Roman Kahramanları
CEVDET BEY’İN SAAT GİBİ İŞLEYEN EVİ
-
CEVDET BEY’İN SAAT GİBİ İŞLEYEN EVİ
CEVDET BEY’İN SAAT GİBİ İŞLEYEN EVİ*
Makale Yazarı: Ethem Baran
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Temmuz/ Eylül 2010) 3. sayıda yayımlanmıştır.
Orhan Pamuk, yirmi iki yaşındayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar verir ve dört yıl bir odaya kapanarak ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazar. Kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını da okusun diye babasına verir. Sonra heyecanla beklemeye başlar. İki hafta sonra babası gelir ve oğluna sarılır; oğullarına, bir gün paşa olacaksın diyen bütün Türk babaları gibi ona, bir gün #NobelÖdülü’nü alacağını söyler. Oğul, yıllar sonra o ödülü alır ama ne yazık ki baba bu mutluluğu göremeden, dört yıl önce ölmüştür.
Yirmi iki yaşında eve kapanıp #roman yazmaya karar veren bir gencin kararlılığının ve azminin sonucudur Cevdet Bey ve Oğulları. Yıllar sonra yaptığı bir konuşmada Pamuk, otuz yıldır yazdığını, arkasında yayımlanmış birçok romanı olduğunu söyledikten sonra, bir otuz yıl daha roman yazmayı çok istediğini eklemiştir.
Pamuk, bir #aileromanı yazmak için çıkar yola. Oturdukları, kendilerine ait apartmanın yanında eski bir ev vardır ve o evden aile içinde sürekli bahsedilmektedir. Eski evin yıkık hali ve ona ilişkin çocukken kurulan hayallerin Cevdet Bey’in hayatına bağlanacağını tahmin etmek zor değil. Orada yaşayan ailenin 1930’lara ilişkin hayatlarının nasıl olabileceğini merak eden yazar, o dönemin günlük, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatının ayrıntılarını öğrenebilmek için dergi koleksiyonlarından, eski gazete ciltlerine, dedikodu kitaplarından, sosyete romanlarına ve sefir eskisi Osmanlı paşalarının anılarına varıncaya kadar derin okumalara girişir ve içinde kendisinin ve ailesinin de yer aldığı ama hayal gücüyle kurulmuş, ayrıntıların bir romanda ne kadar önemli olduğunun açık seçik hissettirildiği bir roman çıkarır ortaya.
Orhan Pamuk, üç kuşaklık bir dönem içinde ele aldığı Cevdet Bey ailesinin hayatını Cevdet Bey, oğulları ve torunlarının zamanı biçiminde üçe bölerek anlatmıştır. Birinci bölüm “İlksöz”de bir tek gün anlatılır ve biz Cevdet Bey’le tanışırız.
#1905 yılındayız. Bölüm Cevdet Bey’in uyanışıyla başlar. Rüyasında çocukluğunu görmüştür ve bu rüyanın etkisinde uzun süre kalır. Şimdi 37 yaşındadır, Şükrü Paşa’nın kızı Nigân Hanım’la nişanlıdır. Başlangıçtaki bu rüya, Cevdet Bey’i bir #romankahramanı olarak anlamamız için bize önemli ipuçları sunar. Tavanı akan sübyan mektebinden, suçlayan, küçümseyen arkadaşlar arasından, herkesten farklı, yalnız bir çocukluğun içinden geçip Yahudi, Ermeni ve Rum tüccarların arasına girmeyi başaran ve şimdi de bir paşa kızıyla evlenmeye hazırlanan bir roman kişisinin ruh dünyası yavaş yavaş serilmektedir önümüze.
“Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır” der Pamuk. Yazarın bu sözleri, Cevdet Bey’i bir roman kahramanı olarak diğer pek çok kahramanın yanına koymamız ve onu anlamak için kendi içimize de dönüp bakmamıza yol açacak bir kıvılcım olabilir mi? #Çocuksu ve iyimser bir güveni bu roman için sürdürmeyi biz de denemeli miyiz?
Thomas Mann’ın #Buddenbrooklar’ı gibi bir aile romanını Türkçede yazmak için belki de Orhan Pamuk’u, onun romanında anlattıklarına benzer bir ailenin içinden gelen bir yazarı beklemek gerekiyordu.
Bu yazıyı yazmak amacıyla yıllar sonra Cevdet Bey ve Oğulları’nı yeniden okurken, Cevdet Bey’i odak alacağımdan olsa gerek, onunla aynı şeyleri düşünüp hissedebilir miyim diye aklımdan geçirdim. #CevdetBey, işini bilen bir ticaret adamı olarak babadan kalma dükkânı büyütmüş, gayrimüslim tüccarların arasına girmiş, eski mahallesini ve akrabalarını geride bırakarak yeni bir hayata adım atmış bir iş adamıydı. İşin bu kısmının, ‘okur’ olarak tanımlayabileceğimiz bizim gibi insanlar için yaygın bir durum oluşturmayacağı açıktır sanıyorum. Ama Cevdet Bey’in kararlılığına, kendine güvenine ve güzel bir eve sahip olup iyi bir aile kurma isteğine yabancı kalmak ya da uzak durmaktan ziyade anlayışla yaklaşmak daha anlamlıdır diye düşünüyorum. Cevdet Bey’in evliliğiyle ilgili gelişmeler daha romanın başlarında önemli şeyler söyler bize. Nişanlısını bir kez görmüştür Cevdet Bey. “Nigân’ı seveceğini seziyordu. Onu sevmek istediğini önceden çok düşünmüştü. #Nigân’ın şimdi kendisini sevmediğini de biliyordu. Ama az önce gördüğü o hareketli şeyin, ailesi ne kadar tuhaf, eski ve kendisine uzak olsa da, kocasını sevmek için yetiştirildiğini de biliyordu. Haklı olduğunu bir kere daha düşündü, heyecanlandı, gözlerinin nemlenmesinden korktu.” Cevdet Bey’in yaşadığını derinlemesine hissettiği anlardan biridir bu. Benzer anlara, Cevdet Bey’in hayata, yaşamaya dair düşünce ve duygularına sonraki sayfalarda da sık sık rastlayacağız. Sosyolojik açıdan bana üzerinde durulması gereken bir konu olarak görünen husus, Cevdet Bey ve Nigân Hanım’ın nişanlılık ve evlilik sürecinde yaşadıklarıdır. #Abdülhamit döneminde, 1905 yılında olduğumuza göre, birbirini görmeden, ya da bir iki kez görerek nişanlanıp evlenmelerin o dönem koşullarında normal karşılanması gerektiğini biliyoruz. Ne var ki, aynı kültürel yapının, toplumsal gelişmelerin şaşırtıcı biçimde ivme kazandığı günümüzde bile hâlâ ülkemizde bazı bölgelerde de olsa yaşanıyor olması son derece manidardır.
Nişantaşı’nda gördüğü #kâgir eve hayran kalmıştır Cevdet Bey. #Kestane ve #ıhlamur ağaçlarının gölgelediği bakımlı bahçesi, alçı kabartmaları, parke döşemesiyle hayal ettiklerine biraz daha yaklaştırmıştır onu. Ancak, yıllar sonra, kendi düşünceleriyle hesaplaşıyorken artık başladığı yerde değildir: “Bu evi satın almadan önce gezerken dikkatini çeken köşelerdeki alçı kabartmalara gözlerini dikti. Defne dalları, irili ufaklı güller arasında şişman melekler uçuşuyorlardı. ‘#Alafranga bir aile kurayım dedim, ama sonunda hepsi #alaturka oldu!’ diye düşündü.” Gerçekten de Cevdet Bey, henüz nişanlıyken ve bu evi almayı düşünüyorken alışkanlıkları, hayalleri, bildikleri ve bilinçaltına yerleşmiş ve sonradan ortaya çıkan bilmedikleriyle birlikte yeni bir hayat kurmuştur kendine. Ama bu hayatın gelecekteki görünümüne ilişkin ilk bilgileri romanın başlangıcında bize sezdirir yazar. Cevdet Bey eski mahallesinden, Haseki’den kopmuştur. Bir gün ağabeyinin isteği üzerine yeğeni Ziya’yı almak için oraya gider: “Cevdet Bey arabadan indi. Çevresine bakındı. Bitişikteki eve İstanbul’a ilk taşındıkları gün gelmişlerdi. On yıl oturduğu o eve bakmak istemedi. Zeynep Hanım Teyze’nin bahçe kapısını açtı. Kapıya bağlı eski çıngırak şıngırdadı. ‘Nişantaşı’ndaki o evi satın alırsam bahçe kapısına şöyle bir çıngırak asayım!’ diye düşündü. Bahçe eski bahçeydi. Erik ağacı da aynı güçsüz, zayıf ağaçtı. Kapıyı vurdu, bekledi. (…) Cevdet Bey utançla terleyerek kadının elini öptü. Eli öperken küçüklüğün bazı unutulmuş kokularını, birkaç eşyayı, bir böceği, işlemeli bir masa örtüsünü hatırlar gibi oldu.”
Cevdet Bey artık altmış sekiz yaşındadır. Her bayram olduğu gibi aile birlikte yemek yiyecek ve eve misafirleri gelecektir. Cevdet Bey eski arkadaşı Fuat’ı beklemektedir. “#Fuat ile oturacağız, konuşacağız, geçmişi anacağız… Geçmişi… Bu evi… Buraya doldurduğum bütün bu aile cıvıltısının tarihini… Her şeyin tarihini biliyorum. Evi 1905’te aldım. Evlendim, Abdülhamit’e bomba atmışlardı. Sonra Meşrutiyet iyi oldu. Yan bahçeyi de satın aldım. Harpte şeker ticaretinden kazandığım parayla bütün her şeye çekidüzen verdim. Şirket büyüdü. Osman evlenmek isteyince üst kata çıktık. Cumhuriyet’ten dört yıl sonra. Sonra torunlar geldi. Şimdi içine kömür atılan sobayı altı yıl önce aldık. Her şeyin tarihini biliyorum, çünkü ben yaptım.”
Nişantaş’taki evi satın aldığında bahçe kapısına Haseki’deki evin bahçesinde gördüğü çıngıraktan asmayı düşünen Cevdet Bey, alçı kabartmalarında Frenk meleklerinin uçuştuğu, gerekliliğine inandığı ama tıngırtısına katlanamadığı piyanolu evle, çocukluğundan aşina olduğu çıngırak sesleri arasında kalmıştır ve “Alafranga bir aile kurayım dedim, ama sonunda hepsi alaturka oldu!” diyerek geçen zamana serzenişte bulunur. İnsanın iki hayatı, iki ruhu olmalı, biriyle ticaret yaparken diğeriyle neşelenmeyi bilmeli diye düşünen Cevdet Bey, bu iki hayatı birbirinden ayırmanın zor olduğunun da farkındadır bir yandan. Daha işin başındayken, nalburiye dükkânına sahip olduğunda, henüz ithalat ihracat işlerine başlamadan ve oğulları olmadan dükkânına, “Cevdet Bey ve Oğulları İthalat-İhracat Nalburiye” diye yazdıran Cevdet Bey, altmış sekiz yaşına geldiğinde, “Bu, işte bu!” diye düşünür. “Her şey bunun içindi: Bu güven verici sıcaklık, homurdanan soba, kulağı okşayan sesler, saat gibi işleyen bir ev.”Orhan Pamuk’un, çocukluğundan bildiği bu ev romanın gizli kahramanıdır aslında. Alttan alta anlatılan, bu evin yaşadıkları, hissettikleri ve değişimleridir. Bu değişim evin dışında da bütün bir ülkenin yaşadığı değişim olarak devam etmektedir elbette. Bir diğer gizli kahraman ise saat gibi işleyen evdeki tıkır tıkır işleyen saat. Evin orta katındaki sarkaçlı saat romanın sonuna kadar tıkır tıkır işler, ta ki Nigân Hanım ölene kadar. Saat, romana ilk kez, Cevdet Bey, nişanlısı Nigân Hanım’ın babası Şükrü Paşa’nın davetlisi olarak onların konağına gittiğinde girer. Sahanlığın bir köşesindeki kocaman sarkaçlı duvar saatini gördüğünde “Saat gibi bir aile” diye düşünür. Aileyi kurar Cevdet Bey ama o ailenin saat gibi işleyip işlemediği romanın asıl meselesini oluşturur. Nitekim o eve giren roman kahramanları saatin yanından geçer ve biz onun tıkırtısını duyarız. Belki aile saat gibi işlemiyordur ama roman işlemeye devam etmektedir aksamadan.
Romanda Cevdet Bey’in iki oğlundan biri olan #Osman işlenmeden kalan bir karakterdir. Aslında işlenecek bir yönü de yoktur; babasının yolunda ilerlemeye karar vermiş, işleri devralmış, hayatın kendisine sunduklarını tartışmasız kabul etmiş bir kişidir. Refik ise tıpkı babası gibi hayat üzerine düşünmektedir. “Ayıp olmasın diye yazıhaneye gidiyorum” der kendi kendine. “Her şey bundandı işte. Günlük hayatla yetiniyordu.” Oysa günlük hayat yetmez ona. Arkadaşı Muhittin’le meyhanede buluştuklarında, “Bende bir şey var, eskisi gibi olamıyorum, eskisi gibi yaşayamıyorum” der. Karısı da ona dengesinin kalmadığını söylemiştir. “Eğer denge denen şey hayatın akışına kendini bırakmaksa… Eğer kolay mutlu olmaksa denge, biraz dengesizleştim galiba.” Eskiden yaptığı şeyleri yapmasına rağmen dünya ile arasında uyum olmadığını söyler. #Muhittin ise ona “Mutsuz olmaya hakkın yok!” der; “#Mutsuzluk şairlerin işi, şu balıkçıların, şoförlerin işi.” Muhittin otuz yaşında intihar edeceğini söyleyen bir şairdir ve mutsuzluğunun tadını çıkardığını düşünmektedir. Refik’e de bedelini ödemeden hayatında derinlik aradığı için kızar. Refik bu bedeli ödemek için aylarca evinden uzak kalır. Kemah’a, mühendis arkadaşının yanına, demiryolu işçilerinin arasına gider. Ancak bu şekilde hayatına anlam katabileceğini düşünmektedir.
Orhan Pamuk, bu romanında kendisinden ve ailesinden izler bulunduğunu söylemiştir birçok konuşmasında. Her şeyi geride bırakan #Refik’in yazma tutkusunu ve Paris yıllarını roman bize söylüyor. Yazarın babasıyla ilgili anlattıklarıyla Refik arasında bir bağlantı kurmak sanırım yanlış olmayacaktır. Üstelik Refik’in oğlu Ahmet’in resim yaptığını, Orhan Pamuk’un da yazar olmadan önce ressam olmak istediğini ve vazgeçtiğini düşünürsek bu bağlantı daha da güçlenecektir.
Romanın bu önemli kahramanı bu yazının kapsamını aşacak boyuttadır. Onun hakkında özetle şu söylenebilir: Refik’in bütün istediği “doğru dürüst bir hayat”tır. Peki sadece onun isteği midir bu? Cevdet Bey, #Ömer, Muhittin ve diğerleri… Bir araya geldiklerinde kim daha iyi diye hayatlarını tokuşturan arkadaşlar…
Romanın, Cevdet Bey’in torunu Ahmet’in anlatıldığı son bölümünde, Ahmet, dedesinin resmini yapmak istemektedir, ancak bunu yalnızca dedesinden kalan anıları okuyarak, onun hakkında bilgi toplayarak değil, bunlardan yola çıkarak ve hayal kurup uydurarak yapabilirse gerçeğe ulaşabileceğini söyler. “Çünkü bu aptalca ayrıntılar insanı yanıltır. Bütün nerede? Ben bir bütün kurmak zorundayım, uydurmak zorundayım.”
Orhan Pamuk’un yaptığı da budur: Bir ailenin üç kuşaklık hayalini kurmuştur.
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.