C. KAPLUMBAĞANIN ÖLÜMCÜL GÜNAHI: AYLAKLIK
-
C. KAPLUMBAĞANIN ÖLÜMCÜL GÜNAHI: AYLAKLIK
KAPLUMBAĞANIN ÖLÜMCÜL GÜNAHI: AYLAKLIK*
Makale Yazarı: Aslan Erdem
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/ Mart 2012, 9. sayıda yayımlanmıştır.
“Beni yirmi yıl sıkıntıya mahkûm ettiler
Düzeni içimden değiştirmeye çalıştığım için.” (1)Walter Benjamin’in #Pasajlar adlı eserinde aktardığına göre, 1840’larda #Parispasajlarında #kaplumbağa gezdirmek bir süre için kibarlığın gereklerinden sayılırdı. Bu dönemde adımlarını kaplumbağaya uydurarak gezen, olması gereken hızın bu olduğuna inanan bir insan yaşardı: #Flâneur… Pasajlar, flâneur’ün ilk mekânı, bir anlamda evi, varlığını bağladığı bakınma edimini sürekli gerçekleştirebileceği yerlerdi. “Endüstriyel lüksün yeni sayılabilecek bir buluşu olan bu pasajlar, bina kitlelerinin arasından geçen, üstü camla örtülü, mermer kaplı geçitlerdir (…) Işığı yukardan alan bu geçitlerin iki yanında en şık dükkânlar yer almaktadır; böylece bu türden bir pasaj, kendi başına bir kent, küçük bir dünya demektir.” (2) Denilebilir ki flâneur bu pasajlarda asıl mekânının hazırlanışını beklemektedir. Pasajlar iç mekânla dış mekânın birbirine kavuştuğu yerlerdir. O yıllarda barikatlarıyla ünlü #Parissokakları, flâneur’ün gezinmesi için uygun değildir. Paris sokaklarının yeniden onarıldığı, caddelerin ve kaldırımların genişletildiği 1860’lı yıllarda flâneur, kiracı olarak durduğu pasajlardan asıl evine geçer: caddelere. “#Cadde, Flâneur için konuta dönüşür; #sokaktakiadam, kendi dört duvarı arasında nasıl evinde olduğunu duyumsarsa, Flâneur de bina cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi duyumsar. Onun gözünde #emayekaplı parlak firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi bir duvar süsüdür; #duvarlar, not defterini dayadığı yazı masasıdır; #gazetekulübeleri kitaplıklardır; #café’lerin balkonları da, işini bitirdikten sonra eğilip sokağa baktığı cumbalardır.”(3)
Cadde denilen bu evlerin sahipleri genelde rahat ve kaygısızdırlar ancak Walter Benjamin’in de belirttiği gibi bazen, çok nadir bir bitkiyi araştırmak için ormanda gezinen biri gibi davranırlar. Bitkinin nerede ve ne zaman karşılarına çıkacağı belli olmadığı için sürekli caddede olmak isterler ve bu kaygı onlarda geç kaldıkları hissini yaratır. İç mekânda geçirilen en ufak bir zaman dilimi dahi korkuyu tetikler, ya flâneur içerde otururken bitki bir başka yerde soluyorsa? İşte, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında #C. de yaşadığı geç kalmışlık hissiyle, “Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerde mi oluyordu?”(4) diye sorar. C., tüm #aylaklık arzusuyla beraber bu kaygıyı da yaşamaktadır. “Birden içini bir yere, bir şeye geç kaldığı duygusu kapladı. (…) Sokağa varınca baktı geç kaldığı bir şey yok.” (5)# Aylak oluşu dışında C.’nin sürekli sokakta olmasına neden olan şey, bir kadındır, B. harfiyle düşündüğü bu kadını aramaktadır. Kitabın #Güz bölümünde #ressam arkadaşı #Sadık’ın, “hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap…” demesi üzerine C., “Tutamak meselesi. İnsanın bir tutamağı olmalı. (…) Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. (…) Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!” (6) der. C. için #gerçeksevgi, bir anne tarafından verilecek sevgidir. Şüphesiz C. annesini aramaktadır.
Yola Çıkış
Bir şehre nasıl bakılmalı? Bu soruya verilecek cevap, zaman zaman birbiriyle karıştırılan flâneur, #turist ve #züppe kavramları arasındaki farkı ortaya koymak için yol göstericidir. Öncelikle, #Tanzimatdönemi yazarlarının bir sorunsal olarak inceledikleri züppelerin ortak özelliklerine baktığımızda; mirasyediliklerinin, öz kültürlerinden kopmuşluklarının ötesinde en büyük benzerliklerinin “#görünmek” arzusu olduğunu söyleyebiliriz. Züppenin sokaklarda, caddelerde dolaşırken tek bir kaygısı vardır, insanlar tarafından görünmek… Yani flâneur ve turist gibi değildir. Flâneur ve turist bakınma edimi açısından özneyken züppe nesne olmak ister. Dolayısıyla züppe için yer ya da yön kavramı önemli değildir. Nerede olursa olsun ama görünsün ister. Flâneur ve turist arasındaki fark ise görme eylemini gerçekleştirme aşamasında ortaya çıkar. Turist için önemli olan sadece görmektir. Yaptığı #yürüyüş hızlı bir yürüyüştür, zamanın ve mekânın farkında değildir. Amaç sadece görmektir. Elinde yabancısı olduğu yer hakkında bir #gezikitabı ve #harita ile yürür yollarda. Özetle turist yabancıdır. Ancak flâneur tam anlamıyla oralıdır, adeta yürüdüğü yolun bir parçası gibi davranır. Bildiği yollardan yürür, onun için ayak alışkanlığı önemlidir. Bir turist için pusulalar, haritalar önemliyken flâneur için bunların hiçbir önemi yoktur, bir yere varmak gibi bir amacı zaten taşımayan flâneur, kalabalığın ırmaklar gibi aktığı caddelere yürür. C., roman boyunca hiç görmediği ama giriştiği bütün denemelerde yanıldığı hâlde, gördüğü zaman hemen tanıyacağına inandığı #B.’yi aramaktadır. Caddelerde sürekli bir gölgenin peşinden gider, bu gölge C.’nin önüne geçmişten düşen, C.’nin göremediği ancak çok yakınında olduğunu duyumsadığı bir yokluktur. C. sürekli onun peşindedir ancak ona hiçbir zaman ulaşamaz, mekân olarak yakın olsa bile zaman olarak sürekli uzağındadır, bu gölgenin. Geçmişin gölgesini şaşı kadının gözlerinde arar, ancak bulamaz. #Gölge, zaman düzleminde geride kalmıştır. C. şimdinin mekânında geçmişe ait bir gölgeyi aramaktadır. Onu bulabilmek için yapabileceği tek şey, yürümektir: “Kulaklarında büyük #şehrinuğultusu vardı. Belki arananın ayak sesleri de bu uğultunun içindeydi. Döndü. İnsanların, arabaların kaynaştığı büyük caddelerden yana yürüdü.” (7)
C., aradığı kadının ayak seslerinin bu uğultunun içinde olduğuna inanır, bu yüzden sürekli caddelerdedir. “Sonra köşeyi gördü. Bazen, görünür bir sebep olmadan, insana önünden geçtiği yapı, bir sokak köşesi, üstünde oturduğu sandalye hayatında önemli bir yer tutacakmış gibi gelir. İşte bu köşede bugün bir şeyler olacaktı.” (8) Herkes için alelade bir yer olan bu köşe C. için hayatını değiştirecek nokta hâline gelir. Bu köşe ona, B. sandığı Güler’i getirecektir. Güler, C.’yle olan birlikteliğini o gün köşede el sıkışması beklenirken öpüştüğü arkadaşı B.’ye yazdığı mektupta anlatır. “Hatırlarsın. #Karaköy’de gözlükçüden çıktıktan sonra durduğumuz köşeyi. Sen ille orada ayrılmamızı istemiştin. Öpüşmüştük. Öpüşmesiydik onunla tanışamayacakmışım. Bugün onunla oturduğumuz tatlıcıdan bizi görüyormuş. İnsanların sokakta hep ezberlenmiş hareketler yaptıklarını düşünüyormuş. Ayrılacağımız sıra, içinden bize, ‘El sıkışın!’ diye bağırmış. Oysa biz öpüşmüştük. Köşeye koşmuş. Bir an durmuş orda; ikimizi de görüyormuş. Sonra benim arkamdan yürümüş.” (9) C., köşeye koştuktan sonra bir an durur, açık mavi yağmurluğu olanın peşinden mi yoksa devetüyü yağmurluğu olanın peşinden mi gideceği konusunda kararsız kalır. İşte bu kararsızlık anında, bir anlamda kaybolmak da diyebiliriz, flâneur’ün pusulası diyebileceğimiz sokaklar devreye girer. C. #devetüyürenkli yağmurluğu olan #Güler’in peşinden yürür çünkü diğeri #Tophane yönüne gitmektedir. Tesadüf değildir. C. fakültede geçirdiği uzun ve sıkıcı günlerin etkisiyle sevmemektedir Tophane Caddesi’ni. Ancak Güler’in yürüdüğü ^#Yüksekkaldırım’ı sever üstelik onu habersizce yöneten ayak alışkanlığı da vardır, #Ayşe’ye gittiği günlerden kalma ayak alışkanlığı…
Flâneur, kendi yeryüzünü ayaklarıyla çizer. Bu dünyanın dışına çıkmak istemez. Güler’i B. zannettiği zaman dahi hemen gidip konuşmaz onunla. Bekler… Onun pusulanın gösterdiği yani C.’nin sevdiği o sokağa girmesini bekler. “Karaköy’de indiler. Güler köşede yarı dönüp ona baktı. (C), az sonra sokakta onunla konuşacaktı. Olmadı. Güler sokağa sapmadan yürüdü. Şaşırdı. (…), Güler ona bakmış, yavaşlamıştı. Demek burada konuşmak istiyordu. Konuşmayacaktı. İlk konuşmaları onun seçtiği sokakta olacaktı.” (10)
Yürümek, çoğu zaman mekân üzerinde ilerlemeyle ilgili bir olgu olarak değerlendirilir. Hâlbuki flâneur yürüme edimi sırasında hem mekânda hem de zamanda bir yer seçer kendine. Onun için sokak, sonsuz çağrışımlarıyla hem iç hem de dış mekâna dönüşür. Tek başına evinin salonunda oturarak geçmiş günler üzerine düşünen biri değildir, sadece geçmişle yaşamak iç mekânın sahibine aittir. Yürüyüş sırasında hem geçmişi hem de şimdiyi yaşar. Aylak, bir kaplumbağa gibidir. Sırtında taşıdığı eviyle sokaktadır. C., sırtında kabuğu gibi taşıdığı ceketiyle şimdinin mekânlarında yürür. Geçmiş, ceketinin ceplerindedir. İleriye doğru attığı her adımda gölgesi geriye doğru ‘ilerler’. Beden şimdiki zamanın bir parçasıyken gölgesi geçmişte bir yerlerde gezinir. C., aradığı “iki kişilik toplum” hayaline sırtında bir ceketle yürür. Bu ‘yürüyüş’ün yani ‘roman’ın başında sadece ceket ceplerindeki kabarıklık görünür. C.’nin attığı her adımda ceplerindeki bu kabarıklıktan ne olduğu tam anlaşılmayan sesler duyulur. Okur bu kabarıklığı görür, oradan gelen sesleri duyar ancak içinde ne olduğu hakkında bir bilgisi yoktur. C.’nin sokağa ilk çıkışında anlatıcı okura özellikle bu ceplerdeki kabarıklığı işaret eder: “Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu.” (11) Yürüyüş, C.’yi karmaşık yollardan geçmişine götürür. Ceketinin cepleri, C.’nin hastalıklı geçmişiyle doludur. Sinemanın önündeki şaşı kadın, C.’nin sık sık kulağını kaşıması, kadınların bacaklarından korkması roman boyunca C.’nin ceplerinden gelen seslerdir. Okur bu sesleri duyar, zaman zaman C. elini cebine sokup bunları dışarı çıkaracakmış gibi görünse de romanın Yaz bölümüne kadar bunu yapmaz. Ayşe’nin “Neden hep bacaklarımı öpüp okşuyorsun?” (12) sorusuyla C., ceplerini boşaltır. Cebinden henüz bir yaşındayken ölen annesinin mavi gözleri, babası, babasının bıyıkları, #Zehrateyzesi, Zehra teyzesinin babasının avuçları arasındaki bacakları, yırtılan kulağı, evlerinde sürekli değişen içlerinde C.’yi taciz edenlerin de olduğu hizmetçiler çıkar. “Önce babamı anlatmam gerek, dedi. (…) Bende gördüğün her şey babamla başlar.” (13) C., Zehra teyzesini annesi yerine koymuştur. Babasına karşı duyduğu nefrette onun da kendisine ortak olduğunu sanır. “İlkokulu bitirdiğim yaz, bir gün odada dergi okurken kapı çalındı. Açılıp kapanınca babamın sesini duydum. ‘-Hizmetçi nerde?’ Teyzem, ‘-Dışarı çıktı,’ dedi. ‘-Ya çocuk?’ ‘Ortalıkta yok. O da çıkmış olacak.’ Sonra bir sessizlik… Eğilip aralık kapıdan baktım. Babam bir koluyla teyzemin etekliğini kaldırıp sarmış, öteki eliyle çıplak bacaklarını okşuyordu. ‘-Zehra, şu bacakların yok mu?’ dedi. Çevrem kararır gibi oldu. Fırladım. Üstlerine atladığımda bacaklar hâlâ çıplaktılar. ‘-Bırak onu, bırak!’ diye bağırdım… Elini ısırdım. “Uyy anam!” dedi. Dişlerim acıdı. Birden sol kulağıma yapıştı. Pis, yakıcı bir acı duydum.” (14) C. bu olaydan sonra annesi yerine koyduğu Zehra teyzesinden de kopar. Ulaşılamamış ilk anne zaten kayıptır. Annesinin yerine koyduğu teyzesinin babasıyla ilişkisi olduğunu öğrendiğinde de annesini ikinci defa yitirir. Anne, C. için bütün hayatı boyunca hastalıklı bir kavram hâline gelir. Cebinde her yere taşıdığı, kurtulmaya çalıştığı ama aynı zamanda aradığı kişidir, anne.
Mekânın ve zamanın köleleri olan kalabalıklar arasında kendi mekânsız ve zamansız krallığının sahibi olan aylak, kalabalığın içinde erimeden sağlam kalabilen öznedir. Kalabalık sürekli onu takip eder o da kalabalığın içinden çıkmak istemez. Tek başına kalamaz. İstediği tek şey gelip geçici ile sonsuzun arasındaki bir zamanda hareketin gel – git noktasında yalnız olmaktır. C. roman boyunca sadece hasta olduğu zaman evinde yemek yer, bunun dışında C.’nin evinde yemek yediği görülmemektedir. Kalabalık lokantalarda yer yemeğini ama asla o kalabalıkla temas etmez, perdeleri kapatır. C., günleri aynı şekilde öldürenler;, her şeyi dökme kalıplarına uydurmaya çalışanlar, birlikte yaşamanın zorunluluğuna inanıp başka bir yaşamın mümkün olmadığını düşünenler, paranın dilinden anlayanlar; korktuğu için seven, korktuğu için yaşayan, korktuğu için ölenler; sinemadan çıkmış insanı bakışlarıyla öldürenler, hayattan tek beklentisi üç oda, bir mutfak, bir kız, bir oğlan olan eli paketliler arasında yalnızdır. Kalabalıklar tarafından bu yalnızlığıyla, onlar gibi olmamasıyla suçlanır. Walter Benjamin’in de belirttiği gibi, “Flâneur, işi gücü olmayan birinin kişiliğine bürünerek gezinir; böylece insanları birer uzman yapan işbölümünü protesto etmiş olur. Bunun yanı sıra, insanların iş güç peşinde koşuşturmalarını da protesto eder.” (15) Flâneur, pasajlarda başladığı yolculuğuna caddelerde geniş bulvarlarda devam eder, bu yürüyüş sırasında çalışma kavramını hayatlarının merkezine koyan kalabalıklar içinde kalabalıkların fark etmediği bir tehlike hâlindedir. Roman boyunca C., mirasyedi, sarhoş, serseri gibi nitelemelerle anılır; Ayşe bile tüm çabalara rağmen aralarında olamayan aşkın sorumluluğunu C.’nin aylaklığına bağlar, “bari resim yapsa,” der. Ressam arkadaşı Sadık’ın atölyesine uzun bir aradan sonra gittiğinde Sadık: “Beş gün oldu galiba görünmüyorsun. Dayak yediği terzileri buldu herhalde, beş gündür herifleri dövüyordur diyorduk. (…) Ne dersin, sonunda en olmayacak ihtimal üzerinde anlaştık. Tutmuş bir işe girmiştir dedik.” (16) der. Aslında Sadık ve öğrencileri yanılmamıştır, C. gerçekten de bir işe girmiştir. Kendini atadığı iş; gezdiği sokakların isimlerini bir deftere yazmak ve bunlar üzerine düşünmektir. C.’nin sürekli yaptığı kenti incelemek ve onun üzerine düşünmek bir iş hâlini alınca, C. için bir sıkıntı sebebi olur.
Romanın sonunda C., aradığı kadını bulduğunu sanır. “Camın önünden geçen bir kız yürürken başını çevirip ona değil, dükkânın içine doğru baktı. Bu gergin yüzü, bu ürkek mavi gözleri eskiden bir yerde görmüştü. Birden başının ağrısı kesildi. ‹çinde acayip bir sevinç, delice bir telâşla kalktı. Aradığı oydu.” (17) Bir sis gibi sürekli C.’nin önünü kapatan kalabalıklar, sonunda C.’ye aradığını verir, Benjamin’in dediği gibi “son bakışta aşktır” bu. C. onun mavi gözlerini yalnızca bir kere görür, son bakışında. Kalkar, takip etmeye başlar ve yine pusulanın gösterdiği sokağa, karıncalar dediği bu kalabalıktan uzakta olan o sokağa girmesini bekler. Ancak B. birden koşar ve kalkmak üzere olan otobüse biner. Kalabalıkların sisi tekrar koyulaşır. Çaresizdir. Tıpkı #CharlesBaudelaire’in “Geçen Bir Kadına” şiirinde çizdiği tabloya benzer bir durumun ortasında kalır, C..
“Sokak, kulakları sağır edici gürültüsüyle dolduruyor çevremi.
Uzun boylu, zarif, yaslar içinde, acıyla görkemli,
Bir kadın geçiyor, bir eliyle gösterişli,
Hafiften kaldırmakta işlemeli giysisini;
(…)
Bir şimşek… ve sonra gece!-Ey kaçak güzellik
Ben ki yeniden doğdum tatlı bakışınla,
Bir daha sonsuzlukta mı göreceğim seni?”“Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu saçma, alaycı düzene boyun eğmiş gibi kendini koyverdi. fiimdi ona istediklerini yapabilirlerdi. Yanındaki polis kolunu sarsıp ummadığı yumuşak bir sesle sordu: -Ne oldu? Anlat. – Otobüse yetişecektim… Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” (18) C., dört mevsim -bir anlamda bütün hayatı- boyunca B.’yi aramaktan yorulmamıştır. Ancak sonunda kalabalıklar içlerindeki bu yabancı bakışlı adamı eritirler. C. artık öyle bir yerdedir ki “hiçbir sokağın adı yok”tur. Kalabalığın içinde daha fazla ayakta kalmanın bir anlamı olmadığına karar verir. Kalabalık bu soyu tükenmiş, kabuğu üstüne ters dönmüş, çaresiz kaplumbağanın kabuğunu kırar. Kalabalıklardan nefret eden flâneur asla ayrılamadığı kalabalığın içinde erimeye, sıkılmaya mahkûm edilir. Çünkü içinden düzeni değiştirmeyi amaç edinmiştir. Bu, aylak adamın caddedeki son görünüşüdür, şölen biter kalabalık dağılır ve aylak yeraltına iner!.. Yeraltını gösteren ok çınar ağacının üzerine çakılmıştır: “(İstasyon alanından otele çıkan sokağın başında bir çam ağacının gövdesine tenekeden kesilmiş, koyu yeşil üstüne ak harflerle OTEL yazılmış ok biçimi bir gösterge çakılı; ama yıllar sonra çivilerden biri çürüyüp kopunca okun ucu aşağıya dönmüş toprağı gösteriyor, otelin yeraltında olduğu sanısını veriyor insana.)” (19)
NOTLAR:
(1) #LeonardCohen, “First We Take Manhattan”, I’m Your Man, 1988.
(2) #WalterBenjamin, “Charles Baudelaire, Kapitalizmin Yükseliş Çağında Bir Lirik Şair”, Pasajlar, (Çev.: Ahmet Cemal), YKY, 8. Baskı, İstanbul, Şubat 2011, s. 131.
(3) age., 131.
(4) Yusuf Atılgan, Aylak Adam, Bilgi Yay., 2. Baskı, Ankara, 1974, s. 12.
(5) Age. s. 20.
(6) Age., s. 218 – 219.
(7) Aylak Adam, s. 63
(8) Age., s. 68.
(9) Age., s. 97.
(10) Age., s. 78 – 79.
(11) Age., s. 10
(12) Age., s. 177.
(13) 13 Age., s. 178.
(14) Age., s.181
(15) Walter Benjamin, “Baudelaire’de Bazı Motifler Üzerine”, Pasajlar, s. 148.
(16) Aylak Adam, s. 16
(17) Age., s. 226
(18) Aylak Adam, s. 228.
(19) Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, Bilgi Yay., 1. Bask›, İstanbul, Kasım 1973, s. 14.
Sorry, there were no replies found.