Cengiz, Mümtaz Evren: Haydutlar Hanındaki Kadın ve Dehşet Gecesi

  • Cengiz, Mümtaz Evren: Haydutlar Hanındaki Kadın ve Dehşet Gecesi

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 13:14'de 11 Temmuz 2024

    Haydutlar Hanındaki Kadın ve Dehşet Gecesi Arasındaki Bağlantı*

    Makale Yazarı: Gülayşen Erayda

    *Bu makale Roman kahramanları dergisi 29. sayısında  (Ocak/Nisan 2017) yayımlanmıştır.

    Beyazıt Devlet Kütüphanesi arşivinde yaptığımız araştırmada ulaştığımız 20. Asır adlı haftalık derginin 30 Nisan 1953 tarihli sayısında, Haydutlar Hanındaki Kadın romanının başladığını, her tefrikasının merak, heyecan ve esrar dolu olduğunu söyleyen ilanla karşılaştık. Kerime Nadir’in sadece 20. Asır okuyucuları için yazdığı özellikle belirtiliyordu. Biz de heyecanla kitaplaştırılmamış bu eserin ilk tefrikasından itibaren okumaya başladık. Bu çalışmada adı geçen eserler, farklı yazarlar tarafından genişçe incelendiğinden iki eser arasındaki bağa odaklanarak çalışmamızı yürüteceğiz.

    Tefrika ilerledikçe, kendimizi fantastik bir dünyanın içinde bulduk. Romanın kahramanı Cengiz, çok sevdiği nişanlısı Selmin’e gelen bir mektup üzerine tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkar. Verileceği söylenen büyük bir mirası alabilmek için Hakkâri’nin Cilo Dağında bulunan Kızıl Puhu Malikânesi’ne gerçeküstü diyebileceğimiz birçok olaydan sonra sağ salim varmayı başarır. Eserin buraya kadar olan bölümünde, Haydutlar Hanı diye anılan handaki eşkıyaların arasında ölüm-kalım saatleri yaşayan Cengiz’in düştüğü hayal kırıklığı ve pişmanlık tefrika boyunca sürer, gider. “Bu facianın beni saran dehşeti beynimi dağlayan ateşten bir suale inkılâp etti: Ben geriye nasıl dönecektim? Bunu düşününce çıldıracak gibi oldum.” Malikânede yaşayan Prenses #Ruzihayal karakteriyle, Cengiz’in baş etmeye çalıştığı ihtirasını görürüz. ”Ruzihayal, kalbimdeki bütün aşkı ve iştiyakı coşturan işveli bir tavırla bana sokuldu. Sanki gözlerinin o fosforlu aleviyle beni tutuşturmak, yakmak istiyordu. Yakuttan daha kızıl olan dudaklarında ise, misilsiz bir arzu ifadesi vardı. “Eserin bir diğer önemli yanı Kerime Nadir’in daha önce denememiş olduğu, vampirler – bu eserde hortlak olarak geçerler – dünyasına girişidir. Bir hortlak olan Prenses Ruzihayal, gündüzleri ete kemiğe bürünür. Güzelliği dillere destandır. Bu güzellik, Cengiz’i defalarca kendisiyle çelişkiye düşür “Prenses yavaşça benden uzaklaştı, şöminenin yanındaki geniş koltuğa oturdu. İhtirasla tutuşan cazip bakışları karşısında ölümün bile tatlı olacağını düşünüyordum. Evet, bu cadı tarafından amansız bir şekilde büyülenmiştim. En feci akıbetlere dahi seve seve sürüklenebileceğimi dehşet içinde müdriktim.” Malikâne yoluna girerken ve içindeyken Kerime Nadir’in yarattığı korku ve dehşet dolu ortam okuru da içine sürükler.

    Şimdi karşımda küçük ve karanlık bir hücre vardı. Hemen bu hücreye daldım. Ve duvardaki yuvarlak pencereye yaklaştım. Fakat bu bir pencere değil; çerçeveye geçirilmiş bir ayna idi. Ona bakınca titredim. Çünkü bu ayna meşum bir manzarayı, lahitlerle dolu geniş bir mahzeni aksettiriyordu. Baş taraflarında boşlukta, fosforlu ışıklar saçan birer hançer bulunan bu lahitlerin kapakları açıktı. Ve her birinde, insanı dehşet ve tiksintiden felce uğratacak kadar korkunç birer cadı, gözlerini tavana dikmiş olarak, sırt üstü yatıyordu.[1]

    Bundan sonra Prens Mahi adındaki yine Ruzihayal’in kurbanlarından olan bir kişi Cengiz’e tekrar canlanarak oradan kurtuluş yolunu söyler. Cengiz kurtuluş yolunda hiç tereddüt etmeden tüm hortlakları öldürür. Eserin son sayfasında Cengiz’in ağır şekilde hastalanarak, kendinden geçmiş bir halde yattığını öğreniriz. Tüm bu yaşanan olaylar Cengiz’in hasta yatağında gördüğü kâbuslardır.
    Ve meşum rüyamı bütün teferruatıyla Selmin’e anlattım. Beni büyük bir heyecanla dinleyen nişanlım boyuna zavallı sevgilim… Zavallı sevgilim diyordu. Yalancıktan içimi çektim. Çok üzgünüm Selmin! Neye? Bu rüyadan uyandığıma. Ruzihayal için mi? Hayır, hayal olan milyonlar için![2]

    Dehşet Gecesi ile arasındaki bağlantı:

    Roman içinde roman

    Kitaplaştırılmış olan Dehşet Gecesi, kahramanı olan gazeteci Mümtaz Evren’in aldığı bir davet üzerine çıktığı tren yolculuğuyla başlar. Yolculuk, Haydutlar Hanındaki Kadın’da olduğu gibi yine Cilo Dağı’nadır. Mümtaz’ın yanında bir de okumak için getirdiği “Kızıl Puhu” adındaki kitap vardır. İlk sayfalardan itibaren okura Cengiz ve kitapla ilgili bilgi verilir. Mümtaz’ın iç konuşmalarında, kitabı kılı kırk yaran müthiş bir eleştirmen olan arkadaşı Münir Yalçın’a verdiğini, onun da eseri çok beğendiğini öğreniriz. Kızıl Puhu adıyla bahsedilen aslında Haydutlar Hanındaki Kadın’dır. Mümtaz’ın kitabı okumaya başladığı 13. sayfadan itibaren bölüm adı Haydutlar Hanı olarak yazılmıştır. Son bölümü hariç, geri kalan her şeyi tefrikası ile aynıdır. 107. sayfaya kadar devam eder. 108. sayfadaki bölümün adı, romanın da olduğu gibi Dehşet Gecesi’dir. İşte burada Kerime Nadir’in sadece tefrika ettiği Haydutlar Hanındaki Kadın’ın, Dehşet Gecesi romanının içine katarak bir anlamda onu da kitaplaştırdığını gözlemledik. Roman içinde roman özelliğinin yanı sıra, bir başka özelliği de önceki romanda öldüğünü bildiğimiz Ruzihayal’in yine karşımıza çıkmasıdır.

    Geri geri kaçmaya devam ettim. Böylece kırmızı salona girdik. Kızıl ışıklar altında Ruzihayal o nefis teninin rengini, sehhar gözlerinin cilasını ve tatlı sesinin ahengini aniden kaybetti. Bir ziya oyunu saçlarını beyazlandırdı. Ve bana yaklaştığı her adımda bir yeni değişiklik onu çirkin, buruşuk bir kocakarı haline soktu.[3]

    Haydutlar Hanındaki Kadın’la aynı fantastik yol romanın ilerleyen sayfalarında devam eder. Kahramanımız Mümtaz, tıpkı Cengiz’de olduğu gibi olayları anlamlandırmaya çalışmaktadır. “Bütün bu olanlar bana Cengiz’in hikâyesinden daha hayali görünüyordu. Benim böyle bir macera ile ne alakam vardı? Ne kötü bir kader tuzağına düşmüştüm. Bütün bu haileye sebep, yazı masamın üzerine bırakılmış olan bir küçük kitapla bir davetiye kartı idi ha?” Romanın sonuç bölümünde ise Mümtaz’ın tren kazasında başından yaralandığını öğreniriz. Gördüğü tüm olaylar yaşanmamış, Haydutlar Hanındaki Kadın da olduğu gibi bir kâbustan ibarettir. Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi için yazdığı son satırlarla yazımı bitirmek isterim. “Gözlerimi kapıyorum. Ruzihayal’in o nefis hayali göz kapaklarımın altında canlanıyor. Bir hortlak da olsa, tekrar vuslatına erebilmek için yeni baştan o hâilevi dehşet gecesini göze almaya hazırım. Bana yaşattığı emsalsiz aşk ruhumu bir zemzem gibi yakıyor. Mesut olmak için yeniden o rüyaya dalmak istiyorum. “

    Suya Düşen Hayal

    1963 yılında bu “tılsım”la hareket ederek bir dedektif romanı olan “Suya Düşen Hayal”i kaleme alıyordum. O kadar hızlı yazıyordum ki romanı, kalem adeta kendi kendine yürüyordu kâğıtlar üzerinde… Onca entrika, aşk ve macera hiçbir plana dayanmaksızın nasıl öyle birbirine bağlanıp örülüyor; konunun dokusu nasıl o kadar sağlam ve ilginç bir düzen içinde meydana geliyordu, bilmiyorum? Kendim de şaşırıyordum buna…[4]

    Romancının Dünyası

    1938 yılının soğuk bir kış gecesi başlayan romanda, Eminönü’nden Emirgan’a gidecek olan bakımsız bir halk otobüsünü dolduran dar gelirli insanların perişan durumları gerçekçi bir anlatımla karşımıza çıkar:

    O tarihlerde Emirgan’la şehir arasında ancak bir iki otobüs işlerdi. Bunlar da kalkış saatleri bile belli olmayan, hurda halk otobüsleriydi. Fakat halkın çoğu, özellikle yukarı mahalle yolcuları, uzun ve dik yokuş yüzünden, bu vasıtayı vapura tercih ederlerdi. Sulu sepken bir kar yağmakta idi. Otobüs tıklım tıklım dolmuştu. Biletçi çocuk, bir ayağı basamakta, kapıyı kapamadan bu balık istifine bir, iki zavallı daha katmak amacıyla – Haydi, Emirgan, Emirgan…. diye bağırmaya devam ediyordu.[5]

    Bu güçlü tasvirin ardından kalkmak üzere olan otobüse orta yaşlı, şık bir kadının binmesiyle olayların ilk perdesi açılır. Eserin, mirasa sahip olabilmek için yapılan türlü entrikalar ve cinayet üzerine kurulu yapısının merkezinde ise masum bir aşk vardır. Olayların içindeki gizem ve entrikalar giderek şiddetini arttırır. Sır perdesinin yavaş yavaş açılmasıyla kötüler cezalarını çekip, âşıklar birbirine kavuşacaktır.

    Romanın kahramanı olarak karşımıza daha ilk sayfalarda yakışıklı ve sevimli bir heykeltıraş olan Meftun Heper çıkar. Disiplinli, çalışkan ve aynı zamanda yetenekli olan genç adam, çevresince de dürüst ve aklı başında biri olarak bilinir. Meftun, otobüsün içindeki bir genç kızın ölmesiyle kendini olayların içinde bulur. Bu apansız ölüme pek anlam veremese de aklına başka bir şüphe düşmeden olay yerinden uzaklaşırken çocukluk arkadaşı olan Abbas Çaçanoğlu ile karşılaşır. Abbas da ressamdır. Çalışmayı pek sevmediğinden mesleğinde istediği yere ulaşamamış, konuşmayı seven, çok iyi kalpli bir gençtir. Meftun otobüste olanları istemeden de olsa anlattıkça, Abbas olayda bir tuhaflık olduğunu düşünür. Meftun’un otobüsten inerken unuttuğu çantasını almak için tekrar geri döndüğünde tesadüfen bulduğu iğnenin zehirli olduğunu –Meftun’un kedisi üzerinde denediğinde kedicik ölür– anladığında, kolları sıvayarak bir dedektif gibi araştırmaya başlar. Morga giderek öldürülen Romen göçmeni genç kız hakkında bilgi toplamaya çalışır. Cesedi sahiplenen kimse çıkmayınca elinde Meftun’un otobüste tesadüfen bulduğu yırtık bir mektup parçasıyla iğneden başka başka bir ipucu kalmaz.

    Heykeltıraş Meftun Heper, sanat ve sanatçıyla, toplumun sanatçıya bakışıyla ilgili pek çok ifade ile karşımıza çıkar. “Gözlerinde san’atçılara has işleyici ve derin bir ifade vardı.” “Güzellikler onu hemen daima estetik bakımdan ilgilendirirdi. İşte şimdi de aynı nedenle, minicik cılız ampullerin belli belirsiz aydınlattığı bu tıklım tıklım otobüste, karşısındaki genç kızı incelemeye değer buluyordu.” “Yüzünü seçemiyordu ama, seçebildiği kadarı onun san’at heyecanını tahrik edecek kadar muntazam ve cazipti. Yalnız bir “baş” için bile fevkalade bir model olacağından şüphe edilemezdi. Uluslararası bir sergiye yetiştirmek üzere “Bosfor Perisi” adındaki büyük eserini bitirmeye çalışıyordu.“

    Sayfalar ilerledikçe Meftun’un babasından kalan önemli bir serveti emlaka yatırmış ve bu sayede kendini rahatça sanata verebildiğini öğreniriz. Ayrıca sergileyeceği dev ölçülerdeki heykeline modellik yapan Romen göçmeni Seher’e karşı da farklı duygular beslemekte ancak kızın yaşı küçük olduğundan bu duygusunu bastırmaya çalışmaktadır.

    Zengin fabrikatör İhsan Şahin’in Tepebaşı Dram Tiyatrosundaki konseri, localarında onunla beraber izleme daveti aracılığıyla İhsan Şahin ve güzeller güzeli kızı Süreyya’yı tanırız. Süreyya, Meftun’a âşık olsa da Meftun’un ona karşı hissettiklerinin adeta bir özetini şu satırlarda buluruz.

    Meftun ise sadece bir san’atçı olarak genç kızın estetik güzelliğiyle ilgilenmekteydi. Vakıa bu nefis yaratıkla bir ara evlenmemeyi düşünmemiş değildi. Fakat onun şımarık bir zengin çocuğu nitelikleriyle, kendinden mağrur, her şeye yüksekten bakan hali genç adamı çekindirmiş ve güzelliğinde kalbinin kadınında aradığı füsun yerine, sadece san’atını ilgilendiren müheykel bir cazibeden başka bir şey bulunmadığına karar kılmıştı. Yalnız bir gün onun bir heykelini yapmayı da kafasına koymuştu.[6]

    Olaylar gelişirken otobüs yolcularından Şişko Atika adında portakal satan kadını da daha yakından tanırız. Fotografik hafızası olan bu kadın, kocası hasta yattığından evin geçimini üstlenmiştir. Meftun tiyatro locasında İhsan Şahin ve Süreyya ile bir araya gelir. Zengin iş adamının konuşması toplumda üst düzeye çıkmış bu adamın sanat anlayışı hakkında düşündürür. “Ben heykeltıraşların taştan, cansız birtakım şekiller yapmak için canlarını çıkarmalarına bir türlü akıl erdiremiyorum. Bunun san’at neresinde? Mezar taşçıları da aynı işi yapmıyorlar mı?”

    Konser arasında İhsan Bey uzun yıllardan beri konuşmadığı erkek kardeşinin umutsuz bir hastalığa yakalandığından bahseder. Bu arada onun da Romanya’da bir kadınla evlenmiş olduğunu ve bir çocuğunun olup olmadığını endişeyle beklemektedir. Eğer kardeşinin çocuğu varsa doğal olarak mirastan pay sahibi olamayacaktır. Bu arada Abbas tarafına geçeriz. O yıllarda iyi bilinen Bedros Efendinin meyhanesi, meyhaneci ve sürekli müşterileri açısından oldukça renklidir. Gece gündüz sürekli sarhoş olan Bedros Efendi, işyerinin duvarlarına –pek anlaşılamasa da– para istemeden yaptığı resimlerden ötürü Abbas’ı sever. Ona ayrı bir hesap açmıştır. Diğer müdavimler mezar taşçısı Rıza usta, Cebbar Mahmut ve işini bırakmış sağır eczacı Murat Efendidir. Abbas’ın, dedektiflik araştırmasını derinleştirmesi için çok çabalaması gerekmektedir. Ancak karakteri gereği kolaycılığa kaçtığından bunu da meyhaneden tanıdığı, karşısındaki insana hemen güvenebildiği için çok yanlış bir kişi olan Cebbar Mahmut namıyla tanıdığı adama anlatarak, yardımını ister. Böylece olayların gelişimi hızlanır. Cebbar Mahmut takma ismini kullanan kişi İzzet Hazer adında bir dolandırıcı ve katildir.

    İhsan beye kardeşinin bir kızı olduğunu ve öldürdüğünü söylediğinde, ilk önce tepki veren iş adamı, ele geçireceği miras ve İzzet’in tehdidiyle kanunsuzluğu kabul eder. Abbas’a yardım eder gibi gözüken Cebbar Mahmut (İzzet Hazer) onu öldürülen kızın kaldığı pansiyona götürür. Bundan sonra otobüste öldürülen kızın Seher’in ablası olduğunu öğrenirler. Seher çok sevdiği ablasını kaybettiğini öğrenince yıkılır. Bu sırada Süreyya’da Meftun’u avucunun içine almak için değişik planlar yapmaktadır. Süreyya’nın dadısıyla yaptığı konuşma değişen yeni kuşak kadının habercisi gibidir.

    Anlaşmalar da başka türlü olamaz kızım. Adet olmayan şeyleri deneyemezsin. Görünüşü olduğu gibi kabule mecbursun. Rahmetli annen de babanla böyle bir güvenle evlenmişti. Hiçbir zaman da pişman olmadı. Evlenmeden önce kendisini ancak iki, üç kere gördü. Sen ise… Ben ondan fazla görüp, anlamak isterim. Kocam olacak erkeği iyice bilip, tanımalıyım. Hayatını öğrenmeliyim.[7]

    Paradan başka bir şeye değer vermeyen İhsan Bey de kızının Meftun’a yakın ilgisini görmektedir. Onunla ve heykeltıraşlık mesleğiyle ilgili söyledikleri düşündürücüdür.

    Damadı olacak gencin durumunu da düşünmeye koyuldu. Başlangıçta onun heykeltıraşlık gibi garip bir mesleği oluşu içini bulandırmıştı. Çünkü kendisi san’at denen şeyi ciddiye alan bir adam değildi. Hatta san’atçıları havaiyatla uğraşan kimseler sayardı. Bunlardan biriyle ilgilenmeye başlaması, bu işin de –ehliyete göre- para getirir bir iş olduğunu anlamış olmasındandı. Vakıa, bu fikri güçlükle benimsemişti… Bir sanat galerisinin sahibi olan dostunun teminatına göre, seçkin san’at erbabı, eserlerini yüksek fiyata satabilmekte ve birçoğu da bu sayede zengin olmaktaydı. Daima emin iş gördüklerini ve iflastan korkmadıklarını da sözlerine ekleyince, kızının servetini bir ticaret krizinde mahvolup gidecek bir işe koymasına asla imkân olmayan İhsan bey ziyadesiyle memnun olmuştu. Şimdiden binlerce lira değerindeki heykellerinin ileride daha pahalıya satılacağı söylenen Meftun Heper ise, aynı zamanda iyi bir aileden, çalışkan, idareli, terbiyeli ve yakışıklıydı. İşte, toplumda büyük bir takdir gören ve güzel Süreyya’nın hoşuna giden damatların ankası olabilecek bu genç, eli altında hazır bulunuyordu.[8]

    Abbas yolda, Bedros’un meyhanesinin müdavimlerinden sağır eczacı Murat Efendi ile karşılaşır. Buradan itibaren olayların gerisindeki esrar perdesi hızlıca açılır.

    Murat Efendi aslında kimliğini saklayan ve İzzet Hazer’i takip eden bir komiserdir. İzzet Hazer ve ortağı Estella hapse atılır. Estella kurtulamayacağını anlayınca, otobüste Seher’in ablasını öldürdüğü zehirli iğneyi kendisine batırır ve oracıkta ölür. Böylece Seher, hak ettiği mirasa kavuşur. Ermeni ve Rum pansiyoncular, meyhaneciler ve yabancı uyruklu dadılar romanda çokça görünen tiplerdir.

    Bir zamanlar yaşadığımız zenginliğin göstergesi olan tüm bu farklı kültürleri romanı okuduğumda hatırlarken, tarihin tozlu sayfalarına çekilmiş olmalarından dolayı duyduğum derin üzüntüyü yazmadan geçemeyeceğim.

    Son sayfalarda dört yıl sonrasına gideriz. Seher 21 yaşına gelmiştir. Amerikan Kız Koleji’nin en başarılı öğrencilerindendir. Aradan geçen dört yılda Meftun kendini sanatına, Seher de derslerine vermiş; fabrikatör İhsan Şahin de dört yıldır tedavi gördüğü akıl hastanesinde ölmüştür.

    Başları birbirine dayalı olarak, gözlerinde gurur ve mutlulukla bahçedeki büyük havuzun ortasında uzanmış yatan abideye “Bosfor Perisi”ne baktılar. Fıskiyelerden fışkırıp tatlı şıpırtılarla dökülen billur suların damlacıkları havuzun durgun yüzünü fiskelerken, onlar el ele ve göz göze bu yüce eserin ruhuna eğildiler.[9]

    —————-
    [1] Kerime Nadir, Haydutlar Hanındaki Kadın, 20. Asır Dergisi, 1953
    [2] Kerime Nadir, Haydutlar Hanındaki Kadın, 20. Asır Dergisi, 1953
    [3] Kerime Nadir, Dehet Gecesi, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1963, sayfa:156
    [4] Kerime Nadir, Romancının Dünyası, İnkılâp ve Aka Kitabevleri,1981, sayfa:236
    [5] Kerime Nadir, Suya Düşen Hayal, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1982, sayfa:5
    [6] Kerime Nadir, Suya Düşen Hayal, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1982, sayfa:50
    [7] Kerime Nadir, Suya Düşen Hayal, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1982, sayfa:111
    [8] Kerime Nadir, Suya Düşen Hayal, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1982, sayfa:116
    [9] Kerime Nadir, Suya Düşen Hayal, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1982, sayfa:286

     

    #Sayı29 #20inciasır #beyazıtdevletkütüphanesi #gülayşenerayda #kerimenadir #dehşetgecesi #haydutlarhanındakikadın #kızılpuhu #cilo

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
Haydutlar Hanındaki Kadın ve Dehşet Gecesi Arasın…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi