“Bizden Başka Canavar Yok”: Sineklerin Tanrısı ya da Masumiyetin Sonu

  • “Bizden Başka Canavar Yok”: Sineklerin Tanrısı ya da Masumiyetin Sonu

    Posted by admin on 12 Temmuz 2024 at 10:28

    “Bizden Başka Canavar Yok”: Sineklerin Tanrısı ya da Masumiyetin Sonu*

    Makale Yazarı: Semiramis Yağcıoğlu

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2013, 16. sayıda yayımlanmıştır. 

    William Golding’in Sineklerin Tanrısı (1954) adlı romanı, sarsıcı bir sahneyle son bulur. Romanın on iki yaşındaki kahramanı Ralph, kendisini son anda av olmaktan kurtaran İngiliz donanma subayını gördüğünde sevinç gözyaşlarıyla değil, benliğine ilişkin gerçeğin yarattığı sarsıntıyla ağlar. Masumiyet döneminin bitişine tanıklık etmiş ve insan yüreğinin karanlığını görmüştür. Bir nükleer savaş sırasında, İngiltere dışına taşınan bir uçak dolusu çocuğun, uçak düşünce sığındıkları ıssız adanın yanmış yıkılmış haline bakan subayın, şovenist düş kırıklığı, adadaki çocukların birer vahşi yaratığa dönüşmesini adım adım izlemiş olan okuyucuda müthiş bir tersinleme etkisi yaratır. “Hepiniz Britanyalısınız, değil mi? Sanırdım ki bundan daha iyi idare edebilirdiniz durumu…” (247) der subay, çocuklarından beklediği davranışı görememiş baba tavrıyla. Roman evrenindeki olayların bağlamını oluşturan savaş, romanın kaleme alındığı yıllarda anısı belleklerdeki tazeliğini henüz yitirmemiş İkinci Dünya Savaşına gönderme yapar. İnsanlığın gördüğü en büyük vahşetin sahnelendiği bu savaş, onu yaşamış olan kuşakların da masumiyetini alıp götürmüştür. İnsanlık, insanın insana uygulayabileceği şiddetin sınırsızlığını dehşetle yaşamış; ruhu kirlenmiştir. Varlığından hep kuşkulandığı ama geçirdiği siyasal evrimle derinlere hapsetmeye uğraştığı o hayvan, ruhunu ele geçirip, uygarlık dediğimiz insanlaşma sürecinin binlerce yıllık emeğini tek bir hamleyle yok etmiştir. Bilim, sanat, felsefe ve teknolojide üretilen kavramların ve uygarlık olarak benimsenen davranışların tümünün biricik kaynağı olduğuna inanan, kendini beğenmiş Avrupa’nın üzerinden düşen iğreti örtünün altından vahşetin çirkin yüzü bütün canlılığıyla tekrar çıkmıştır. George Steiner bu derin travmayı şöyle özetler.

    “Biz, Auschwitz- sonrası homosapienlerdeniz çünkü kanıtlar, yani kemik ve altın diş dolgularından oluşan denizlerin, çocuk ayakkabıları ve fırın duvarlarında siyah kuş pençelerine benzer izlerin fotoğrafları, insanların neler yapabileceklerine dair tasavvurumuzu değiştirdi. ” (George Steiner, Language and Silence, 1958-1966.)

    Yahudi soykırımı ve diğer azınlıklara karşı yürütülen eşi benzeri görülmemiş zulüm ve ötekileştirme stratejilerini kullanan Nazileri, savaş sonrasında insanlık dışı bir ulam olarak sınıflandırmak ve onları şeytanlaştırmak, savaşı kazanan ulusların, ulusal kimliklerine güvenlerini tazelemek için kullandıkları bir araç haline gelir. Yaralanmış benliklerin savaş sonrası sağaltılması için gerekli bizler/onlar ayırımı, özellikle İngilizlerin kullandığı bir söylemsel strateji olur. İngilizlerin, tarih sahnesinde beliren ve insanın en karanlık tarafını ortaya koyan ilkel benlik kalıntılarının, kendilerinde de ortaya çıkmasının mümkün olamayacağına dair inançları kesin gibidir. İngiliz ulusunun toplu kıyımlara yol açan şiddete geçit vermesinin söz konusu bile olamayacağı inancı üzerine inşa etmeye çalıştıkları söyleme, William Golding şiddetle karşı çıkar. İngiliz toplumunda kurumsallaşmış olan sınıf yapısının, tam da totaliter şiddetin kaynağı olabileceğine dair uyarılarını yapmak için Sineklerin Tanrısı romanını yazmaya karar verir. Kraliyet Deniz Kuvvetlerinde savaşırken, Almanların ünlü Bismark adlı savaş gemisini batıran gemide bulunmuş ve Normandiya çıkarmasında görev almış olan Golding’e göre, kimliği ne olursa olsun “insan kötülüğü üretir, tıpkı arıların bal yaptığı gibi”. En kanlı boğazlaşmaların ortasında yer alan Golding, “insanlık durumunu” mitler aracılığıyla dile getirme konusunda gösterdiği yetkinlik nedeniyle 1983 Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılır.

    Tam da böyle bir tarihsel bağlam içinden filizlenen Sineklerin Tanrısı, yirmi bir kere yayıncılar tarafın geri çevrilmiş ve ancak 1954 tarihinde basılmıştır. Neredeyse tüm dünya dillerine çevrilen roman, “gençlik yazını” dediğimiz özel bir ulamın vazgeçilmez yapıtları arasına girer. Ülkemizde 1970’li yıllardan itibaren de yabancı dilde eğitim yapan orta öğretim kurumlarının okuma listelerinde yer alır. Bugün orta yaş ve üstü kuşakları oluşturan okurların yazınsal deneyiminde unutulmazlar arasında yer alır. Kimlik edinme sorunlarıyla baş etmeye çalışan okurlara Golding, roman kahramanları Ralph ve Jack’igöstererek bir ayna tutar; sanki “Sen hangisine benziyorsun, karar ver” demektedir. Sineklerin Tanrısı, bütün iyi edebiyat ürünlerinde olduğu gibi, gençlere olmak istedikleri kişi ve edinmek istedikleri benlik yapısı konusunda seçenekler sunarken, onlarda bir uyanış anını tetiklemeyi başaran romanlardan biri olmaya devam ediyor, çünkü işaret ettiği insanlık durumu günümüzde bizi de yakından ilgilendiriyor. Faşizm denen olgu, tarihin belli döneminde yaşanmış bir kaza değil, bir kişilik yapısının ürünüdür. İnsan yüreğinde var olan karanlık her an hortlayabilir ve hayatları cehenneme çevirebilir.

    Bazı edebiyat eleştirmenleri, Sineklerin Tanrısı’nın alegorik bir eser olduğu konusunda anlaşırlar. Roman kahramanlarının davranışları, Hıristiyanlığın insanın doğasına dair kötücül görüşünü kavramsallaştıran ilk günah çerçevesinde çözümlenmeye çalışılır. Bu okumalara yol açan, romana adını veren Sineklerin Tanrısının kökeninin, Asur kaynaklarına kadar giden ama Tevrat ve İncil’de de varlığını sürdüren şeytan Beelzebub’a bizzat gönderme yapmasıdır elbette. Beelzebub adının çevirisi ise, Tezeklerin Tanrısı veya Sineklerin Tanrısıdır. Oysa çok katmanlı olan roman, Hıristiyanlık referanslarından yoksun olan okuyucular için de anlamlıdır. Bana göre de, Spitz’’in (1970) işaret ettiği gibi, siyasal bir roman olarak Sineklerin Tanrısı, Eflatun‘dan Hannah Arendt’e kadar siyaset felsefesi tarihinde tartışılan bir sorunsalı ameliyat masasına yatırır: Yetke kullanımını meşru kılan nedir? Süleyman Peygamber, Saul’u kadim İbranilerin kralı olarak kutsarken, “hükümdarlar yetkeyi Tanrıdan alır” diye buyurmuştur. Eflatun, ülküsel Kallipolis kentinde yetkeyi kullanma hakkını filozoflara bağışlar çünkü akıl yürütmesini en iyi onlar bilir; bu nedenle, filozoflar hükümdar olmalıdır ya da en azından hükümdarların danışmanları. Öte yandan, Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’ya göre, yetkeyi kimin kullanacağı, toplumsal sözleşmeyle belirlenir. Rıza üzerine kurulan bu sözleşmede rıza gösterenlerin çoğunlukta olması, yetkeyi kullanacak olana her hakkı verir mi? Sorusunu sormaya zorlar bizi; iktidar ve yozlaşma arasında her an tetikte bekleyen bir tehlikeyi hesaba katmamız gerektiğini tarihsel deneyimlerimiz, unutmamıza izin vermez. Her savaşın galibi, yetkeyi kendisinin kullanması gerektiğini söylerken, kaba gücü elinde bulunduran tiranların, tarihin üzerinden silinmeyen gölgelerini, bize tekrar tekrar hatırlatır. Hannah Arendt (1986), “İktidarın meşru kaynağı nedir?” diye sorgularken, Hitler ve Mussolini gibi milli şeflerin oy çokluğuna dayanarak iktidarı ele geçirmelerine izin veren kalabalıkları oluşturanların kişilik yapısı nedir, sorusuna da yanıt aramış olur. Roman evreninin sıkıştırılmış mekân ve zamanında, Golding’in roman kahramanları Ralph ve Jack’in eylemlerine yön veren arzuların farklılığı, insanlığın topluluklar halinde yaşamayı seçtikleri ilk andan itibaren yaşadıkları yetkeyi kimin kullanması gerektiği sorunsalını, bir çocuk romanı sadeliğinde görmemize olanak sağlarken, ironik bir biçimde, insanlığın hâlâ çocukluk dönemi hastalıklarını aşamadığına da işaret etmiş olur.

    Bir nükleer savaş sonrası kendilerini ıssız bir adada bulan çocukların, büyükler gelene kadar aralarında oluşturdukları toplumsal düzen, hızla düzensizli ğe evrilirken, insanoğlunun kadim öyküsü yeniden anlatılmaya başlanır. Yaşları on iki ile altı arasında değişen çocukların arasında baş gösteren kabilelere bölünme eğilimi, düzenden yana olanlar ile “eğlenmek” isteyenleri birbirinden hızla ayrıştırır. Büyükler arasında olan Ralph, Domuzcuk ve Simon düzeni korumaya çabalarken, hızla yabanlaşan Jack ve arkadaşlarının teker teker yok ettiği ava dönüşürler. Küçükler arasında baş gösteren söylenti ise adada olan bitenin tekinsizliğine “bir canavarın varlığı” korkusunu ekler. Zamanla tüm adaya egemen olan korku, küçüklerin “yılan gibi bir şey” gördüklerini ileri sürmeleriyle başlar. Daha sonra “bir canavar”dan yakınmalar başlar. Kendi benliğinde bir canavar gizlendiği için canavarın varlığına kolayca inanan Jack, avladıkları bir domuzun kafasını bir sırığa geçirerek canavara sunmak üzere ormanda bırakır. Her şeyi akıl süzgecinden geçiren Domuzcuk, böyle hayal ürünü yaratıklardan değil, ancak insanlardan korkulması gerektiğini söyler. Ralph da inanmaz ama gelen geçen gemilere işaret vermek için ateş yaktıkları dağın tepesine gece karanlığında bir şeyin konduğunu görünce inanmamazlık edemez. Canavara inanmayan tek çocuk Simon’dur. Jack’in mızrağa taktığı, üstüne sineklerin üşüştüğü domuz kafasıyla konuşup korkunun kaynağının insanların kendisi olduğuna karar veren Simon, dağın tepesine tırmanarak orada konuşlanmış olan canavarın gerçek niteliğini de anlamak ister. Çocukların canavar sandığı ölü bir paraşütçüdür aslında. Bu bilgiyle dağdan indiğinde, sürek avını bir büyü ayinine çevirmiş olan “avcıların” ortasına düşer ve mızrakların hedefi olur. Eleştirmenlerin İsa’ya benzettikleri Simon, insanları kurtaracak bilgiyi veremeden kurban edilir.

    Canavar etrafında gelişen korku çemberinin katkısıyla Ralph ve Jack arasındaki iktidar kavgası doruk noktasına çıkar. Jack ava gitmek ve et yemek isteyenleri de peşine takarak Kaya Kale denen yüksek kayalığı kendisine yurt edinir ve herkesin hayvana dönüştüğü bir savaş başlar. Önce Domuzcuk üstüne atılan bir kayanın altında kalarak ezilir, sonra Ralph, sürek avının hedefi olur. Son anda adaya gelen savaş gemisinden çıkan subayın ortaya çıkmasıyla adadaki vahşet son bulur.

    Romanın yerlemini oluşturan “ıssız ada”, insanın uygarlık adına kazanımlarının sıfırlandığı ve uygarlığın yeniden kurulmasını gerektiren, elverişli bir coğrafi alan olarak yazınsal metinlerde tekrar tekrar karşımıza çıkar. Golding’in, roman evrenini oluştururken yaptığı bu seçim, aslında geçmişi İngiliz edebiyatında, Shakespeare’in Fırtına adlı oyununa kadar giden bir geleneğin ürünüdür. Bu gelenek içinde en bilindik olanı elbette Defoe’nun Robinson Crusoe adlı romanıdır. İşte bu yüzden, aralarında Utopia, Define Adası, Mercan Adası ve Dr Moreau’nun Adası gibi sayısız çocuk ve gençlik yazını ürünü, bir tür olarak, Robinsonade diye anılır. Ortaya çıkışı tam da Avrupa sömürgeciliğinin filizlenmeye başladığı bir tarihsel döneme denk düşen ada edebiyatı, Batı sömürgeciliğinin, vahşi(!) coğrafyalara “uygarlık taşıma” adına meşrulaştırılmasının aracı olarak ideolojik bir işlev yüklenir. Bir deniz kazası sonucunda adaya ayak basan Avrupalı, beyaz ve erkek roman kahramanı veya kahramanları genellikle, adada bulunan “vahşi yerliler” ile değil, adanın kendisiyle savaşa tutuşurlar. Bu savaş, adayı uzaklarda kalmış uygarlık dünyasına mümkün olduğunca benzetmeye çalışarak, onu evcilleştirmek üzerine gelişir. Batılı beyaz erkek genellik le, dişi olarak cinsiyeti belirlenen adayı, bir dizi eylemle mülkleştirir. Bu mülkleştirme eyleminin ilk adımını, adadaki en yüksek tepeye tırmanarak etrafı “görmek” oluşturur. Pratt’ın (1992) “her şeyin hükümdarı benim” bakışı diye adlandırdığı bu eylem, sömürgeci beyazın adaya el koyma ânını belirleyen ruh halinin de oluştuğu andır. Ada yavaş yavaş keşfedildikçe, eski yurdu hatırlatan yer adları, beyaz adam tarafından “yeni keşfedilen” ama zaten hep orada olan koylara, dağlara, derelere verilir. Biliriz ki, ad verme iktidar sahibinin iradesini gösterir. Böylece, adanın var olan yerli tarihi üzerine örtülen sömürgecilik tarihinin ilk katmanı oluşmaya başlar. Harita çıkarma ise bu adımları, yazılı belge haline getirir. Bilen ve kayıt tutan insan türünün temsilcisi beyaz adam böylelikle, aslında kimselerin olmayan yeryüzünün, denizlerin ve göklerin sahibi olduğunu bir kez daha tescil etmiş olur. Sınıf, ırk, milliyet gibi ulamlar üzerine özenle inşa edilmiş olan yaşam çevrenini yeni geldiği topraklar üzerine nakşetme eylemi, öylesine doğallaştırılarak hikâye edilir ki okuyucuda her mülk edinilen toprak parçası için roman kahramanının başarısına sevinir, onun adına gönenir. Emperyal arzuların gerçekleştirilme ve meşrulaştırılma alanı olarak ada, çocuk okurları, emperyal düzeni onaylayan bireyler haline dönüştürmek için elverişli bir yazınsal coğrafya olarak tekrarlanır durur. Coğrafyayı değiştirmek ve sılaya mümkün olduğunca benzer hale getirmeye çalışmak aslında, ada tarafından yutulmaya, yani “yerlileşme” korkusuna karşı durmanın tek yoludur. Çünkü yaşam çevreni, fiziksel çevreye eklemlenen bedenimize nakşedilen, tüm yapıp ettiklerimizi de kapsar. Pierre Bourdieu’nun (1993) habitus diye adlandırdığı bu kavram, bedensel varlığımızın dünyada ne türden işlevleri olduğunu da belirler. Ne tükettiğimizi, kime dokunduğumuzu, nerede ve nasıl yaşayacağımızı, çatalı kaşığı nasıl tuttuğumuzu, hangi müziği dinlediğimizi, nasıl güldüğümüzü belirler. Bu da, “bireysel” olduğunu sandığımız davranışlarımızın, sınıf, ırk, milliyet, cinsiyet ve yaş bağlamında öngörülebilir olduğu anlamına gelir. Batılı beyaz adamın, özene bezene yüz yıllar boyunca inşa ettiği habitusundan kopmak anlamına gelen “yerlileşmekten” ölesiye korkması, bu yüzdendir. “Yerlileşmek”, yüzyıllar boyunca kristalleştirip damıttığı bir davranış ve varoluş haritasının dışına çıkıp yolunu kaybetmek anlamına gelir. Ona yol göstermiş olan zihinsel bir kutup yıldızından kopup başka yıldızların baştan çıkarıcı ışığının peşine takılıp, kara delikler tarafından yutulmak anlamına gelir. Adadan yükselen çağrıya uymamak için onu dönüştürmek gerekir. İşte bu yüzden, Protestan iş ahlakının temsilcisi olan Robinson Crusoe, bitip tükenmek bilmeyen bir çalışkanlıkla, ter döker tüm zamanların en çok bilinen ada öyküsünde (bkz. Weaver-Hightower, 2007)

    Sineklerin Tanrısı’nın ilk bölümü de sınıf, ırk ve cinsiyet kavramları üzerinden roman kahramanlarını tanımamızı sağlayan, ada edebiyatı geleneğinin tüm ögelerinin kullanıldığı bir açılışla okuyucusunu öykünün zaman ve mekânına yerleştirir. Uçak kazasından kurtulan on iki yaşlarındaki Ralph, sarı saçları ve delikanlılığa geçmek üzere olan bedeniyle Anglo-Sakson özelliklerinin toplamı gibidir. Endişeden çok merakla, içinde bulunduğu yer hakkında gözlem yapmaya çalışırken karşılaştığı şişman çocuk ile arasında oluşan fiziksel aykırılık, romanın ilk satırlarından başlayarak, İngiliz toplumunun üzerinde oturduğu sınıf ayırımı hakkında bize önemli veriler sağlamaya başlar. Arkadaşlarının ona “Domuzcuk” dediğini sıkılarak itiraf eden çocuk, kullandığı dille hemen Ralph’ten daha aşağı bir toplumsal katmanın üyesi olduğu bilgisini okuyucuya ve Ralph’e duyumsatır. Ölçünlü dil dışında yaptığı dilbilgisel seçimler ve yanında büyüdüğü teyzesinden bahsederken sürekli olarak, belki Türkçeye “teyzemgil”olarak çevrilebilecek, “auntie” diye söz etmesi, Ralph’in onunla alay etmesine yol açar. Dil kullanımı, yazınsal metinlerde roman kahramanının kimliği ve toplumsal aidiyeti konusunda toplum dilbilimsel verilerin tümünün kodlandığı bir işaret fişeği işlevi görür, çünkü bilindiği gibi dil kullanımı, sınıf, ırk, cinsiyet ve hatta meslek gibi bilgilere göre şekillenir. Kısacası, Pierre Bourdieu’nun(1991) sembolik güç atfettiği ölçünlü dil, toplumsal katmanlaşmanın göstergesidir ve onu kullanmayı becerenlere itibar kazandırır. Ralph bu itibarı zalimce kullanmaktan çekinmeyecektir.

    Kullandığı dil dışında, gözlük takan, üstelik de astım hastası olduğunu öğrendiğimiz bu akıllı çocuğun, roman kahramanları içindeki konumu, yavaş yavaş belirmeye başlar. Gerçek ismini asla öğrenemeyeceğimiz Domuzcuk, daha sonra adadaki çocukların bitmez tükenmez alaylarının hedefi olarak “öteki”yi temsil eder. Domuzcuğun babasının ne iş yaptığını öğrenemeyen Ralph, kendi babasının bir deniz subayı olduğu bilgisini zalimce böbürlenerek dile getirir. “Her şeyi bilen” baba gelip onları mutlaka kurtaracaktır. Ölçünlü dil kullanamasa da olguları hep akıl süzgecinden geçirmeyi öğrenmiş olan Domuzcuk, atom bombasının herkesi öldürmüş olması gerektiğini anımsatarak, bu beklentinin ne kadar kof olduğunu kanıtlar. “Hepsi öldü. Burası da bir ada. Hiç kimse bilmiyor burada olduğumuzu. Baban bilmiyor, hiç kimse bilmiyor…”(9) diye açıklar çıplak gerçeği. Daha sonra, lagünün dibinde buldukları deniz kabuğundan ses çıkarılabileceği bilgisini de o verir. Domuzcuğun talimatlarına uyarak ses çıkarmayı başaran Ralph, başlangıçta onu horlayıp küçümsemiş olsa da giderek onun değerini kavramaya başlayacaktır. Deniz kabuğundan çıkan sese doğru gelmeye başlayan diğer çocukların başında Jack Merridew’in ortaya çıkmasıyla birlikte üçüncü roman kahramanıyla tanışmış oluruz. Gümüşle süslü dört köşe şapkalar, gümüş rengi bir haçın işlenmiş olduğu uzun siyah pelerinler giyen, ikişerli sıralar halinde ilerleyen küçük bir ordunun başında çıkagelen Jack’in acımasız karakteri hemen dikkatimizi çeker. Swastika işaretleriyle faşist üniformaları hatırlatan o korkunç giysiler içinde sıcaktan bunalmış çocukların sızlanmalarına aldırmadan onların oturmalarına izin vermez. Sara hastası olduğunu sonradan öğrendiğimiz Simon, baygınlık geçirince nihayet gönülsüzce izin verir. Bellidir ki kilise korosuna ait çocukların lideri olarak eline geçirmiş olduğu yetkeyi, başkalarını ezmek için kullanmaya koşullu küçük bir zorbayla karşı karşıyayızdır.

    Adadan ancak kendi çabalarıyla kurtulabileceklerine inanan Domuzcuk’un önerisi üzerine Ralph, elindeki deniz kabuğunu üşüyerek toplantı çağrısında bulunur. Alınan ilk kararlardan biri, kimin söz alarak konuşabileceğinin belirlenmesidir. Deniz kabuğunu tutan her çocuk konuşma hakkına sahip olacaktır. Sonra sıra alınan kararların yürürlüğe konmasını sağlayacak önder seçimine gelir. Jack seçimin gereksiz, kendisinin doğal başkan olduğunu ileri sürer. Ama geçmişlerinde yüzlerce yıllık bir parlamento geleneği olan çocukların bu bilgilerini unutmaları için henüz vakit çok erkendir. Deniz kabuğundan ses çıkarma becerisiyle küçüklerin ilgisini çeken Ralph başkan seçilir. Böylelikle, herkesin konuşma hakkının olduğu, 42 alınan kararların oy çokluğuyla belirlendiği, yürütme organının olduğu demokratça bir düzenin temelleri adada atılmış olur. Jack’in zorbalığına geçit verilmemiş; ortak kararların değerine inanmayı içselleştirmiş, Ralph şimdilik kazanmıştır.

    Sıra adayı keşfetmeye gelince, Ralph, Jack ve Simon’u yanına alarak kayalara tırmanmaya başlar. Yolda adaya karşı “saldırılarının” (26) ilk denemesini yaparlar. Yollarını kesen bir kayayı yerinden oynatmak için verdikleri çabayı betimlerken Golding’in yaptığı dilsel seçimler, adayı, yapacağı eylemlere istemli olarak karar veren bir canlı olarak algılamamızı sağlar. Kayalar karar verir, ormanlar titrer. “Ayak parmakları”(27) üstünde duran kaya önce direnir sonra atlamaya karar verir.

    Ralph bir gemiyi andıran adayı tümüyle görebildikleri doruk noktasına eriştiklerinde öteki iki çocuğa bakarak “Burası bizim”(27) der. Kendinden önce yazılmış tüm ada edebiyatı kahramanlarının söylemiş olduğu bu tümceyle adayı mülk edinme girişimi de başlamış olur. “Gözleri ışıl ışıl, ağızları açık, bir zafer kazanmanın, egemen olmanın mutluluğunu”(27) tadarlar. “Her şeyin hükümdarı benim” duygusunun şehvetiyle coşar, “dost” olurlar. Sanırım, Laura Mulvey’in(2004) sinema kuramına dayanarak, bakan ve bakılan şey arasında oluşan iktidar ilişkisi bize bu şehvetin psişik nedenlerini açıklayabilir. Bakanın muktedir, bakılanın nesneleştiği bir andır bu. Azra Erhat da “görmek” eyleminin eski Yunancada “ele geçirmek” ile eş anlamlı olduğunu belirtir (bkz. Cemal’ 2013).

    Ancak, mavi çiçekler, pembe kayalar, her rengin oynaştığı denizlerle çevrili bu ıssız ada, onların gelişleriyle derin bir “yara” almıştır. “Ağaç gövdelerini devirdikten sonra sürüklenen uçak, bu yara iziyle deniz kıyısı arasında, bir sıra hindistancevizi ağacından başka bir şey bırakmamıştı[r]” (28).

    Tepeden aşağı inerken sürüngen bitkilere dolanmış bir domuz yavrusunu tam avlamak üzereyken, bir anlık bir tereddüt yüzünden avını elinden kaçıran Jack karar verir. “Bir dahaki sefere acıma nedir bilmeyecekti[r]. ”(31). Ralph ve diğer çocuklar, okulda okudukları Hazine Adası ve Mercan Adası gibi kitaplarda yaşanan serüvenler yaşayabilecekler ve çok “eğleneceklerdir”.

    Buraya kadar R. M. Ballantyne’in Mercan Adası’nın yeniden yazımı ile karşılaştığını sanan okuyucuya ve kendi roman kahramanlarına Golding, oyun oynayarak, tüm beklentilerini acımasızca tersyüz etmeye koyulur. Viktoria dönemi yazarlarından Ballantyne’in öyküsünün, bir mercan adasında Büyük Britanya İmparatorluğunun küçük ölçekli örneğini kuran Ralph, Jack ve Peterkin Gay’in övülesi kahramanlarının tersine, Golding’in aynı adı taşıyan kahramanları adayı tarumar edip, cenneti cehenneme çevirirler.
    Bir süre dost kalmaya çabalayan Ralph ve Jack birbirlerinden giderek kopacaklardır. “Ayrı ayrı yaşantıları olan, ayrı duyguları olan iki kıta”ya (62) benzeyen bu çocukları ayıran, eylemlerini yönlendiren önceliklerdir elbette. Ralph çocukları tekrar yurtlarına kavuşturacak tek çarenin daha önce tırmandıkları dağın tepesinde büyük bir ateş yakmak olduğunda ısrar eder. Üstelik bu ateşi hep canlı tutmanın yolunu bulmak için gerekli önlemler alınmalıdır. Jack ise, kararını çoktan vermiş, avcı olmayı seçmiştir. Çocuklara yiyecek bulmak bahanesi ise “kan” kokusunu duymadan yapamaz hale geldiğini örtbas etmenin en iyi yoludur. Av peşinde koşarken, Domuzcuğun gözlük camı sayesinde yakılabilen ateşin canlı tutulmasını savsakladığı için o sırada yakınlardan geçmekte olan bir geminin dikkatini çekmek fırsatını kaçırmışlardır. Bunun üzerine, öfkeden çılgına dönen Ralph, “Sen ve kan tutkun, Jack Merridew. Sen ve av tutkun! Evimize dönebilirdik” (99) diye onu suçlar. Daha sonra Jack’in etrafında toplanan avcıları azarlar ve adadan kurtulmanın tek yolunun ateş olduğunu bir kez daha vurgular. “Siz avcılar. Bir de gülüyorsunuz. Size diyorum ki, ne kadar çok domuz öldürürseniz öldürün, ateş domuzlardan önemlidir. Bunu anladınız mı hepiniz?”(94) Artık roller belli olmuştur. Ralph kurallar koyup, onların uygulanmasını sağlamak sorumluluğu altında ezilirken, çocukların çoğu, kuralları savsaklayıp hayatı daha eğlenceli hale getiren Jack’in etrafında toplanmaya başlarlar. Onları disiplin altında tutup Ralph’in öncelediği barınak yapma işinde çalıştırmak giderek güçleşir. Oysa hayat, Jack ile birlikte bir karnavala dönüşür. “Kurallarımız olmalı ve bu kurallara uymalıyız. Ne de olsa vahşiler değiliz biz. Biz İngiliziz ve İngilizler her şeyi en iyi biçimde yaparlar” (46) diyen bu çocuğun, hızla vahşi bir çocuğa dönüşmesi, ilk bakışta çelişkili görünse de faşizmin temelinde yatan milliyet aidiyeti ve buna atfedilen üstünlük bizlere Alman nasyonal sosyalizmini anımsatır hemen. Bu sözleri söylerken, ona topluluk içinde simgesel olarak konuşma yetkisini veren şeytan minaresinin, “güzel ve çabuk kırılabilecek” (46) bir şey oluşuna yapılan gönderme, konuşma hakkının özenle korunmadığı takdirde nasıl yok edilebileceğini anımsamamızı sağlar. Daha sonra şeytan minaresinin bizzat Jack’in kabilesine katılmış olan Roger tarafından tuzla buz edilecek olması, faşizmin açık toplumu yok etmeye yönelik karanlık yüzünü sergiler.

    Jack, yüzünü boyayarak, av peşinde koşarken toplumsal kurallar silinir; sadece avcı ile avlanan arasında yaşanan ilkel mücadele kalır. Ormanda avcı ve av her an yer değiştirebilir. Jack bu duyguyu şöyle dile getirir. “Ama sanki sen avlamıyorsun da seni avlıyorlar” (59). Yüzüne sürdüğü boyanın altında utanma ve toplumun koyduğu yasakların baskısı duyulmaz olur. Av sırasında canlı bir varlığı öldürmenin yabansı sevinci neredeyse cinsel bir doyuma denk düşer. Bir keresinde, Jack bıçağını dişi bir domuzun gırtlağına sapladığında, çocukların domuzun üstüne çullanması, avlanma ve cinsel doyum arasındaki ilişkiyi gözler önüne serer. “Çocuklar tüm ağırlıklarıyla, doymuşçasına, üstünde kalırlar” (165). Aralarında en acımasızı olan Roger, odundan mızrağını hayvanın makatına sokunca sahne doruk noktasına ulaşır. Böylelikle toplumsalı düzenleyen her kural, Jack ve kabilesi tarafından ters yüz edilir.

    Karnaval ögelerinin giderek adadaki hayatı ele geçirmesi de Golding’in elinde Jack’in içindeki canavarın gemi azıya almasını betimlemek için elverişli bir yazınsal araç olarak işlev görür. Toplumsalı oluşturan tüm hiyerarşik sıralamanın ters yüz edildiği ve mahrem alana ait bedensel hazların kamusal alana kısa bir süre taşınabilmesine olanak veren Karnaval Yortusu, Hıristiyan kültüründe geçici bir ruhsal boşalma dönemine olanak sağlar. Ancak, yazınsal metinlerde önemli bir taşlama aracı olarak işlev gördüğünü de Bakhtin’in (1984) Rabelais üzerine yaptığı çalışmalarından biliyoruz. Groteskleştirilen ögeler, taşlama ve alaysamanın başlıca aracı olarak kullanılır. Krallar soytarı, soytarılar kral olurken, bedenin örtülmesi üzerine geliştirilen kurallar gevşer, çıplaklık normalleşir; cinsel organlara yapılan vurgu artar. Yüzlere, kimlikleri yok eden, herkesi eşitleyen abartılı maskeler takılır.

    Diğer taraftan Ralph, karnavalın çağrısına bütün gücüyle direnmeye uğraşır. Uygar olmaya dair Batının geliştirdiği bedensel imgeler üzerine tüm “habitus” anlayışı kurulmuş olan Ralph’in, saçlarının uzamış oluşu, bedeninin pislik içinde oluşu, üstelik bundan tiksinti duyması, onu Jack‘ten farklı algılamamıza yardımcı olan metinsel verilerdir. Temizliğin ne olduğuna dair zihninde yerleşmiş olan bilgilere ters düşmek onda uygar adam olmaktan uzak düştüğü korkusu yaratır.

    Kurşuni gömleğini çekiştirdi tiksinircesine; onu yıkamak serüvenine atılıp atılamayacağını düşündü. Ralph ada için bile olağanüstü hissini veren bu sıcak havada, kendine nasıl çekidüzen vereceğini tasarladı. Bir makas bulup, bütün bu saçları (başındaki saç yığınını arkaya doğru attı bu sırada) kesmek isterdi. Bir banyo yapmak isterdi; bu pis saçları, ancak bir parmak kalıncaya kadar kesmek isterdi. Banyo yapmak isterdi, sabunlu, doğru dürüst bir banyo. Bir deney yaparcasına, dilini dişlerine değdirdi; bir diş fırçasının da işe yarayacağına karar verdi. Bir de tırnaklarının durumu vardı (131).

    Nitelikleri sosyokültürel olarak belirlenmiş (“bir parmak uzunluğunda” saçlar, “sabunlu” olmazsa geçerli olmayacak banyo, diş ve tırnak temizliği) bedensel bakım bilgileri, Jack ve kabilesinde sevinçle vaz geçilen sevimsiz zorunluluklardır. Onlar çıplaklıklarından hoşnut, yüzlerindeki boyanın arkasında tüm toplumsal baskılardan özgürleşmiş olarak, kural tanımaz bir güruha isteyerek dönüşürler.

    Bedeni disiplin altına almak için geliştirilen tüm yöntemler, bedenin dışıyla ilgili olduğu kadar bedene hangi ögelerin girmesine izin vereceğimizi de belirler. Ralph adada bol bulunan meyvelere vurgu yaparak, avlanmanın gereksiz yere önemli hale getirilmesine karşı çıkar. Böylelikle, Jack ve arkadaşlarının “et obur” olma eğilimini dengelemeye çalışır umutsuzca. Ralph, uyku ve dışkılama gibi biyolojik gereksinimleri de kontrol altına almak için nerede uyuyacaklarını, nereye tuvaletlerini yapacaklarını kurallara bağlamak için çırpınırken, Jack ve arkadaşları bu sorunu adanın başka bir köşesini kendilerine yurt edinerek aşarlar. Ralph için düzeni korumak tatsız da olsa bir görev olarak algılanırken, çocukların dilinde büyüklerin gözetiminden ve kurallarından uzakta olabilmek anlamına gelen “eğlenme” sözcüğü, Jack ve arkadaşlarının tek tercihleri olarak belirir. Üstelik Jack ile arasında ki bu ayırımın, Ralph, en başından beri farkındadır. Barınak yapma işinde yardım etmeyi sürekli savsaklayan Jack’i azarlayan Ralph’a avlanmanın da iş yapmak anlamına geldiğini söyler Jack. Ralph ise “Ama sen o işten hoşlanıyorsun. Oysa ben…” (61) diye aralarında ki kapanmaz kişilik farkını ortaya koyar kızgınlıkla.

    “Eğlenmek” ise Jack ve arkadaşlarının bir sırığa geçirdikleri domuz başının, yani Sineklerin Tanrısı’nın da tek arzusu olarak ortaya çıkar. Onunla konuştuğu sanrısına kapılan Simon’u uyaran Tanrı, diğer çocuklara katılmazsa başına beklenmedik belalar gelebileceğini söyler sık sık ormana sığınıp yalnız kalmayı seven Simon’a:

    “Haberin olsun öfkeleneceğim. Anladın mı? Seni istemiyorlar. Anladın mı? Biz eğleneceğiz bu adada! Onun için bir haltlar çevirmeye kalkma, benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum yoksa . . . seni yok ederiz. Anladın mı? Jack, Roger, Maurice, Robert, Bill, Domuzcuk ve Ralph. Yok ederiz. Anladın mı?”(176)

    Sineklerin Tanrısıyla konuştuktan sonra sara nöbeti geçiren Simon bir süre baygın kalır. Daha sonra dağın tepesinde durmadan devinen şeyin ne olduğunu anlamak ister. Çocukların “canavar” diye niteledikleri şeyin aslında ölü bir paraşütçü, yani insanın kendisi olduğunu keşfeder. Paraşüt rüzgârda şiştikçe, ölü devinip durur. Sineklerin Tanrısı’nın da dile getirdiği gibi canavar insanın içinde bir yerdedir. “Sen biliyordun, değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun. Sizlere öyle yakın, öyle yakınım ki! Her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun, değil mi?” (175) diyen sesi ona gerçeği fısıldamıştır. Hemcinslerine zulmetmeyi haz almaya dönüştüren insanın içinde büyüyen canavar, her şeyin bozuk gitmesinin nedeni değil midir? O hep uygun anı kollayarak, serpilecek ortamı beklemez mi? Gerçekten de Simon, adı geçen çocuklar tarafından “canavar”ın gerçek niteliğini açıklamak üzereyken öldürülür. Canavarın “bizden başka kimse olmadığını” duymak istemeyeceklerdir. Evet, korkulardan iktidar üretmeyi bilenler için Simon’un vermek istediği bilgi tehlikeli bir bilgidir. Bu bilgiyle dağdan indiğinde, sürek avını bir büyü dansına çevirmiş olan “avcıların” eğlencelerinin ortasına düşer. Dansın coşkusuyla kendinden geçmiş olan çocuklar için insan ve hayvan arasındaki ayırım ortadan kalkmıştır. Simon mızrakların hedefi olurken, oyuna katılanlar arasında ne yazık ki Ralph ve Domuzcuk da vardır. Jack’te belirtilerini gördüğü vahşetin kendinde de olduğunu fark etmek Ralph’i çok ürkütür. Bu bilginin kabul edilemez dehşetiyle sarsılan Ralph’i Domuzcuk teselli etmeye çalışır.

    Bu olay üzerine, “yüksek bir bariyerin farklı taraflarında” (102) olduklarını fark eden Ralph, giderek Jack’ten kopar. Aralarındaki benzemezlik, Jack’in Ralph’in seçimle elde ettiği başkanlık yetkilerine meydan okumasıyla doruk noktasına ulaşır. “Sen ve senin kuralların” diye meydan okur Jack. Bu konuşma bize Foucault’un (1980) iktidarı ayakta tutan gücün yönü hakkında yaptığı saptamaları anımsatır. Güç, yukarıdan aşağı etki etmez. İktidara destek verenler, bu desteği çektikleri anda iktidarda olan da yıkılır. Dolayısıyla Jack, artık başlangıçta uyulan sözleşmeyi bozma hakkını kendinde görüp kendi “kabilesini” kurduğunu ilan edince Ralph ve Domuzcuk ile iki çocuk, artık toplumsal sözleşme koşullarının işlemediği Hobbes’un doğa durumu diye tanımladığı bir cehennemin içine yuvarlanırlar. Ancak adadan kurtulmak için gerekli olan ateş ve ateşi yakmak için kullanılan Domuzcuk’un gözlüğü hâlâ onların elindedir.

    Jack’in kabilesi bir gece, Ralph ve arkadaşlarının yaktığı ateşi çalmakla kalmazlar, Domuzcuk’un tek camı sağlam kalan gözlüğünü de çalarlar. Oysa çalmaya ne gerek vardır? Domuzcuk için anlaşılmaz olan bir şey yapmıştır Jack ve kabilesi. Eğer istemiş olsalardı onlara ateş verebileceklerken neden çalmışlardır? Konuşma ve ikna etmek gibi davranışlar unutulmuş, yerine istediğini kaba güçle elde eden bir güruh gelmiştir. Onlara eskiden nasıl davrandıklarını hatırlatmak gerekir. Ralph belki eski halleriyle, yani yıkanmış ve saçları taranmış olarak, konuşmaya giderlerse onları ikna edebileceklerini düşünür. “Ne de olsa biz vahşi değiliz aslında” (209) der. Domuzcuk da demokrasilerde erki kullanma yetkisini ele geçirenin nasıl davranması gerektiğini şöyle dile getirir:

    Bana bir iyilik yap da gözlüğümü geri ver demiyorum, diyeceğim. Sen güçlüsün diye efendice davranmanı da rica etmiyorum, diyeceğim. Doğru olan doğrudur. Doğruyu yapman için sana bunu söylüyorum diyeceğim. Gözlüğümü bana ver, gözlüğümü bana vermek zorundasın diyeceğim (210)

    Evet, Domuzcuk demokrasilerde eşit bireyler olarak eşit davranış görmenin herkesin hakkı olarak tescil edildiği bir tarihsel anın ürünü olarak konuşur. Berrak zekâsıyla bilir ki demokrasilerde lütuf yapmak diye bir şey yoktur. İktidara gelenlerin belli grupları sevip sevmemeleri önem taşımaz. Demokrasilerde güç sahipleri, kendilerine oy vermemiş olanlara da empatiyle yaklaşır, dertlerine çözüm bulmayı kendilerine görev bilirler.

    Domuzcuktan farklı olarak Ralph, bu tarihsel bilinç düzeyini akıl değil, bedensel düzeyde algılamanın sıkıntısını yaşadığı için konuşurken gereken sözcükleri bulmakta sıkıntı yaşar, böyle anlarda Domuzcuk’un yanında olmasını arzu eder. Domuzcuk, sanki Eflatun’un filozofu gibidir. Ralph’ın yanında kutup yıldızı gibi ona doğru yönü gösterir. Görme olanağını tamamen yitirmesine rağmen, yine de her şeyi tüm berraklığıyla görebilen tek kişi Domuzcuk’tur. Her şeyin kontrolden çıkıp, giderek uygarlığın uzağına düşmekte olduklarını fark eden Domuzcuk, acımasız Roger’in yuvarladığı kaya altında ezilmeden önce onlara son bir kez, uygar olmakla vahşi olmak arasında farkı hatırlatır.

    “Hangisi daha iyi? Sizler gibi yüzü boyalı vahşi sürüsü olmak mı, Ralph gibi akıllı olmak mı?”
    “Hangisi daha iyi? Kurallara yapıp anlaşmak mı yoksa ava çıkıp öldürmek mi?”
    “Hangisi daha iyi? Düzen ve kurtuluş mu, yoksa ava çıkıp her şeyi berbat etmek mi?” (221)

    Domuzcuk, insan aklına duyduğu sonsuz güvenle onların “iyi” ile “kötü” arasındaki farkı ayırabileceklerine sarsılmaz bir biçimde inanır. Çünkü her rasyonel insanın malûl olduğu bir kusuru vardır: kendisinin açıkça gördüğü “hakikatı” başkalarının görmemesi mümkün değildir. Ama Jack tam da Arendt’in (1986) tanımladığı faşist kimlik özelliği ile başka bir “hakikatin” peşinden koşar. Saldırganlık, aç gözlülük, şehvet ve “öteki” olana karşı nefretin egemen olduğu bir dünya ona, “eğlenceli” bir varoluşun tatminini yaşatır.

    Domuzcuk Roger’in yuvarladığı kaya altında elinde şeytan minaresiyle ezilince tek başına kalan Ralph, av olmaktan kaçarken hayvana dönüşür. Yakalanmamak için sürüngen bitkilerin arasında gizlenmeye çalışırken, dünyayı görüş açısı, yerden yirmi santim yukarısıyla sınırlanır. Onu bir domuz yavrusu gibi avlanmaktan son anda kurtaran subaya olan biteni kırık dökük tümcelerle anlatmaya çabalarken, subay, “Biliyorum. Çok hoştu herhalde. Tıpkı Mercan Adası kitabı gibi” (248) diyerek onu dinlemez bile. Ralph sessizce subaya bakar, şimdi kavrulmuş bir odun parçasına dönen o güzelim adayı, Simon’u ve Domuzcuk’u anımsar. Duyduğu keder tüm gövdesini sarar, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Ralph’ın acısı, sadece diğer çocuklara değil, biz okuyuculara da geçer. Biliriz ki Ralph masumiyet döneminin bitişine ağlarken, aslında hiç olmayan bir şeyin yok oluşu için göz yaşı dökmektedir. İnsan yüreğinde çöreklenmiş olan karanlık, masumiyetin orada yurt edinmesine olanak tanımaz. Daha baştan beri sahip olunamayan bir değerin kaybına ağlamak çelişkisi ise bizi derinden etkiler. Biliriz ki subayın arzu nesnesi olarak bakışlarını yönelttiği savaş gemisi, onları yurtlarına geri götüremeyecektir. Çünkü geri dönülecek bir yurt kalmamıştır. Büyüklerin eylemleri de dünyayı tıpkı bu ada gibi kavurup yok etmiştir. Bugün, insanoğlu, son büyük savaşta yaşadığı deneyimlerden ders almak şöyle dursun kıyımlara utanmazca devam ediyor. İşte Kore, işte Vietnam, işte Bosna ve nihayet kan kırmızısına boyanan Orta Doğu. Ve Domuzcuk’un sesi bize dayanılmaz gerçeği bütün çıplaklığıyla söylemeye devam ediyor. “Bizden başka canavar yok belki”.

    Kaynakça:

    Arendt. H. 1986. Origins of Totalitarianism. London: AndreDeutsch.

    Bakhtin. M. 1984. Rabelaisand His World. Çev. HeleneIswolsky. Bloomingsdale: Indiana U P.

    Bourdieu, P. ve R. Johnson. 1993. The Fields of Cultural Production: Essays on Art and Literature. New York: Columbia U P.

    1991. Language and Symbolic Power. Çev. Gino Raymond. Harward: Harward U P.

    Crawford, P. 2002/2012. Politicsand History in William Golding. Columbia: University of Missouri P.

    Foucault, M. 1980. Power/Knowledge: Collected Interviewsand Other Writings 1972-1977. Çev. Collin Gordon. New York: VintageBooks.

    Golding, W . 1954/ 2001. Sineklerin Tanrısı. Çev. Mina Urgan. İstanbul: İş Bankası Yay.

    Mulvey, L. 2004. “Visual Pleasure and Narrative Cinema” LeoBraundy ve Marshall Cohen (haz. İçinde) Film Theory and Criticism. New York: Oxford U. P.

    Pratt, M. L. 1992. Imperial Eyes:Travel Writingand Transculturation. London: Routledge.

    Spitz, D. 1970. “PowerandAuthority: An Interpretation of Golding’s Lord of the Flies”. The Antioch Rewiev, Vol. 30, No 1. ( Spring ) 21-33.

    Weaver- Hightower, R. 2007. Empire Islands. Minneapolis: University of Minnesota P.

     

    #sineklerintanrısı #williamgolding #beelzebub #hazineadası #mercanadası

    #robinsoncrusoe #robinsonade #eflatun #platon #nobel
    romankahramanlari

    admin replied 6 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: admin
“Bizden Başka Canavar Yok”: Sineklerin Tanrısı ya…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now