Roman Kahramanları
Büyük Birader, Görünmezlik Stratejileri: Hayaletler, Göçebeler, Göçmenler
-
Büyük Birader, Görünmezlik Stratejileri: Hayaletler, Göçebeler, Göçmenler
Görünmezlik Stratejileri: Hayaletler, Göçebeler, Göçmenler*
Makale Yazarı: Meliz Ergin
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisi (Ekim/Aralık 2011) 8. sayıda yayımlanmıştır.
William Shakespeare’in #Hamlet adlı oyunu ile çoğumuz aşinayız. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra annesinin, amcası yeni Danimarka Kralı Cladius ile evlendiğini öğrenen Hamlet hayal kırıklığı içindedir. Bir gün babasının hayaletinin kale burçlarında dolaştığını haber alır. Hayalet ile karşılaştığında babasının sanıldığı gibi bir yılan sokması sonucu ölmediğini, amcası tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Bunun üzerine amcası ile hesaplaşmak için sarayda babasının öldürülmesine benzer konulu bir tiyatro oyununun temsil edilmesini ister. Trajedi işte böyle bir düğümle başlar.
Hamlet’in ilk sahnesinde Cladius’un gözcüleri Barnardo ve Francisco nöbet tutarlar. Birinin yaklaştığını duyar duymaz “Kim var orada?” (7) diye seslenen gözcülerin belirsizlik karşısında duydukları kaygı oyunun genel atmosferi hakkında çok şey söyler. Cladius, otoriter krallığının altında kimsenin kendi gözetiminden bağımsız hareket etmesini istemez. Hamlet’in babasının hayaleti ise bu baskıcı rejimi hiçe sayarcasına kaleye girer, dilediğinde ortaya çıkıp kaybolur. Gerçek mi hayal mi olduğu çözülemediği için bir türlü anlam verilemeyen bu görüntü karşısında herkes tedirgindir. Oğlu Hamlet ile karşılaşıncaya kadar sessizliğini bozmayan hayalete sürekli olarak kendisini tanıtması, konuşması buyrulur. Tam anlamıyla görülemeyen, dile gelmediği için duyulamayan hayaletin tanımı o kadar zordur ki metin boyunca kendisinden sırasıyla “hayal, şey, görüntü, figür” (9, 11) olarak bahsedilir. Hem ölümlülerin dünyasında hem de ötesinde var olabilen, gözetleyen bakışların ve kontrolcü bir dilin baskısından sıyrılmış olmasına rağmen her şeyi ve herkesi görebilen hayalet-baba figürü tam da bu belirsiz varlığı nedeniyle büyük bir tehdit unsuru haline gelir.
Pek çok farklı yoruma açık bu trajediye atıfta bulunmamın sebebi görülmeyenin otoriteye neden bir tehdit olarak gözüktüğüne değinmek. Aslında edebiyatta “Big Brother” kimdir diye sorguladığımızda başlangıç noktamız kuşkusuz İngiliz yazar George Orwell’in 1984 adlı, totaliter rejimle oluşan distopyayı anlatan, alegorik romanıdır. Fakat Big Brother kavramı 20. yüzyılın ortaya çıkardığı bir politikaya cevap olarak dilimize girdiyse de, otorite tarafından izlenme teması farklı dönemlerde, çeşitli sosyal-politik düzenlere reaksiyon olarak edebiyatın pek çok farklı coğrafyasında ele alınmıştır. Dolayısıyla Big Brother’ı ararken belki de çok sık akla gelmeyecek yerlere de bakmakta fayda olabilir.
Hamlet’in de örneklediği gibi gören/görülen arasındaki dinamiği incelediğimizde bu dinamikle el ele giden bir de görünmezlik olgusundan bahsedebiliriz. İlk bakışta görünmezlik kavramının yaptığı çağrışımlar negatif olabilir. Öncelikle toplum içindeki güç dengesizliği içinde bastırılan azınlık gruplarının sosyal görünmezliği akla gelir. Farklı sosyal, kültürel ve etnik gruplar arasına çekilen hiyerarşik sınırlar, kendi/öteki, merkez/periferi gibi ikili karşıtlıkları baz alan bir söylemin uzantısı olarak bu görünmezliği yadsıyamayacağımız şekilde güçlendirir.
Edebi eserlere bakarsak görünürlüğünü yitirmiş olarak resmedilen kişilerin genelde birbirini şiddet yoluyla dışlayan bir ötekilik mantığı içerisinde kenara itilenler olduğunu fark ederiz. Örneğin 20. yüzyılın başında, dünya savaşlarının öncesi ve sonrasındaki kültürel uyuşmazlığı anlatan Avrupa ve Türk edebiyatı eserlerinde, kendini bir şekilde içinde yaşadığı toplumun dışında bulan anti-kahraman tiplemesi sık sık boy gösterir. Bireyle toplumun arasındaki çatışmaya dikkat çeken bu yapıtlar, son derece abes ve çarpık bir yapıya dayanmasına rağmen çoğunluk tarafından benimsendiği için işleyen bir sistem içinde gitgide görünmez hale gelen insanın iç çelişkilerini anlatır. Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne kadar pek çok romanda çareyi kendi içine çekilmekte bulan, hatta bazen yine bu romandaki karakteri Hayri İrdal’ın belirttiği gibi “kaçacak bir iç bile bulamayan” (176) bireylerin hikâyelerine rastlanır.
Yine çağdaş edebiyat örnekleri arasında, özellikle de sömürgeciliğin bıraktığı mirası sorunsallaştıran post-kolonyal edebiyatta ve göçle beraber ortaya çıkan kimlik oluşumlarını sorgulayan ulus-aşırı edebiyatta kendi/öteki gibi ayırımlar güçlü bir şekilde karşımıza çıkar. Uluslar ve kültürler arası çatışmaları inceleyen bu edebi eserlerde, koşullarını kendi belirlediği bir alanı yöneten iktidar tarafından baskıya uğramış grupların görünürlük çabası büyük önem kazanır. Kimin nereye ait olduğunu dikte eden otoriteye cevap verme ihtiyacı duyan bu yazarlar bazen aynı oranda riskli iki alternatif arasında gidip geldikleri bir kısır döngüye girebiliyorlar. Azınlık yazarlar periferiye aidiyetlerini kabul ettikleri anda ya kendilerine yabancılaşıp merkeze dahil olarak görünürlük kazanmak istiyorlar ya da otoriteyi tamamen reddederek kendileri yeni bir merkez oluşturmayı arzuluyorlar. Diğer bir deyişle, zaman zaman sadece rolleri değiştirmek yoluyla, kendilerine dayatılan hiyerarşik formülden faydalanmak gibi çelişkili bir çözüme başvurabiliyorlar.
İster merkezi otorite ister azınlık tarafından kullanılsın, ikili karşıtlıklar kendi içinde kapalı ve sabit kimlik yapılarını var saydıkları için tehlikeli bakış açılarına yol açabiliyorlar. Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’de belirttiği gibi “bir zamanlar ezilmiş olanların, birinci sınıf ezenler olduğu görülmüştür” (101). Her azınlık grubunun, bir diğerinden ayrı olarak, yalnızca kendi adına görünürlük savaşına soyunması çok-kültürlülük maskesi altında birbirinden gitgide uzaklaşan ve sonunda karşı çıktıkları totaliter düzenin en büyük destekleyicisi haline gelen birbirinden kopuk topluluklar yaratıyor. Bir yandan dikte edilen sistemin dışına çıkamayan diğer yandan ise bölünerek zayıflayan bu gruplar zamanla otorite tarafından kendilerine atfedilen rolleri yerine getirmeye başlıyorlar.
Kimin kime karşı olduğunu, kimin gözetleyen kimin gözetlenen olduğunu belki de fazlasıyla simetrik denklemler üzerine kuran söylemlere karşı Fransız-Cezayirli yazar-felsefeci Jacques Derrida herhangi – kültürel, dilsel, ulusal veya sosyal- aidiyet üzerinden kendimizi tanımlamanın riskine dikkat çeker. Bir yandan Fransız sömürgesi altındaki Cezayir’de geçirdiği çocukluğuna değindiği, bir yandan da kolonyalizme dil ve kimlik tartışması üzerinden yaklaştığı kitabı Le monolinguisme de l’autre: ou la prothèse d’origine’de okuyucuyu otoritenin (diğer bir deyişle kendine “sahip, efendi” diye hitap eden Fransız sömürgecinin) diline ve tuzağına düşmemek için uyarır. Kardeşlik, anadil, dil ve din birliği gibi kavramların aynı sorunsal söylemin devamı olduğunu öne süren Derrida için risk, sadece otoritenin azınlığı kendi görüş alanına sokup tanımlamasında değil, azınlığın da buna karşı kendi kurguladığı bir saydam kimlik ve özdeşlik üzerinden görünürlük arayışında olmasındadır.
Günümüz post-kolonyal ve göçmen edebiyatları örnekleri arasında Derrida’nın altını çizdiği bu riskin farkında olan ve farklı bir tutum sergileyen yazarlar da var. Onlar hiyerarşik modelleri ve sınırları esnetmek amacıyla kimlik sorunlarına değinirken hem otoritenin şiddetinin farkında olarak hem de duruşlarını merkez-periferi karşıtlığının buyruğu altına girmeden oluşturmaya gayret ediyorlar. Değişmekte olan toplum düzenine paralel olarak ortaya çıkan çok yönlü kimlik oluşumlarına yer veriyorlar. Çok şekilli olduğu ve ikili karşıtlıklarla açıklanamadığı için görünmez, anlaşılmaz hale gelen melez kimliklerin totaliter düzene karşı bir direniş aracı olabileceğini gösteriyorlar.
Görmek bakılan nesneye isim vermeyi, ona bir benlik ve özdeşlik atfederek tanımlanabilir kılmayı ve bu tanım aracılığıyla onu devamı istenilen bir bütünün parçası haline getirmeyi amaçlıyorsa, o halde görme eyleminin olduğu yerde bir çeşit döngüsel ekonomi de söz konusu demektir. Bu ekonomi, bakışın yöneldiği benliği sınıflayıp düzenleyerek görünür kılmayı hedefler ve bu amaçla her türlü çelişkiyi kendini güçlendirecek şekilde lehine çeviren bir hesaplamaya girer. Ekonomi kelimesinin Yunanca kökeni olan oikonomia kelimesinin nereden geldiğine bakarsak oikos (ev, yuva) ve nemein (düzenlemek, yönetmek), nomos (düzen, hukuk) kelimelerinden türediğini ve “ev düzeni, yönetimi” gibi bir anlamı olduğunu farkederiz. Benliğin de en temel aidiyet duygusunu uyandıran bir çeşit ev olduğunu düşünürsek, kendi içinde kapalı ve soyut tanımlamalara sığdırılabilen bir kimliğe sahip olma arzusu bir çeşit benlik ekonomisi olarak yorumlanabilir. Fakat bu düzen isteği her zaman için bir engelle karşılaşmaya mahkûmdur çünkü benlik kendini asla tüketmeyen bir anlam hareketi içinde devinir. İndirgemeci soyutlamalarla kodlandırılmasını imkânsız kılan bir taşkınlık payına sahiptir. Il Gusto del Segreto adlı kitapta Derrida’nın vurguladığı gibi, önceden kestirilemeyen bu aşırılık payı özgürlüğümüzü tanımlar; o gözardı edildiğinde totaliter bir düzenin tohumları atılmış demektir.
Görüldüğü iddia edilen nesneyi şeffaf kılmaya çalışan ve her türlü anlam belirsizliğini ortadan kaldıran bu ekonomiye göre tam anlamıyla görülemeyen tekinsizdir, tehditkârdır; tarifi ve kimliklendirmesi güç olandır. (Zaten Orwell’in 1984 adlı romanında da güç herkesi görme yetkisi olan ama kendisini gizleyebilendedir.) Tekinsizliği, görüş alanının her zaman dışına taşmasından ileri gelir. Mutlak anlamını yitirmiş, kısmen okunabilir bir metin gibi kararsız ve muğlak olanın altını çizer.
Görünmezlik ve okunmazlık temalarına dikkat çeken birçok çağdaş yazar var. Burada kısaca bahsetmek istediğim kişi 1991’den beri İtalya’da yaşayan ve İtalyanca yazmayı tercih eden Arnavut kökenli yazar-gazeteci Ron Kubati. Kubati’nin 2002’de yayımlanan M adlı romanı ne isminin ne de geldiği yerin belirtildiği bir göçmenin yaşamından -ve bakış açısından- bir kesit sunar. Gözetleme/gözetlenme arasındaki dinamiğin en basit haliyle bir kendi/öteki, göçmen/yerli karşıtlığı üzerine kurulu olmadığı bu romanda yazar fiziksel hareketlilik temasına yoğunlaşarak kimlik okunmazlığına farklı bir bakış açısı getirir.
Kabaca Güney’de bir yerden gelip İtalya’ya yerleştiği bilinen başkahraman birçok mülteci ve göçmene evini açmış olan Andrea isimli bir profesör ile yaşar. Göçmen edebiyatının birçok örneğinin aksine, M’nin başkahramanı ne kendine yabancılaşıp tamamıyla İtalya’nın sosyal ve politik düzenini benimser ne de geçmişe duyduğu nostaljiden dolayı Arnavut kimliğine sığınıp farklılığını milliyetçi bir söylem üzerinden vurgular. Bununla beraber üçüncü bir alternatif olarak kimliğini Andrea’nın evine duyduğu aidiyet hissi üzerinden de kurgulamaz. Her ne kadar bu evin içinde yaşayanlarla zaman zaman bir aile gibi olduklarını belirtse de yasal dokümanları olmayan ve bir süre sonra oradan ayrılmak zorunda kalan insanları bir araya getiren bu aile ona sığınılacak, kalıcı bir ev ortamı sunmaz. Devlet gözetimi altında, beklenmedik zamanlarda polis kontrolüne tabi tutulan bu insanların yaşamında hakim olan bilinmezlik başkahramanın da benliğinin bir bileşeni haline gelir.
Her fırsatta şehirde uzun yürüyüşlere çıkan bu karakter hem evin içinde hem de dışarıda yakaladığı bilinmezlikte rahatlatıcı bir kaybolmuşluk hissine kapılır. Yürüyüş eylemi romanda sembolik bir anlam taşır. Başkahraman, kendisini sürekli sınırdışına iten, yerinden eden devlete karşı yersizliğini -devlet tarafından dahi takip edilemeyecek kadar- uç noktaya taşıyarak cevap verir. Yürüyüşleri esnasında göç etme, hareket etme, girme/çıkma özgürlüğünün engellenmesindeki şiddeti hatırlatır. Aynı zamanda şehrin dokusunun sanıldığı kadar yalıtılmış mekânlar ve topluluklardan ibaret olmadığının altını çizer. Bir yandan işsizliğin yoğun olduğu, endüstrinin zayıflaştığı, “yeraltı” diye adlandırdığı noktalardan daha kalabalık, merkezi, “yerüstü” diye nitelendirdiği yerlere geçer ve bu sırada gözlemlediği sosyoekonomik dengesizliklere dikkat çeker. Öte yandan sırf göçmen olduğu için kendini şehrin yalnızca bazı katmanlarına sıkıştırmak yerine aradaki geçişleri ve sınırların geçirgenliğini vurgular. Aşırı uç konumların taşıdığı yıkıcı gücün farkında olan Kubati’nin başkahramanı, kendi/öteki gibi karşıtlıkların arasına örülen duvarları eğerek, hem girip çıktığı mekânların hem de yolları yer yer ayrılıp yer yer kesişen toplulukların yarı okunur bir haritasını çıkarır.
M’in başkahramanı, adeta bir şehir göçebesi gibi adımlarının onu nereye götüreceğini bilmeden ilerlerken kimliğin sürekli bir taslak halinde kaldığını, olan kadar olmayanın, ön/görülen kadar ön/görülemeyenin de önemi olduğuna dikkat çeker. “Olasılıklarla dolu ve ölçü altına alınamayan” (162) olarak nitelendirdiği şehirde, kalıcı bir benlik arayışından çok benlik oluşturma sürecini anlatır. Bir anlam hareketlenmesi içinde kendini sürekli yineleyen kişi için, Yürüme adlı kitabında Oruç Aruoba’nın belirttiği gibi, öz varsa eğer, “insanın özü olmamışlardan oluşur; olanaklardan” (56). Özdeşliği kıran işte bu olanakların ve olasılıkların yaşama kattığı taşkınlık payıdır. Hiçbir şeyin özdeşliği olmadığı noktada Kubati ne benliğin ne de etkileşim içinde kaldığı mekânın kendi içinde kapalı bir anlamı olabileceğinin altını çizer.
Gökdelenler ve insan kalabalığı arasında yürürken gitgide daha az görünürlüğe sahip olduğunu ifade eden ve bunun özgürleştirici bir yanı olduğuna dikkat çeken başkahraman aynı zamanda bütünsel algı yetisini de yavaş yavaş yitirir. Bedenini, hareketlerini ve düşüncelerini parçalar halinde algılamaya başlar. Devinim halinde kalan bireyin ne başkasına ne kendisine tamamen görünebildiği bu romanda ısrarcı bir anonimiyet hakimdir. Göçmen karakterin aynı zamanda kitabını basacak bir yayınevi arayan bir yazar olması da okunmazlık temasını güçlendirir.
Yürüyüşleri esnasında kendisine dayatılan mekânsal ve kültürel sınırları esnettikçe, hem şehirleri ve içinde yaşayan bireyleri kontrol edilebilir birer imge haline getirmek için devletin kullandığı temsili pratiklere ve kartografyaya meydan okur hem de benliğin sınırlarını sorgulayarak kendini deneysel bir sürece sokar. İçinde yaşadığı katı sisteme karşı kasıtlı olarak kısmi körlüğü benimser. Bu noktada Michel de Certeau’nun Gündelik Hayatın Keşfi adlı kitabı Kubati’nin romanıyla ilginç bir paralel okumaya tutulabilir. Kitabında Michel Foucault’nun modern-disiplinci iktidara getirdiği eleştirisine cevap olarak sıradan insanın gündelik hayat içinde ürettiği taktiklerin bir çeşit otonomi sağladığını savunan de Certeau bireylerin yaşadıkları ortamda sosyal değişimlere neden olabilecek güce sahip olduğunu belirtir. İçinde bulundukları sistem tarafından öngörülemeyen yörüngelerde seyreden bireylerin opak ve kör bir hareketlilik aracılığıyla, planlı ve okunaklı şekilde düzenlenmiş şehir mekânlarını yeniden tanımladığını ve aynı mekândan sonsuz yararlanma biçimleri çıkardığını öne sürer.[1] Kubati’nin romanında da benzer stratejilerle karşılaşırız. Başkahraman sadece birbirine ördüğü şehir mekânlarını yeniden tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda kendisini de karmaşık kültürel süreçlerin ürettiği çok şekilli oluşumlarda arar.
Bir zamanlar kısa bir süreliğine de olsa İtalya’nın kolonisi olmuş bir ülkeden gelen Kubati’nin bir direniş olarak hareketlilik ve görünmezlik temaları üzerinde durması şöyle bir noktaya dikkat çekersek daha da ilginç hale gelir. İtalyan İmparatorluğu Afrika’nın pek çok bölgesini sömürge altında tuttuğu dönemde (1890-1943), totaliter bir mimari ile yayılımcı bir politikayı birleştirerek o ana kadar Batı’nın gözünden kaçan Afrika topraklarını kendi görüş alanına sokmak, okunur hale getirmek ve böylece daha rahat kontrol sağlamak için kolları sıvamıştır. Bu projenin öncülerinden biri de La Porta Magica del Sahara adlı seyahatnamenin yazarı Angelo Piccioli’dir. Latium Faşist Yazarlar Federasyonu tarafından ödüllendirilen Piccioli, sömürgeci-oryantalist bir tavırla ötekileştirdiği Afrika kültüründen bahsederken Tanrısal bir bakışla yukarıdan izlediği kültürü kendi üstünlüğünü tanımlayacak şekilde yeniden düzenler. İtalya’nın “rasyonel” mimari ve kültürel yapılanmasına karşı “beddua” (97) olarak tarif ettiği Afrika göçebelerinin sürekli hareket halinde geçen “irrasyonel” yaşam sürecini eleştirir. Göçebeleri görünmez kılan yaşam tarzı Piccioli’nin desteklediği faşist-kolonyalist yayılmacı politika için tehditkârdır. Nitekim İtalyan ordusunun 1932’de Doğu Libya bölgesinde 100.000 göçebeyi zorla sahil bölgesine yakın konsantrasyon kamplarına hapsetmesi ve Mısır üzerinden kaçış yollarını kesmesi sömürgeci düzenin değişkenliğe karşı olan tavrını açıkça ortaya koyar. Kubati’nin romanında devletin, sömürgeci dönemde ise İtalyan İmparatorluğu’nun üstlendiği gözetleyici rolü bu bağlamda Piccioli benimser.
#kubati gibi göçmen yazarların yapmak istediği kimin nereye ait olduğu, “yerlilerin” ve “yabancıların” nasıl yaşaması, ne tür kimliklere bürünmesi gerektiği konusunda katı fikirlerle yola çıkanlara alternatif bir çözüm sunmak. Göç konusuyla ilgilenen biri için Big Brother’ı tarif etmek her zaman çok kolay olmayabilir, çünkü o çok farklı çehrelere sahip. Onu yer yer göçmenleri dayatmacı bir düzene iten devlet yapısının içinde ve “Orwellian” yasalarda, yer yer ise iktidara karşı gelirken benzer katılıkta normlara zemin hazırlayan azınlık yazarlar arasında bulabiliriz. Kubati’nin romanı, kaynağı ne olursa olsun tüm totaliter sistemlere -gündelik hayatın içine, eylemlerimize ve düşünce şeklimize sinmiş haliyle- karşı bir cevap niteliğinde.
M, “o veya bu” gibi kutuplaşmalar yaratan, gerçek bir seçim hakkı vermeksizin seçme zorunluluğu dayatanlara karşı “hem o hem bu” deme özgürlüğünü vurgular. Kendisine dikte edilen sınırlara tamamıyla bağlı kalmayan başkahraman takibi güç bir yol izleyerek içinde bulunduğu sistemi şaşırtan bir politika izler. Okuyucuyu çok-boyutlu, çok-duyumlu bir yaşam kavramı üzerine düşünmeye davet eden bu karakter bir hayalet gibi şehrin sokaklarına karışarak bizi bitimsiz bir oyunun ortasına atar. Hayalet nasıl ne tam anlamıyla varolan ne de bütünüyle yokolan, yaşam/ölüm sınırını sürekli aşarak aradaki karşıtlığı sorgulayan bir direnişin sembolü ise, o da varoluşun ve yokluğun sınırında, görünmemenin ve sınıflandırılmamanın totaliter düzenin koşullandırmalarına karşı verdiği direnişin sembolü haline gelir. Özgürlüğü, dönüşüm halindeki sosyal oluşumlarla, ilişkilenmelerle, karşılaşmalarla ve geçişlerle zenginleşen yaşam süreçlerinde arar.
————————
[*] Dr. Meliz Ergin, Koç Üniversitesi İnsani Bilimler Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Öğretim Görevlisi[1] Kubati ve de Certeau’nun bir direniş aracı olarak kullandıkları yürüyüş eylemi İtalya’da #Stalker adlı bir grup tarafından hayata geçiriliyor. İlk kez 1995’te bir araya gelen ve çoğu mimar-aktivistlerden oluşan bu grup Roma, Berlin ve Saraybosna gibi şehirlerde “kritik yürüyüşler” düzenliyor. De Certeau, Guy Debord, Gilles Deleuze ve Felix Guattari gibi birçok teorisyenin fikirlerinden yararlanarak ortaya çıkardıkları bu projenin amacı kompakt algılanan şehirlerin merkez-marjin gibi keskin ayırımlar üzerinden tanımlanamayacağını göstermek ve “oluşmakta” olan bölgeler ve buralarda yaşayan topluluklar hakkında farkındalık yaratmak.
KAYNAKLAR
• #aruoba, Oruç. Yürüme. İstanbul: Metis Yayıncılık, 1992.
• De Certeau, Michel. Gündelik Hayatın Keşfi. Çev. Çağrı Eroğlu. İstanbul: Dost Yayınları, 2009.
• Derrida, Jacques and Maurizio Ferraris. Il Gusto del Segreto. Roma-Bari: Laterza, 1997.
• Derrida, Jacques. Le monolinguisme de l’autre: ou la prothèse d’origine. Paris: Galilée, 1996.
• Kubati, Ron. M. Nardò/LE: Besa, 2002.
• #musil, Robert. Niteliksiz Adam. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: Yapı Kredi Yayıncılık, 2009.
• Orwell, George. 1984. Çev. Nuran Akgören. İstanbul: Can Yayınları, 2001.
• Piccioli, Angelo. La Porta Magica del Sahara. Roma: Apollon, 1934.
• #shakespeare, William. Hamlet. Ed. Barbara A. Mowat, Paul Werstine. New York: Simon and Schuster, 2009.
• #tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü. İstanbul: Dergah Yayınları, 2004.
• #vassaf, Gündüz. Cehenneme Övgü. Çev. Ömer Madra, Zehra Gencosman. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1992.#Sayı8 #büyükbirader #bigbrother #winston #orwell #georgeorwell #melizergin #1984
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.