp doğru yanıtı söyleyince de, “Bak işte gördün mü, sen cevabı biliyormuşsun. O zaman bana niye soruyorsun?” diye cevabı yapıştırır. Ona göre insan bir şeyi gerçekten bilmiyorsa sormalıdır, sorunun gerçek anlamı budur, hiçbir düzeyde ironi yapmak ya da başkasını sınamak değil.
Bu arada söylemeyi unuttuk, Pippi’nin okula başlama derdi hiç de “bir şeyler öğrenmek” değildir. Ona, “Okulumuza hoş geldin küçük Pippi… Umarım okuldan hoşlanır ve çok şey öğrenirsin,” diyen öğretmene yanıtı çok açıktır: “Öyle mi? Umarım bir Noel tatilim olur. Ben buraya tatil hakkımı almak için geldim. #Adalet her şeyden önce gelir.” Dört ay sonra Noel gelecek ve herkes Noel tatiline girecektir. Herkes tatile girerken onun bir tatili olmayacaktır. Pippi işte böyle bir adaletsizliğe dayanamaz. Sırf bu yüzden okula başlamaya karar verir. Ama 8 artı 4’ün mü, yoksa 7 artı 5’in mi 12 ettiğine bir türlü karar verilemeyen bir yer ve bu kadar düzensizlik Pippi’ye bile fazla gelir. “Yoo hanfendi, artık bu kadarı da fazla,” diye isyan eder Pippi. “Daha biraz önce yedi artı beşin on iki ettiğini söylediniz. Okulda bile bir düzen olmalı canım. O da bu da on iki edemez. Ayrıca bu tür saçmalıklara çocuksu bir ilgi duyuyorsan, niçin köşene çekilip şu toplama işlemini kendi kendine yapıp bizi rahat bırakmıyorsun, hiç değilse biz de elim sende oynarız. Aman, üff, yine sen dedim! Beni son kez affeder misin?”
#Öğretmen Pippi’nin ilgisini çekebilmek için öğrencilere resim yaptırmaya karar verdiğinde ise soru ve sorun bu sefer başka bir cepheden baş gösterir. Pippi resmi kâğıda değil yere çizmektedir. Öğretmen şaşkınlıkla “Niçin kağıda değil de yere çizdiğini,” sorduğunda Pippi’nin yanıtı hazırdır. “Kağıda da çizdim ama koca atı bu küçücük kağıda sığdıramam ki…Şimdi ön ayaklarını çiziyorum, kuyruğuna geldiğimde sanırım koridora çıkacağım.” Bu yanıt üzerine öğretmen biraz düşünür. Eh, biraz düşünmekten fazlası gelmiyor insanın elinden böyle bir yanıta karşılık vermek için. Üstelik buna verilecek yanıt çok açıkmış gibi görünmesine rağmen, uğraşın bakalım Pippi’ye bir yanıt vermeye, işin hiç göründüğü kadar kolay olmadığını göreceksiniz. Üstelik Pippi’nin kendine has akıl yürütmesiyle size verebileceği karşı yanıtları düşünebilirseniz, bu bile size yeter. Pippi size daha şimdiden çok şey katmış demektir. Öğretmen ise biraz düşündükten sonra hiçbir şey demez, Pippi’nin de ilgisini çeker umuduyla bu sefer biraz şarkı söylemeyi teklif eder. Fakat Pippi’nin cevabı hazırdır: “Siz söyleyin, ben dinleneceğim… Bu kadar bilgi en sağlıklı insanı bile çökertir.”
Ah Pippi vah Pippi! İnsana bildiği tüm şeyleri unutturan, tüm ezberleri bozan Pippi! Okuldan ayrılmadan önce, öğretmenin üzüldüğünü görüp gözleri yaşlı özeleştirisini de verip hislerinizi ve düşüncelerinizi iyice karıştırır: “Bunu anlamalısın öğretmen, eğer bir insanın annesi melek, babası siyah adamlar kralıysa ve bütün ömrünü denizlerde geçirmişse, okula geldiğinde bütün o elmalar ve yılanlar arasında (söylemek istediği, harfleri öğretmek için öğretmenin onları benzettiği şekillerdir) nasıl davranacağını bilemiyor.” Tam, “Yazık işte, çocuk öyle yetiştirilmediği için topluma uyum sağlayamıyor, hem annesi babası da yok, yoksa o da normal olmak istiyor,” diye siz ona acımaya başlamışken, o size aceleci olmanın hiç iyi bir şey olmadığını ivediyetle hatırlatıverir. Atının sırtına atlayıp okuldan ayrılırken çocuklara söylediği şu son sözlerle size ters köşeden bir nanik yapar: “Ben okul diye Arjantin’dekilere derim. Asıl orada okula gitmeliydiniz. Noel tatilinden üç gün sonra Paskalya tatili başlar. Paskalya tatili bittikten üç gün sonra da yaz tatili başlar. Yaz tatili 1 Kasım’da biter. Tabii 11 Kasım’da başlayan Noel tatiline kadar biraz zorlanırsınız ama en azından ev ödevi diye bir şey yok. Arjantin’de ev ödevi yapmak kesinlikle yasak.” Gardıroba saklanıp ödev yaparken yakalan bir iki çocuk annesi tarafından yakalanırsa cezalandırılmakta, eğer bir çocuk yedi artı beşin kaç ettiğini bilip de öğretmene söyleyecek kadar budala olursa, bütün gün utanç köşesinde tek ayak üzerinde dikilmek zorunda kalmaktadır. Yani Pippi’nin beyanlarına göre…
Pippi ilk kez 1945 yılında basılmış. Yani dünyanın yaklaşık 30 yıl arayla iki büyük dünya savaşını, “insan aklının”, rasyonel aklın alamayacağı denli iki büyük hezimeti yaşadığı, gördüğü bir dönemin sonunda. Hem de aynı kuşak bu iki korkunç hezimete birden tanık olma şerefine nail olmuş. Yani sadece iki tane olmasına “sevinmemiz!” gereken iki dünya savaşı, tek bir insan ömrüne sığmış. Yazar Lindgren her ne kadar bu felaketin kıyısında kalmış bir ülkeden, İsveç’ten olsa da, bütün dünyayı kasıp kavuran, ölümlerle, kanla, korkuyla, şiddetle, yokluklarla ve güvensizlikle tanımlanan bir dönemin rüzgârından etkilenmemiş olmasına imkân yok. Nitekim Pippi Uzunçorap’ta “dünyanın en güçlü” adamı diye tanımlayıp bir sirkte Pippi’nin karşısına çıkardığı karakterin adının #Adolf olması bir tesadüf olmamalı.
İşte bu tarihsel arka plana baktığımızda, Pippi’nin insan aklının bildik rasyonalite kurallarını tepe taklak eden tavrı, mantığı; insanlığın bu akılla geldiği iki tarihsel dönemece ve insanlığı bu dönemeçlere getiren “aklın” güvenilirliğine yönelik bir sorgulama, bir karşı çıkış olarak görülmeye de müsait. Yetişkinlerin “dünya çapında” yaptığı, becerebildiği bu kadar olduğuna göre, belki de söz haklarını çoktan yitirmişler; o güne kadar savundukları bildik doğruların geçerliliğini, yetişkin aklının güvenilirliğini sorgulamaya açık kılmışlardı amelleriyle. Uzunçorap Pippi’ye bugün bu tarihsel ışık altında bakmak, onda bambaşka bir “#isyan” kültürünün ilk kıvılcımlarını görmeyi de mümkün kılabilir. Ne de olsa yaklaşık 20 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı’nın ardından #Keynesçi ekonominin de etkisiyle refaha ulaşıp bolca çocuk yapılmasıyla ortaya çıkan “#babyboom” kuşağı çocukları, birer “#çiçeçocuk” olarak karşımıza çıkacak, #68 hareketinin isyan ateşini yakacak, Pippi’yle olan türsel akrabalıklarını fikirleriyle, yetişkin kültürüne karşı topyekûn karşı çıkışlarıyla ortaya koyacaklardır. Onlarınki de ters çevrilmiş gibi bir akıldır, aynen Pippi’ninki gibi… “Savaşma seviş,” derken; “Kaldırımın altında kumsal var,” derken; çalışmanın ve okula gitmenin erdemini -aynen Pippi- gibi sorgularken; savaş görmüş anne babalarının güvene ve statükoya olan düşkünlüğüne karşı, tüm dünyayı, aynen Pippi’ninki gibi özünde doğru, araçları sorgulamaya açık kılan bir akılla tepetaklak edip kökten değiştirmeye soyunurken… Hayalgücü, çocukça bir merakla hayatı, dünyayı yeniden biçimlendirme arzusu, -aynen Pippi’ninki gibi- düzenin bildik araç ve kurumlarından azade bir adalet duygusu ve bireyselliğin, bireyin coşkun kutlamaları… Dikkatli bakarsak, 68’in devrimci şenlik ateşlerinden Pippi’nin yüzünün bize baktığını görmek hiç zor değil! Belli ki Pippi artık yirmili yaşlarını bulmuş ya da o yaşlara yaklaşan okurlarında tüm canlılığıyla yaşamış, hem de hiç büyümemeyi ve büyütmemeyi becermiş… Lindgren bir kâhin gibi Pippi’nin ruhunda gelecek kuşakların ruhunu görmüş; ya da hep orada olan, insanın oyuncul özünde varlığını hep sürdüren, pragmatizmden bağımsız çocuksu aklın yüceliğini görmüş mü desek? Deneyciliğin, oyunculuğun, her şeyi sorgulamanın, statükoya karşı çıkmanın, hayal etmenin, -atına oturma odasında kendisiyle eşit bir yer veren ve gerekirse onu omzuna alıp verandadan indiren Pippi gibi- atını sağlam kazığa bağlama ihtiyacı duymadan özgürce davranmanın, keşfetmenin yüceliğini… Lindgren’in başlattığı iade-i itibar belli ki başka Pippilerce devam ettirilmiş, hayata geçirilmiş…
Pippi’yi ilk okuduğum dönemdeki benim halet-i ruhiyeme ve çocukluğumu geçirdiğim döneme geri dönersek, çocukluğunu ve ilkgençliğini Türkiye’de 1980’li yıllarda geçirmiş biri olarak Pippi’nin o dönemde bende yarattığı şaşkınlığın somut nedenlerini bugün çok açık görebiliyorum. Öyle ki Pippi gibi birinin değil gerçek hayatta var olabilmesi, bir kitap kahramanı olarak karşıma gelebilmesi bile afallatmıştı beni. Tam olarak öyle düşündüm mü bilmiyorum, ama içten içe, böyle bir kitabın nasıl yasaklanmadığına şaşırmıştım. Temeldeki hissim buydu. Pippi kadar #yoldançıkarıcı, toplum düzenini bozucu bir unsur; kuralları hiçe sayan ve bunu açık açık ortaya koymaktan çekinmeyen bir karakter ortalıkta olmasa bile kitaplarda serbest serbest dolaşıyordu. Nasıl yani? Bizim okulda olsa, bizim orada yaşasa, öyle bir çocuğu öldürmekten beter ederlerdi kesin. Saçlarımızı iki örgü halinde örme zorunluluğu bir yana, okulda saçımıza taktığımız tokanın sayısına, biçimine, rengine, giydiğimiz ayakkabıya, çoraba, hırkaya, etek boyumuza, aklınıza gelebilecek her şeye karışıldığı; değil onaylanmayan tarzda davranmak, neredeyse onaylanmayan şekilde nefes almanın bile yasaklanmasının zemininin ve “haklı gerekçeleri”nin olduğu; öğretmenlerin öğretme işlevinden ziyade birer polis, gardiyan, kişiliklerimiz üzerinde yargılayıcı ve cezalandırıcı birer merci gibi davrandığı; anne babaların bile okul yönetimlerine karşı çıkamadığı, müdürün odasından kovulabildiği; sadece çocukların ve gençlerin değil, tüm bir toplumun zapt-u rapt altına alınmaya çalışıldığı bir ortamda yaşayan bir çocuk olarak, Pippi’nin varlığına inanamamıştım. Tüm bir toplumun her tür sopa tehdidiyle “terbiye edildiği”, tektipleştirmenin hayatın her alanında dayatıldığı bir toplumda, Pippi benim için hayal edilmesi bile yasaklanabilecek bir kahramandı. En azından büyüklerin ve yetkililerin gözünde öyle olması gerekirdi; bize karşı davranışlarına bakılacak olursa…
Bireyselliğe ve farklılığa tahammül edemeyen, insanların ancak belli bir yaşa gelip sistemle tam olarak bütünleştiklerinde, çeşitli düzeylerde güç ve mevki kazandıklarında dikkate alınır oldukları, hele ki kız çocuklarının ve kadınların söz sahibi olup “adam yerine konmak” için ne yapmalarının gerektiğinin asla bilinemediği, patriarkal ve muhafazakâr bir kültürde Pippi gibi -hem de kız olan- bir kahramanın taşıdığı anlam, eminim ki bugün İsveç ya da başka bir Batı kültüründeki çocuklar için olduğundan biraz daha farklıdır. Yetişkin ideolojisinin hükümranlığının evrenselliğine rağmen hem de… Bırakın Pippi’nin gerçekten var olup olamayacağı, bir kitap kahramanı olarak varlığı, birisi tarafından hayal edilebilmiş olması bile o yüzden başlı başına bir düştü, şaşkınlık kaynağıydı benim için… Tabii ki en gizli düşlerin, isyan tohumlarının da yuvası…
Öte yandan, tarihe baktığımızda bazı şeylerin farklı coğrafya ve zamanlarda tekerrür ettiğini görmek de çok şaşırtıcı değil. Zira Lindgren 1945’te elinde Uzunçorap Pippi’nin müsveddeleriyle yayınevlerinin kapısını çaldığında pek de hoş karşılanmaz. Masal kahramanı Pippi zamana göre aşırı #anarşist bulunmuştur. Nihayet Raben & Sjögren Uzunçorap Pippi’nin maceralarını yayımladığında ülkede bütün yazarlar, ahlakçı öğretmenler ve din adamları, gelenekçi aileler ayağa kalkar. Kısacası Uzunçorap Pippi çocukları anarşist olmaya özendirmekle suçlanır, yargılanır, hatta ortadan kaldırılması (yayımlanmaması) için davalar açılır. Gün olur devran döner, İsveç hükümetinin Astrid Lindgren adına verdiği çocuk kitapları ödülü çocuk edebiyatının Nobel’i olur. Pippi’nin ünü sınırları aşar, çocuksu anarşist ruh en azından edebiyat alanında galip gelir, hak ettiği itibarı alır.
Aradan geçen bunca zamana rağmen Pippi hâlâ önemli bir çocuk kahramansa, bu hâlâ umut var demektir. Pippilikten Hippiliğe bir kere geçildiyse bir kez daha niye olmasın? Pippi’nin kıvılcımı öyle güçlü ve öyle #kadim bir yerden çakıyor ki o kıvılcımın söneceğini ve daha nice şenlik ateşleri yakmayacağını düşünmek için hiçbir neden yok. Her çocuk Pippi doğar! Ve muhtemeldir ki dünyanın bütün isyanlarında, küreselleşme-karşıtı hareketlerinden “Arap Baharları”na, “Wal Street İşgalleri”ne dek her yerde Pippiler var…
* Burada Pippi’nin merakının içten olduğuna hiç şüphe yoktur. O sadece sorgulamadan doğru kabul ettiğimiz her şeyin doğruluğunu sorularla tekrar sınama, bizzat ikna olma ve ikna olmadığı bir şeyi yapmama hakkını kullanmak istemektedir. Yani soru ironik değil, sahicidir.
#pippi #pippiuzunçorap #astridlindgren #çocukedebiyatı #aykırıkahraman #kitapkahramanı #80ler #80lerdeçocukolmak #herçocukpippidoğar
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.