Clive Barker: BARKER’IN KORKU’SU…

  • Clive Barker: BARKER’IN KORKU’SU…

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 13:43'de 11 Temmuz 2024

    BARKER’IN “KORKU”SU…*

    Makale Yazarı: Onat Bahadır

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2012, 12. sayıda yayımlanmıştır. 

    Clive Barker’ın edebiyatı söz konusu olduğunda, kuşkusuz akla gelen ilk eserdir Kan Kitapları (Books of Blood). Altı ciltten oluşan seri, yazarın sadece geniş kitlelerce tanınmasını sağlamamış, onu korku-gerilim türünün en özgün kalemleri arasına da yerleştirmiştir. İlk ciltte yer alan Kan Kitabı, Geceyarısı Et Treni, Yattering’le Jack, Domuz Kanı Türküsü, Seks, Ölüm ve Yıldız Işığı, Tepelerdeki Şehirler adlı altı öykü sadece türün meraklılarını değil, sıradan edebiyat okurunu da yerinden zıplatacak güce sahiptir. Bunun başlıca nedeni Barker’ın nadir rastlanır bir hayal gücüne sahip olması…

    Yazarlığa gençlik yıllarında tiyatro oyunları kaleme alarak başlayan Barker, doğup büyüdüğü şehir Liverpool’dan 21 yaşında ayrılarak Londra’ya gelir. Burada gündüzleri tiyatro grubu için oyunlar üretmeye devam ederken geceleri resim yapar ve uzun öyküler yazar. Sekiz ay gibi kısa bir sürede Kan Kitapları’nın ilk üç cildi böyle tamamlanır. Barker bu dönem Edinburg Festivali’nde sahnelenen History of Devil (Şeytanın Tarihi) adlı oyunuyla da önemli bir başarı yakalar. İlerleyen yıllarda resim ve sinema konusunda elde ettiği başarıları da hesaba kattığımızda ne türden bir yazarla karşı karşıya olduğumuz biraz daha netleşiyor.

    Ancak burada şu notu düşmek elzem; Clive Barker sıkıldıkça alan değiştiren bir isim değil. Tiyatro, resim ve öykü hemen hemen aynı zamanlarda giriyor hayatına. Tiyatronun yerini daha sonra sinema alıyorsa da imge ve yazı hep iç içe. Bugün tuval üstüne çalışılmış ürpertici sayısız figürün ressamı Barker. Bunca detayı, Kan Kitapları ve daha sonra yayınladığı Lanetlenme Oyunu (Damnation Game), Kabal (Cabal), Kutsanma Ayini (Sacrament), Muhteşem Gizli Gösteri (The Great and Secret Show) ve Galilee gibi fantastik romanların büyük başarısının altında yatan nedenlere dokunmak adına veriyorum.

    Dilimize Dost Körpe tarafından ilk üç cildi çevrilen Kan Kitapları serisinin hangi öyküsünü açsanız sağlam bir kurgu, az; ama güçlü diyaloglar, her biri üstünde uzun süre çalışılmış karmaşık, derin karakterler çıkar karşınıza. Yer yer henüz ilk öykülerini karalamakta olan genç yazarın heyecanı ve iddiası hissedilir. Öyküyü bitirdiğinizde ise iki şey muhakkak aklınızda kalır; ilki Barker’ın eşine az rastlanır bir yetkinlikle sayfalara geçirdiği, okura okuduğu mekânlarda bulunmuşluk hissi veren görsellik, ikincisi ise karakterleridir. Çoğun şiddete maruz kalmış ve bu nedenle başkalaşmışlardır. Naif, zar zor ayakta durur halde olabilirler. Barker da onlara pek merhametli davranmaz. Hatta deliliğin eşiğine dek sürükler karakterlerini. Ta ki içlerindeki dehşet kuyusunun dibini görüp tümden değişene kadar onları zorlar.

    Kan Kitapları serisinin ikinci cildinin ilk öyküsü Korku’nun ana karakteri ki aslında öykünün tek bir ana karakteri olduğunu söylemek zor; Stephen Grace ve Quaid’i birlikte anmak gerek, tipik Barker karakterlerine uygun iki örnek oluşturuyorlar. Stephen Grace ya da ya da kısaca Steve, İngiliz edebiyatı okuyan bir üniversite öğrencisi. Quaid’in ise açıkça dile getirmese de Steve’e sorduğu sorulardan felsefe okuduğu anlaşılıyor. İkili arasında bir öğretmen-öğrenci ilişkisi var. Barker bu durumu şöyle açmış:
    “Stephen Grace, üniversitedeyken ve konuşmaya korkarken, korkularından konuşmayı öğrenmişti. Yalnızca konuşmayı da değil, korkularını analiz etmeyi, kılı kırk yararak incelemeyi öğrenmişti.

    Bu konuda bir öğretmeni vardı: Quaid.

    Gurular döneminde yaşıyorlardı. Gurular mevsiminde. İngiliz üniversitelerindeki genç erkek ve kadınlar, doğuda ve batıda, koyun gibi peşlerine takılacakları insanlar arıyordu. Steve Grace bu bir sürü insandan yalnızca biriydi. Bulduğu mesihin Quaid olmasıysa talihsizliğiydi.” (s.11-12)

    Quaid bir sadist! Steve’in talihsizliği bu nedenle… Fakat tabii Barker trajedinin alacağı boyutlar konusunda fazla ipucu vermiyor başta. Üniversitenin kantininde tanışıyor ikili. Quaid hem yaşça büyük Steve’den, hem söylem olarak daha iddialı. Karşısındakini ele geçirme hevesi hissedilse de bunu ustalıkla örtüyor. Steve seçmeli ders olarak “Etik” alıyor. Quaid’in dikkatini böyle çekmiş. Konu hızla felsefe ve özellikle de Quaid’in ifadesiyle gerçek felsefeye geliyor.

    “Burada öğrettikleri gerçek felsefe değil,” diyor Quaid, “Biraz Platon, biraz Bentham ezberletiyorlar… Gerçek analizler yapmadan. Ama felsefe öğretiyormuş gibi yapıyorlar tabii.” “Gerçek felsefe. Bir canavardır Stephen.”(s.14-15)
    “Vahşidir.”,
    “Gerçek filozoflar olsak akademik laf ebelikleriyle uğraşmazdık. Semantikle uğraşmazdık. Önemli konulardan uzak durmak için dilbilimsel numaralara başvurmazdık.”
    “Canavarın yanında yürümeliyiz Steve. Onu okşamalıyız, sevmeliyiz, saymalıyız…”

    Bu türden cümleler karşısında önce kafası karışan sonra yapılan benzetmeleri kavramaya başlayan Steve’in merakı kamçılanıyor. Quaid ile ortak arkadaşı Cheryl Froom’dan Quaid’in anne ve babasının öldürüldüğünü, bir okul sekterinden ise otuz yaşından büyük olduğunu öğreniyor. Yalnız zaman zaman bir araya gelmeye başlasalar da, Quaid’in tam olarak nerede duracağını; neler yapabileceğini kestirememek Steve’i tedirgin etmeye devam ediyor. Sözünü edip durduğu gerçek analizlerle tam olarak neyi kast ettiğini de anlamıyor.

    Cheryl, Quaid ve Steve’i bir araya getiren tartışmalar, öykünün kazandığı yeni bir açı… Quaid’in yönlendirmesi ve ısrarıyla tartışmaların en gözde konusu “korku” oluyor. Cherly çok güzel ve bir o kadar da zeki! Quaid’le sürekli çatışıyorlar. Cheryl, Quaid’e korkağın teki, Quaid’se ona patalojik bir iyimser olduğunu söylüyor. Bir tartışmaları şöyle ilerliyor:
    “Kendi gölgenden bile korkman kimin umurunda? Ben korkmuyorum. Gayet rahatım.”
    “Hepimiz arada sırada korkuyu tadarız.”
    “Ben korkmam”
    “Korkmaz mısın? Kâbus görmez misin yani?”
    “Hiç görmem. İyi bir ailem var. Geçmişimde karanlık sırlar yok. Et bile yemem. Yani mezbahaların önünden geçerken içim rahattır. Sergileyecek boktan şeylerim yok. Bu gerçek olmadığım anlamına mı geliyor yani?” “Bu, özgüveninle bir şeyleri örtbas etmek istediğin anlamına geliyor.”(s.19)

    Bu tartışmanın en can alıcı kısmı Cheryl’in “Et bile yemem,” demiş olması; çünkü Quaid kısa süre içinde bunun bir vejeteryan tercihi değil, korku nedenli olduğu, Cheryl’in “et”ten korktuğu görüşüne varıyor. Üstü kapalı Steve’e bununla ilgili bir şeyler yapacağını da söylüyor. Bu, Steve’in artık Quaid’den uzak durma kararı aldığı yer. Okur için de bir eşik bu nokta. Quaid’in sözünü edip durduğu analizlerden birinin kobaylığına, kimin seçilmiş olduğu az çok açıklık kazanıyor.

    Okul yaz tatiline giriyor ve bir süre kimse ortalarda görünmüyor. Barker, Stephen Grace’i daha yakından tanımamız için bu boşluğu kullanmış. Babasının matbaa işi yaptığını ve Steve’in yazları onunla çalıştığını böyle öğreniyoruz. Asıl açık edilen ve kurguyu bir sonraki dönemeç için hazırlayansa Steve’in korkusu… Altı yaşındayken geçirdiği bir otomobil kazası kısmi sağırlık yaşamasına neden olmuş. Bir süre sonra sağırlık geçmiş ise de yaşadığı deneyim; yani bir anda çevresindeki dünyadan soyutlanmış, kimseyi duyamaz hale gelmiş olması, kalıcı bir duygusal hasar olarak Steve’e eklenmiş. Kazanın ardından uzun bir süre kafasının içinde; tuhaf sesler, uğultular, ıslıklar, çınlamalar duymuş. Geceleri bu çınlamalar yüzünden korkuyla uyanıp duyamadığı çığlıklar atmış. Yarı sarhoş oldukları bir sohbet sırasında bunları Quaid’e de anlatmış. Buna pişman Steve. Quaid’den uzak durmasının bir nedeni de bu. Onun bunu kullanabileceğinden korkuyor.

    Öykünün burdan sonrası, yani yaz tatilinin bitişi, Steve’in okula dönüşü ve Quaid’in yaz boyunca neler yaptığını öğrenişi, ardından kendisinin maruz kaldığı olaylar; tüm bunlar Quaid’e neden sadist dediğimizin yanıtı… Artık yaşayan pek kimsenin kalmadığı çoğu yıkılmış evlerden oluşan Pilgrim adlı sokaktaki evine önce Cheryl’i sonra Steve’i hapsediyor Quaid. Cherly’e korktuğu yahut hoşlanmadığı eti yemek zorunda kalacağı şartları yaşatıyor. Sonrasında kıza ne yaptığını açık etmiyor Barker. Quaid, Cheryl’in analiz bittikten sonra çekip gittiğini söylüyor yalnızca. Doğru mu bilmiyoruz, sonrasında da öğrenemiyoruz… Steve’se yaşadıklarından sonra tamamen aklını kaybediyor, yalnız üçüncü ve son perde için hazırlanmış olarak. Bu elbette Quaid’in korkusu! Barker’ın yazdığı “son”, akla; yani herkes kendi korkusunun kurbanı mıdır, sorusunu da getiriyor. Delirdikten sonra Quaid’in cellâdı haline geliyor Steve.

    Başlarda Steve’in Cheryl’den Quaid’in ailesinin öldürüldüğünü öğrendiğini söylemiştik. Olayla ilgili detay vermemiş Barker; ancak sona doğru Quaid’ın bir baltalı katil korkusunun olduğunun altını çizmiş. Quaid bu figürle ilgili kâbuslar görüyor. Ailesini böyle bir katilin katlettiğini anlıyoruz. Steve’se yatırıldığı bakım evinden –Quaid delirdikten sonra sokağa atıyor onu ve bir polis önce dövüp sonra bakımevine bırakıyor– bir karışıklık sırasında elinde baltayla Pilgrim Sokağı’na geliyor. Bir şeyler hatırlıyor kuşkusuz. En başta sokağı hatırlıyor. Bir de Quaid onu hapsettiği kuyudan çıkarırken gördüğü fotoğrafları. Bunlar baltalı bir adama ve kurbanlara ait… Aklında kalmış birkaç parça şey… Bakımevinden aldığı baltayla yarı uyur yarı bilinçli bir halde sokağa gelip huzursuz uykusunda olan Quaid’in kâbusu oluyor. Evet, elinde baltayla Quaid’i doğruyor Steve; ama bu aklını başına getiren bir şey değil. Delirmiş bir adam olarak yapıyor bunu ve öyle de kalıyor.

    Neticede Barker’ın Korku adlı öyküsünün üç karakterinden Quaid ki ailesi katledilmiş ve bu anlamda en fazla şiddete maruz kalmış olandı, kâbuslarını gerçeğe dönüştürdü ve öldü. Cheryl Froom’a tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz günlerce bir odada aç bırakılıp sonunda üstünde kurtlar gezmeye başlamış bir bifteği son lifine kadar yemek zorunda kalmış olması dışında… Quaid’in onu dışarı bırakmış olabileceğini düşünmek pek akla yakın görünmüyor. Stephen Grace aklını kaybetti. İyileşebilir mi?… İyileşmek onun yaşadıklarını yaşamış biri için mutlu bir son olur mu? Bu derece çok şiddetle yıkanmış bir öykü için belki… Dönelim başa ve öykünün ilk cümlesine bakalım. Barker “Korku kadar büyük bir haz yoktur.” diyerek açmış öyküyü (s.11). Sonra bu cümleye ilerleyen sayfalarda bir ekleme yapmış: “Korkan kişi başkası olduğu sürece.” (s.16). Ama öykünün son sayfasını da çevirip okumayı bitirince anlıyoruz ki en çok korkan, korkutan aslında…

    Clive Barker’ın altı ciltlik Kan Kitapları serisinin sadece üç cildi çevrildi dilimize. Kalan üç cildin ne zaman çevrileceği şimdilik muallâk. Böylece Türkçede okunabilir on altı Barker öyküsü mevcut. Clive Barker’ın kaleminin en heyecanlı olduğu zamanlara tanıklık ediyorlar. Lanetlenme Oyunu romanını bir kenara bırakırsak, Barker sonraki eserlerinde korkudan uzaklaşmış. İlk ciltteki sunuş yazısında bu öyküleri yazan adamın artık içinde yaşamadığını söylüyor. Bunu da şu açıdan anlamlı buluyorum; onun kadar gerçek canavarlar yaratabilen biri, bir süre sonra o canavarlarla uzlaşmadan edemezdi. Sonradan resmettiği neredeyse sevimli hale gelmiş tuhaf figürler ve fantezi ağırlıklı romanlar bu olgunlaşma sürecinin kanıtları diye düşünüyorum. Korku öyküsü on altı öykü içinde şiddet ve psikolojik gerilim dozu en yüksek olanlarından. Öte yandan Geceyarısı Et Treni, Tepelerdeki Şehirler, Çiğkafa Rex, İnsan Kalıntıları ve diğer öyküler, eğer bir parça gerilim, korku edebiyatına meraklı iseniz, okuyabileceğiniz son derece özgün bir kaç öykü olarak orada duruyorlar.

     

    #korkuedebiyatı #clivebarker #patalojik #semantik #felsefe #kankitapları #booksofblood

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
BARKER’IN “KORKU”SU…* Makale Yazarı: Onat B…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi