Roman Kahramanları
Cemal: Sahnenin Dışındakiler Yahut İşgal İstanbul’unun Romanı
-
Cemal: Sahnenin Dışındakiler Yahut İşgal İstanbul’unun Romanı
Sahnenin Dışındakiler yahut İşgal İstanbul’unun Romanı*
Makale Yazarı: Abdullah Uçman
*Bu makale Roman kahramanları dergisi 22. sayısında (Nisan/Haziran 2015) yayımlanmıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler adlı romanı, esas itibariyle Mütareke İstanbul’unda (1920 yılı sonu-1921 yılı başı) geçmekte, Türk milleti ve Türk vatanı için gerçek anlamda bir ölüm-kalım savaşı olan Millî Mücadele’nin gerçekleştiği Anadolu “asıl sahne”, Osmanlı pâyitahtı olan İstanbul ise “sahnenin dışı” olarak ele alınmaktadır.[1] Romanın aslî kahramanlarından biri olan İhsan bu durumu şu cümlelerle ifade eder: “Orada (Anadolu’da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız.”[2]
Roman esas itibariyle belli başlı iki kısımdan meydana gelir. “Mahalle ve Ev” başlığını taşıyan birinci bölümde, II. Meşrutiyet’in ilân edildiği yıllara kadar uzanan, ama daha çok Balkan Savaşı sonrasında anlatıcı rolündeki Cemal’in çocukluğunun geçtiği Şehzadebaşı’ndaki mahalle anlatılırken, “Hadiseler” başlığını taşıyan ikinci bölümde ise esas olayların geçtiği 1920-1921 yılları hikâye edilir. Anlatıcı Cemal, o sırada yirmi yaşlarında bir delikanlıdır. Romandaki olaylar sonuna kadar Cemal’in bakış açısıyla ve onun hatıraları şeklinde anlatılmıştır.
Roman görünüşte Cemal’in, olayların geçtiği tarihten altı yıl önce ayrıldığı sevgilisi Sabiha’yı tekrar bulabilme umuduyla ama daha çok kendi kişiliğini bulma yolunda vermiş olduğu mücadele etrafında geçer. 1920 yılı eylülünde güney vilâyetlerinin birinden #Tıbbiye’de tahsil yapmak üzere İstanbul’a gelen Cemal, 1914 yılında ayrıldığı ve bütün çocukluğu ile gençlik yıllarının geçtiği İstanbul’u her bakımdan çok değişmiş bulur. Çünkü İstanbul düşman işgali altındadır ve şehirdeki hemen herkes bedbaht, perişan ve geleceğe ait bütün ümitlerini kaybetmiş bir durumdadır. Cemal, romanın başında, altı yıldır görmediği Şehzadebaşı’ndaki Elâgöz Mehmed Efendi Mahallesi’ne gelir ve romancı âni bir geri dönüşle kahramanını altı yıl öncesine, hattâ daha önceki yıllara, mahalleye ait hatıralarına götürür. Romanın 125 sayfa tutan birinci kısmı, Cemal’in doğup büyüdüğü ve 1914 yılında ayrıldığı mahallesinde geçmişin hatıralarının hikâyesidir.
Romanın, Cemal’in Şehzadebaşı’nda daha önce oturdukları eve uğradığı ikinci kısmı 126. sayfada başlar ve aşağı yukarı yüz sayfa sonra Cemal, “İstanbul’a 2 Eylül Perşembe akşamı gelmiş, ancak Salı sabahı pansiyona yerleşmiştim.” (s. 223) der ki, bu da bize yüz sayfa boyunca anlatılanların hepi topu dört gün zarfında cereyan ettiğini gösterir. Bu kadar kısa bir süreye bu kadar çok şeyin sığdırılması, yazarın, olayların büyük bir süratle yaşandığı, yani bir bakıma tarihin büyük bir hızla yeniden yazıldığı günlerin yoğunluğunu yansıtmak istemesinden ileri geldiğini düşündürmektedir.
Cemal, eski mahalle komşusu ve aynı zamanda akrabası olan İhsan’ın talimatıyla şehirde oradan oraya koşturarak, kendisine havale edilen ve başlangıçta pek de anlam veremediği birtakım eşleri yerine getirir, ancak zaman zaman bu işler yüzünden bunalır. Birbiriyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bu işler, esasında Anadolu’da oynanmakta olan büyük oyuna bir katkı sağlamak, onu desteklemek için yapılmaktadır. Ancak bu koşuşturmalar sırasında Cemal, gerek karşılaştığı insanlar, gerekse önemli-önemsiz bir kısım olaylar dolayısıyla, şehrin geçmişi ve geleceği, toplum hayatının süratle değişen dengeleri, şehrin peyzajı ve giderek çirkinleşmeye başlayan çehresi, insanlar arasındaki ilişkiler ve insanın talihi üzerinde uzun uzadıya düşünme fırsatı bulur.
Şahıs kadrosunun bir hayli kalabalık olduğu romanda Behçet Bey gibi toplum dışında kalmış kişiler yanında Süleyman Bey, Sündüs Hanım, Sâkine Hanım, Mürâi İbrahim Bey, Nuri Bey, Bolahenk Tevfik Bey, Kudret Bey, Madam Elekciyan, Muhlis Bey ve İhsan gibi Cemal’in yakından tanıdığı kişilerle birlikte bir kısım eski İttihatçılar, İtilâfçılar, Millî Mücadele aleyhtarları, vurguncular, hainler, Nâsır Paşa gibi ikbalden düşmüş devlet adamları, Muhtar gibi doğuştan kötü yaratılmış olanlarla düşmüş kadınlar. Sefalet ve sefahati bütün dehşetiyle yaşayan insanlar, Beyoğlu’nu bir baştan öbür başa istilâ eden Beyaz Ruslar ve toplumun değişik tabakalarına mensup daha birçok insan yer alır.
Bu özetten de anlaşılabileceği gibi Sahnenin Dışındakiler, hem umutsuz bir aşk hikâyesi, hem de tam anlamıyla işgal altındaki şehrin, yani Mütareke İstanbul’unun ciddi bir muhasebesinin yapıldığı sosyal muhtevalı bir romandır.
Doğrudan doğruya birinci şahıs ağzından anlatılan roman, önce İtilâf devletleri işgali altındaki İstanbul’un tasviriyle başlar. İlerledikçe, Tanpınar’ın eski şehir hayatı, konaklar ve mahalleler üzerine uzun uzadıya yorumlar yaptığı sayfalar gelir. Yazar, I. Dünya Savaşı sonrası Türk toplumunun değişim süreci içinde insanlarla toplum, ev ve aile hayatı, mahalle, mekteple birlikte, daha önemlisi İstanbul’daki süratli değişimin yol açtığı problemler üzerinde ciddi şekilde durmaktadır.
Balkan Savaşı yıllarında Cemal’in çocukluğunu yaşadığı mahallede Elâgöz Mehmed Efendi Camii, mahallenin hayatını tanzim eden bir merkezdir. Caminin bahçesindeki ceviz ve incir ağacının, ceviz ağacının altında yatan evliyanın, mahalledeki çeşmelerin bile bir hikâyesi, daha doğrusu bir efsanesi; buradaki mürdüm eriği gibi bazı ağaçların ise dokunulmazlıkları vardır. Bu mahallede lamba ve şişe satan Yahudi satıcı bile mallarını Isfahan makamıyla tanıtır, yoğurtçu ise yoğurdunu Hüseynî makamında bağırarak satar. Bu mahallede her akşam karnını doyurmak üzere gelen her evin ayrı bir dilencisi vardır ve Tanpınar’a göre Türk toplumu bugün artık kaybolmuş olan bütün bu alelâde, sıradan ve basit unsurlarla âdeta bir kanava gibi örülmüş; dışarıdan bakan birisi için anlaşılması oldukça zor, karmaşık, ilginç ve belki de anlamsız bir yapıya sahiptir. Ve Sabiha’nın: “Onlar bizim kaderimiz…” (s. 60) dediği mahalledeki sokaklar…
İşte bu özelliklerinden çoğunu kaybettiğimiz ve Tanpınar’ı da “kaybedilenin peşinde bir yazar” haline getiren, o günlerin dikkati çeken ayrıntılarından biri: “Bundan otuz kırk sene evvel insanlar sadece iş veya eğlence için bir yere gelmezlerdi. Hattâ asıl birleştirici olan şey, bunlar değil, ibadetti. İman dediğimiz duyguyu duysun veya duymasın herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü. İman, sadece bizi Allah’a bağlayan bağ değil, müşterek kıyafet, yüz ifadesi, muâşeret şekli, hulâsa cemiyet hayatında nezaket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı münasebetlerin tek kaynağıydı.” (s. 21).
Sahnenin Dışındakiler, daha önce üzerinde duran bir kısım eleştirmenlerin vurguladıkları gibi, sadece bir Millî Mücadele romanı değildir; bazılarının yaptığı gibi eseri sadece bu yönüyle ele alırsak, yazara da romana da haksızlık etmiş oluruz.[3] Tanpınar’ın diğer romanlarında ve bir kısım hikâyelerinde gördüğümüz ayrıntı zenginliği ve hemen her türden malûmat zenginliği bu romanda da fazlasıyla mevcut. Bir defa roman aşk, mücadele azmi, her türlü ihtiras, kırgınlık, hayata küsme, hayatın tadını çıkarma, bir yığın sosyal ve politik mesele, sefalet ve sefahat gibi hemen her şeyin anlatıldığı çok değişik ve derin tabakalara sahip, iç yapısı oldukça zengin ve karmaşık bir roman. Bence romanda yazarın üzerinde ısrarla durduğu meselelerden biri ve belki de başlıcası, genel anlamda “Hayatın bir tiyatro sahnesi” olduğu gerçeğidir. Bu romanda olduğu gibi, esasında Cemal de, Sabiha da, İhsan da, hattâ Süleyman Bey, Kudret Bey, Muhlis Bey, Behçet Bey, Tevfik Bey, Muhtar ve Madam Elekciyan da 20’li yıllarda İstanbul’da oynanmakta olan bin oyunun oyuncularıdır. Yani İstanbul “sahnenin dışı” olarak vurgulanmakla beraber, İstanbul’da da Anadolu’dan çok farklı, bir nevi “Bizans oyunları” oynanmaktadır. Aslında yazar da, bir bakıma roman boyunca mükemmel bir oyun oynamaktadır.
Tanpınar’ın, diğer romanlarından farklı olarak burada yaptığı yeniliklerden biri de, belki de anlattığı tarihî dönem dolayısıyla, gerçek hayattan seçtiği ve aynı adı taşıyan kahramanları da adlarıyla anmasıdır. Bunlar arasında İhsan’ın Paris’ten döndüğü sırada ziyaretine gideceğinden söz ettiği Rübâb-ı Şikeste şairi Tevfik Fikret, İttihat ve Terakkî Fırkası liderleri Talât, Cemal ve Enver Paşa ile Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa ile Damat Ferit Paşa; Cemal’in Beyazıt’ta bir kıraathânede dinlediği devrin tanınmış musikişinaslarından İsmail Hakkı Bey, Dârülfünun’da derslerine devam ettiği Yahya Kemal, Kadıköy’de Muhlis Bey’in tanıştırdığı Ahmet Haşim, Nâsır Paşa’nın konağında karşılaştığı Ali Kemal, akrabalarından Bolahenk lâkabıyla meşhur Tevfik Bey (gerçekte Nuri Bey); asıl meslekleri hekimlik olduğu halde tıp dışında başka şeylerle meşgul olan Cenab Şahabeddin, Rıza Tevfik, Bahaeddin Şakir ve Dr. Nâzım ilk anda hatırlanan isimlerdir.
Cemal, Dârülfünun açıldıktan sonra ara sıra Edebiyat Fakültesi’ne gider ve Yahya Kemal’in derslerini takip eder. Sınıfta, hemen yanı başında “Saçları birbirine karışık, gözleri melankoli ile etrafa bakan zayıf bir çocuk” ile (Tanpınar’ın 1921 yılındaki gerçek hâli) tanışır; bu çocuk Cemal’e “şair olduğunu, fakat henüz hiç şiir yazmadığını büyük bir saffetle” söyler (s. 226-227).
Romanda ön planda bellibaşlı iki kahraman dikkatimizi çeker: Anlatıcı pozisyonunda Cemal ile sevgilisi Sabiha. Romanın, Cemal’in hâtıraları olarak kaleme alınması üzerinde yukarıda durduk, Roman boyunca Cemal, aynı zamanda Tanpınar’ın kültür, tarih, medeniyet, çöküş psikolojisi, işgal altındaki İstanbul’da yaşanan olaylar; sevgi, aşk, bağlılık, ıstırap, ihanet, acı, mutluluk, saadet ve hüzün gibi çok değişik konulardaki görüşlerini de yansıtan önemli bir kahramandır.
Tanpınar, romanlarında erkek kahramanlarına birer eser yazdırır, ama nedense bu eserler, Tanpınar’daki yarım kalmışlıklar gibi, bir türlü tamamlanamaz. Huzur’da Mümtaz’ın Şeyh Galib’in hayatı etrafında yazmağa başladığı roman, Nuran’la tanıştıktan ve onunla yaşadığı aşk dolayısıyla bir türlü bitmez. Aydaki Kadın’da Selim de, İflâs adıyla bir roman yazmaktadır, ama bu roman da bitmez. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kahramanı Hayri İrdal ise “Şeyh Ahmet Zamanî ve Eseri” adıyla, muhayyel bir tarihî şahsiyet hakkında bir eser kaleme alır. Tanpınar’ın bazı hikâyelerinde de benzer teşebbüslerle karşılaşırız. Sahnenin Dışındakiler’de Cemal de beş perdelik bir trajedi yazmaya başlar fakat diğerlerinde olduğu gibi yine yarım kalan bu tuhaf eserin daha ikinci perdesinde kahramanlar birbirlerini öldürdüklerinden, üçüncü perdede suflörle rejisörü sahneye çıkartmak gerekir. Tanpınar’ın, başka eserlerinde de zaman zaman hayatı, bir tiyatro sahnesine benzettiğini hatırlarsak, bu yarım kalan trajedinin de bir bakıma bir kısmı burada anlatılan Cemal’in hayat hikâyesine benzediğini düşünebiliriz. Ancak diğerlerinden farklı olarak roman kahramanı Cemal, üzerine ismini koymadan, Muhtar’ın iş arkadaşı Mihailof adına bir fal kitabı yazar. 1922 yılında yayımlanan bu ilginç kitapta Anadolu’da millî zaferin kazanılacağı bile müjdelenmektedir (s. 236).
Romanın bir bakıma tam merkezinde yer alan Sabiha’yı ise, romanın üçüncü bölümünden itibaren Cemal tanıtır. O sırada henüz on üç, on dört yaşlarında olan Sabiha, akranlarından çok farklı, kişilik bilinci oldukça erken uyanmış, fakat büyüklerin sözünü dinleyen, eski aile terbiyesiyle büyümüş uslu, akıllı kızlara hiç benzemeyen; biraz da anne-baba kavgası arasında büyümüş biraz haşarı, biraz serazat denebilecek bir kızdır. Tanpınar’ın diğer eserlerindeki kadın kahramanlar gibi Sabiha da kimseye benzemeyen, fakat genetik olarak arkasında büyük bir miras taşıyan, daha doğrusu içinde asalet, zenginlik ve otoritenin de bulunduğu karmaşık bir dünyanın içinden gelen, yazarın çeşitli yönleriyle idealize ettiği bir karakterdir. Sabiha bir yanıyla “ata, ovaya, bütün erkekçe oyunlara, davul zurna sesine, hattâ muharebeye bayılan bir evlâd-ı Fâtihan kızı” olan Sündüs Harım’a kadınlığına, hayatta yapmak isteyip de yapamadıklarına ve kötü talihine hıçkıra hıçkıra ağlayacaktır.
Tanpınar, diğer eserlerinde olduğundan çok daha yoğun bir şekilde bu romanında bazen mukadderat, bazen de talih şeklinde kader fikri üzerinde ısrarla ve sık sık durur. Hattâ “Hadiseler” başlığını taşıyan ikinci kısmın başına epigraf olarak Yahya Kemal’in Sorbonne’daki tarih hocası Albert Sorel’in şu cümlesini koyar: “Dünya gömlek değiştireceği zamanlarda hadiseler sakınılmaz bir kader hâlini alırlar!” Tanpınar, A. Sorel’den ödünç aldığı bu cümle ile, sanki bütünüyle romanın bu kısmını okuyucuya özetlemeye çalışır. Çünkü gerçekten bir yandan Cemal’in, bir yandan Sabiha’nın, bir yandan romanın diğer kahramanları Kudret Bey’in, Süleyman Bey’in, bir yandan Nâsır Paşa’nın, bir yandan da Anadolu’nun, dolayısıyla bütün bir milletin kaderini, yani geleceğini belirleyen hadiselerin anlatıldığı romanın ikinci kısmında bazı olaylar gerçekten kaçınılmaz bir kader hâlinde karşımıza çıkacaktır.İşgal altındaki İstanbul’da olaylar o kadar süratle cereyan etmektedir ki, muhtemelen yazar da olayları bu tempoya göre yoğun bir şekilde anlatma mecburiyeti hisseder. Meselâ ikinci kısmın birinci ve ikinci bölümlerine neler sığdırılmış bakalım: Cemal eve uğrar, evdeki kiracının dramına şahit olur, daha sonra İhsan’a gider, orada tanımadığı birtakım adamların da bulunduğu bir toplantıya katılır. İhsan kendisine bir görev verir, bunun için Kanlıca’ya gitmesi gerekmektedir; Karaköy’de vapur iskelesinde işgal askerlerine karşı girişilen bir tedip hareketine şahit olur, vapura biner, vapurda da benzer bir olaya tanık olur. Kandilli’ye Tevfik Bey’in köşküne gider, orada Tevfik Bey’in küçük yeğeni Nuran’la konuşur. Ardından akşam olur; güneşin batışı, sofrada Tevfik Bey’den Sabiha’nın âkıbetini öğrenir ve psikolojik olarak âdeta yıkılır (s. 126-153).
Romanın sonunda Sabiha, Nuri Adil Kumpanyası’nın Kadıköy’de Kuşdili’nde vereceği temsillerde “sahneye çıkacak ilk Türk kadını” olarak bir tiyatro ilânında kendini gösterir. Başından beri hep arka planda, sahnenin gerisinde kalan Sabiha işte artık sahneye çıkmaktadır. Fakat Cemal’e göre Sabiha bu hareketiyle hayatıyla oynamaktadır.Cemal henüz İstanbul’a gelmeden önce Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’ye gönüllü olarak katılmak istemesine rağmen, bu meseleyle meşgul olan yarı gizli teşkilat sıhhatini bahane ederek buna engel olur. Ancak daha sonra, yani İstanbul’a gelip de burada olup bitenleri bizzat gördükten sonra tekrar Anadolu’ya geçmek istemesine rağmen, içindeki birtakım engelleri aşamadığı için bu arzusunu da gerçekleştiremez. Cemal bu konuda kendisiyle hesaplaşırken şunları söyler:
“Biliyorum ki gidemeyeceğim, çünkü ben hayata çok yıldızlı bir mâzi aynasından bakıyorum ve bir zaman başka aynalardan da bakmak istedim.” (s. 261).
Romanın sonlarına doğru Cemal’in içindeki “içtimai insan tekrar uyanır” ve onu kendisine ait düşüncelerden kurtarır ve içinde yaşadığı toplumun bir ferdi hâline getirir.Babasının memuriyeti dolayısıyla çocukluğu Sinop’ta geçen, daha sonra İstanbul’da Şehzadebaşı’nda Elâgöz Mehmed Efendi Camii çevresinde teşekkül eden mahallede yaşayan Cemal, doğup büyüdüğü topraklara bağlı, buradaki insanları seven, eski Türk toplumunu birbirine bağlayan bağları, Osmanlı terkibini meydana getiren unsurları çok iyi bilen, çevresinde olup bitenden haberdar, yazarın bir bakıma idealize ettiği bir kahramandır. Kendi ifadesine göre, acıyla, ıstırapla, azim, hasret ve ölümle yoğrulmuş Anadolu türkülerinde dile getirilen Anadolu’dan, Alâiyeli Ahmet gibi insanların yaşadığı dramın içinden İstanbul’a gelen Cemal, İstanbul’daki insanların büyük bir kısmının sağlıklı olmadığı kanaatindedir.
Sahnenin Dışındakiler’i konusu işgal altındaki İstanbul’da geçen sosyal muhtevalı bir roman olarak okuduğumuz zaman, Tanpınar’ın burada ısrarla üzerinde durduğu meselelerden birinin de, Osmanlı Devleti’nin maddeten ve mânen çöküşü; toplumu oluşturan o “büyük terkib”in dağılması ve devletin başşehri İstanbul’un 1920’lerdeki trajik manzarası olduğunu görürüz. Bir yandan I. Dünya Savaşı sonunda dağılan imparatorluğun ortaya çıkardığı kaos, bir yandan düşman istilâsından kaçıp İstanbul’a sığınan bir yığın yoksul ve zavallı insan; bir yandan Çarlık Rusya’sından kaçıp şehri âdeta istilâ eden beyaz Ruslar ve bu yüzden bozulan toplumsal dengeler.. Bütün bunların açtığı bir yığın sosyal yara; bir gecede zenginlerin fakir, ahlâkî hiçbir değer tanımayan vurguncuların bir gecede zengin olması; dünyanın dört bir tarafından gelen işgal ordusu neferlerinin şehirde ortaya çıkardığı renkli manzara; onlardan cesaret alan bir kısım İstanbullu Rumların taşkınlıkları… “El parçası kadar kalmış bir vatan toprağı üzerinde” (s. 144) görülen bu acıklı manzara, aynı günlerde Yahya Kemal’in “İthaf” şiirinde “Şark öldü!” diye atmış olduğu çığlığı haklı çıkaran bir realite hâlinde karşımızda durmaktadır.[4]
Sahnenin Dışındakiler’de romanı daha da anlamlı yapan, unutulmaz güzellikte üç-dört önemli sahne var ki bunları da belirtmemiz gerekir: Bunlardan biri, Karaköy iskelesinde, İstanbullu bir hanımın elindeki şemsiyesiyle Türk askerlerini tokatlayan Senegalli neferlerin üzerine saldırması sahnesi; ikincisi, Bolahenk Tevfik Bey’in bir gece Kanlıca koyunda kitara ve mandolin çalan yerli Rumlarla balalaykalarıyla Boğaz’ın havasını kirleten Amerikan askerlerine karşı okuduğu gazellerle hadlerini bildirmesi; üçüncüsü Alâiyeli Ahmet’in insanın tüylerini ürperten o trajik hikâyesi ve sonuncusu da Nâsır Paşa’nın Cemal’le birlikte, sanki bütün geçmişini yok etmek istercesine, yıllardır biriktirdiği evrakı şöminede yakma sahnesi…
Türk edebiyatının ilk anda hatırlanan üslûp ustalarından biri olan Tanpınar’ın bu romanda da zaman zaman okuyucuyu başka bir dünyaya alıp götüren, üslûbunun zirveye çıktığı sayfalar bulunmaktadır, ancak romanın bu açıdan ele alınıp incelenmesi başka bir incelemenin konusudur.
—————–
[1] İşgal altındaki İstanbul’u konu alan romanlar Türk Romanında İşgal İstanbul’u (Mehmet Törenek, İstanbul 2002) adlı çalışmada ana hatlarıyla ele alınıp incelenmiştir.[2] Sahnenin Dışındakiler, 5. b., İstanbul 2003, s. 135. Tanpınar hayattayken kitaplaşamayan ve birbirinden farklı birkaç baskısı bulunan romanın en güvenilir baskısı Dergâh Yayınları tarafından 2003 yılında yapılanı olduğu için biz de yazımızda buna ait sayfa numaralarını kullandık.
[3] Sahnenin Dışındakiler üzerine yapılan değerlendirmelerin bir kısmında, meselâ Selim İleri (Yeni Dergi, sayı 104, Mayıs 1973, s. 59-62) ile Semih Gümüş’ün (ed. Mürşit Balabanlılar, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, İstanbul 2003, s. 378-388) yazılarında, eser sadece bir “Kurtuluş Savaşı romanı” olarak ele alınmıştır ki, tek başına böyle bir yaklaşım kanaatimizce eksiktir.
[4] Tanpınar’ın da çok önemsediği ve “Tek otobiyografik eseri” dediği “İthaf”, önce Şair mecmuasında yayımlanmış (nr. 5, 9 Kânun-ı sâni 1919, s. 66), daha sonra şairin Eski Şiirin Rüzgârıyle kitabında da yer almıştır (İstanbul 1962, s. 125-126). Şiir hakkında ayrıca bk. Abdullah Uçman, “Yahya Kemal’in İthaf Manzumesi Hakkında Bazı Düşünceler”, İsmail Erünsal’a Armağan, İstanbul 2014, s. 915-936.
#Sayı22 #elagöz #şarköldü #yaşarkemal #millimücadele #nuriadilkumpanyası #cemal #sabiha #ahmethamditanpınar #abdullahuçman #sahnenindışındakiler #tanpınar #istanbulromanları
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.