Roman Kahramanları
Bir Roman Kahramanı Olarak Homeros
-
Bir Roman Kahramanı Olarak Homeros
Bir Roman Kahramanı Olarak Homeros*
Makale Yazarı: Rüstem Aslan
*Bu makale Roman Kahramanları 34.sayıda (Nisan/Haziran 2018) yayımlanmıştır.
Ozanlar ozanı #Homeros.
O olmadan ne #Troia ne de #İlyada var olabilirdi. Peki ama bin yıllardan beridir bir kenti hep canlı tutmayı başaran bu ozan kimdir, nerede, ne zaman yaşamıştır?
#Xenophon bir konuşmasında, #Atina’da #Sokrates’in de aralarında bulunduğu kişilere şu sözleri söyler: “Önemli biri olmam için çaba gösteren babam beni Homeros’u ezberlemem için zorladı. İşte bu nedenle şimdi ben #İlyadaveOdysseia’yı ezberden okuyabilirim. Kim ki iyi bir yönetici, iyi bir konuşmacı, iyi bir komutan, ya da #Akhilleus, #Aias, #Nestor ya da #Odysseus olmak isterse bana gelsin. Çünkü ben hepsinden anlarım”.
Antik dönemde hayatın bütün sorunlarını ve konularını kavramaya yetecek kadar önemli olan bu ozanın hayatı söz konusu olunca iş zorlaşıyor.
Antik dönem kaynakları bu sorulara kesin cevaplar vermekte yetersiz kalıyor. Genel kabul gören kaynaklarda ‘atasözü’ niteliğini almış şu tanım oldukça yaygındır: “Homer caecus fuisse dicitur“, yani Homeros’un kör olduğu söylenir. Ozanın ömrünün ikinci yarısı için geçerli olduğu kabul edilen bu konuyla ilgili geç dönemlerden kalan pek çok yazılı metin de bulunmaktadır. Örneğin Thukydides, Homeros’un o dönemler #Apollon İlahileri adıyla tanınan Homeros’la aynı kişi olduğuna bile inanmıştır. Bu ilahilerin bir yerinde ise “Tozlu Khios’da yaşayan kör ozan / tüm şarkılarıyla gelecek zamanların en büyük övgülerine layık ozan“ dizesi yer almaktadır. M.Ö. 7. yüzyılda yaşayan Amorgoslu Semonides de ozanı Khios adasıyla birlikte anmaktadır. Ele geçen bir fragmente İlyada’ın 6. kitabındaki 146 dizeden aynen alıntı yaparak şunları der “… en güzel sözü Khioslu O ozan söyledi / yapraklar gibi soyların da biri göçer, biri doğar.”
Ozanın nereli olduğu ile ilgili kuşkular, onun ne zaman yaşadığı sorusunda da devam etmektedir. Bütün söylenenler olasılıklardan meydana gelmektedir. Thukydides’in ozanın ne zaman yaşadığına dair bildikleri çok sınırlıdır: “#TroiaSavaşı‘ndan çok çok sonraları yaşamış…“. Herodot ise tarih kitabında “Bana göre Hesiod ve Homeros benden en çok dört yüz yıl önce yaşamışlardır…“ der.
Kısaca söylemek gerekirse Homeros‘un kendi yaşadığı çağdan onunla ilgili elimizde hiçbir yazılı belge bulunmamaktadır. Ozanımız üstüne eldeki belgelerin hepsi kendisinden sonra yazılmıştır. Söz konusu bu belgelerin en eskileri M.Ö.7. ve 6. yüzyıldan kalmadır.
Homer filolojisi araştırmalarının artık kesin olarak verebildiği tarih ise Askralı ozan Hesiod’un M.Ö. 700’lerden önce doğmuş olduğudur. İlyada‘nın ozanından sonraki en eski ve en önemli #Epikurcu şair olan #Hesidos’un babası ise Batı Anadolu’daki Kyme’de doğmuştur. Hesidos kelime hazinesi üzerine yapılan araştırmalar onun İliyada ve Odysseia destanlarını bildiğini kesinleştirmiştir.
Bu konuda, içeriğiyle ilgili oldukça dikkatli olunması gereken bir belge daha bulunmaktadır. Bir tek el yazması olarak bizlere ulaşan bu belge ‘Homeros ve Hesiodos’un Geçmişi ve Yarışmaları’ adını taşımaktadır. Euboia’daki Khalkis kentinde iki ozanın yarışmasını (Bunu Anadolu’daki ozan atışmalarıyla da karşılaştırabiliriz) anlatan elimizdeki bu belge İmparator Hadrian’ın yönetimde olduğu döneme tarihlense de (117-138) el yazmasının kendisi M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Alkidamas’dan kalmadır. Bu belge üzerinde yapılan incelemeler anlatılan hikâyenin tümüyle Alkidamas’ın hayalinden doğmadığı, tam tersine Alkidamas‘ın Heraklit, Theognis, Aristophanes ve Thukydides’den yaptığı alıntıların da gösterdiği gibi eski bir öze sahip olduğunu ortaya koymuştur. Burada adı geçen Aristophanes, Attikalı komedi yazarı Aristophanes değil, yazdığı eleştirel bir Homer metni yaklaşık 195‘lere kadar #İskenderiyeKütüphanesi’nde korunmuş olan Bizanslı Aristophanses‘dir (M.Ö. 257-180).
Hesidos’un Khalkis’de olduğunu kendisinden bilmekteyiz. ‘İşler ve Günler‘deki bir yerde Euboia’daki yarışmadan da söz eder:
“Yalnız Euboia’ya gittim bir kez, Aulis’e, Hani o Akhaların koca bir ordu toplayıp da Kutsal Hellas’tan kızları güzel Troia’ya giderken Denizlerin durulmasını bekledikleri yere. Ordan da Khalkis’e gitmiştim Yiğit Amphidamas’ın yarışlarına katılmaya: Birçok ödüller konmuştu kahraman oğulları. Herkes bilir benim orada Bir yiğitlemeye birinci gelip İki kulplu üç ayak kazandığımı“ (1)
Khalkis’in kralı olan Amphidamas, iki ada hükümdarlığı olan Khalkis ve Eretria arasındaki savaşta ölmüştür. Hesidos ise cenaze töreni oyunlarına, ölen kralın onuruna katılmıştır.
İki ozan arasındaki bu yarışmayı tarihsel bir olay kabul ettiğimizde bile iki ozanın kısa bir zaman dilimi içinde yaşamış oldukları ortaya çıkmaktadır. Modern Homeros araştırmaları çok büyük bir ihtimalle Homeros’un Hesidos’dan çok uzak olmayan bir dönemde (M.Ö. 8. yüzyılda) yaşadığını ortaya koymuştur.
Peki öyleyse farklı zamanlarda yaşadıkları neredeyse kesin olan bu iki ozanı yarıştırıp, yarışı tarımdan söz ederek barışcıl bir görüş savunuyor diye Hesidos’a kazandırmanın anlamı ne olabilir? Pek çok Homeros araştırmacısı gibi Azra Erhat da bu soruya iki şair arasındaki sınıfsal farkın (sınıf felsefesinin) kırsal kökenli olan Hesidos’un, kentsel kökenli (karakterli) olan Homeros ve doğal olarak da İonya’ya karşı zaferi olarak değerlendiriler.
Pek çok Homeros araştırmacısı gibi Azra Erhat da bu soruya iki şair arasındaki sınıfsal farkın (sınıf felsefesinin) kırsal kökenli olan Hesidos’un, kentsel kökenli (karakterli) olan Homeros ve doğal olarak da İonya’ya karşı zaferi olarak değerlendiriler.
Homeros’un hayatı hakkındaki en önemli hikâyelerden bir başkası da Roma imparatorluk döneminden kalma (büyük bir ihtimalle M.S. 1. yüzyıl) ama İonya şivesiyle yazılmış ve okuru, metin yazarının Halikarnaslı Herodot olduğuna inandırmaya çalışan eserdir. Halk için yazılmış izlenimi taşıyan kitap, Homeros’un gezilerini anlatmaktadır. Bazı bölümlerinin kökeni oldukça eskiye giden heksameter kalıbını korumuş olan bu küçük eserde, ozanımız geziler yaparak eskiye ait her şeyi bir araya getirmiştir.
#Helenistik ve #Roma döneminden kalma, Homeros’un hayatını konu alan bu ve buna benzer 7 tane ‘vita’ mevcuttur. Bu yazılı metinler ve Homeros’un yaşadığı dönem arasında 700 yılı aşan bir zaman dilimi vardır. Bu nedenle söz konusu bu hayat hikâyelerinin (vita) kesin tarihsel gerçeklere dayanan biyografiler olarak algılanması doğru değildir. Ancak Homeros uzmanlarının yaptığı çalışmalar bu biyografilerin M.Ö. 3. ve 4. yüzyıla dayandıklarını göstermiştir. Hatta bazı detayların M.Ö. 7. yüzyıla kadar geri gittiği de saptanmıştır. Örneğin Homeros’un doğum yeri. Ozanın İyonya’daki Smyrna’da (İzmir) doğduğu ile ilgili söylence M.Ö. 600’lere kadar geri gidiyor olmalıdır çünkü o dönemlerde en görkemli zamanlarını yaşayan kent, Lidyalı kral Alyattes tarafından yakılıp yıkılmış ve daha sonra da unutulup gitmişti. Homeros’un öldüğü yer olduğu iddia edilen Kikladlardaki Ios adası ile ilgili veriler de Romalı ozan Bakchlides tarafından M.Ö. 5. yüzyıla kadar geri götürülmektedir.
En azından 20 kent Homeros’un ana yurdu olma onuruna sahip çıkmaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi ilk sırada Smyrna yer almaktadır, ama bunun yanı sıra Kyme, Ithaka ya da Atina’nın da isimleri geçmektedir. 20. yüzyılın başlarında ünlü eski çağ filoloğu Wilamowitz Moellendorf bu konuda şöyle demektedir: Homeros ana yurdu olmak için yedi kent birbiriyle yarışmaktadır. En önemli bilgilerinin temel eğitime dayandığı cahiller bile bunu bilmektedir’. Bu amansız mücadeleyi Smyrna’nın neden kazandığını ise şöyle açıklar: İşte böyledir, çünkü Smyrnalı ozan Homeros ya da Homeros varlığı konusunda hiç kuşku kalmamıştır’.
Yeni araştırmalar başka bir sonuç ortaya konmadığı sürece, Homeros’un doğum yeri, Batı Anadolu’daki antik Foça (Phokaia), Smyrna (İzmir’in 8 km. kuzeyinde) ve Değirmendere (Kolophon) arasındaki bölge olarak geçerliliğini koruyacaktır. Belki Milet’e kadar olan kıyı çizgisini de bu alan içinde düşünmek doğru olacaktır.
Homeros’un doğum yerinin coğrafik anlamda yukarıda bölgeler olması gerektiği ile ilgili diğer bir ipucu da ozanın ismidir. Aiolcedeki ‘Homaros’un İonca şivesi ile söylenişi ‘Homeros’ dur. İonya ve Aiolya kavşağında yaşayan ozanın ailesi ozana ‘kefil’ ya da ‘rehin’ anlamına gelen bu ismi vermişlerdir. Aristoteles’den beri ozanın ismi bu anlamla açıklanmaktadır. Böylelikle de ozanın yaşadığı bölge isminden de yola çıkarak coğrafik anlamda yukarıda sınırlarını çizdiğimiz Batı Anadolu’daki İon ve Aiol lehçelerinin iç içe geçtiği bölge ile sınırlandırılabilir.
Yukarda bahsettiğimiz Homeros’un hayat hikayesini anlatan 1. yüzyıla ait metinlerdeki birçok ismin İlyada ve Odysseia’dan alındığı saptanmıştır. Bu da bize yüzlerce yıl sonra da olsa Homeros’un hayat hikâyeleri yazılırken antik dönemdeki daha eski biyografilere ve kaynaklara başvurulduğunu göstermektedir. Bu hayat hikayesinde ozanımızın Smyrna’daki çocukluğu, eğitimi ve usta bir ozan olarak yükselen kariyeri anlatılır. Meles Nehri kıyısında doğduğu için Melesigenes adını alan ozanın ünü öylesine yayılır ki onu dinlemeye gelen Mentes isimli bir denizci Homeros’u gemisine alır ve ozanımız böylece Leukas, Ithaka ve Kolophon’u ziyaret eder.
Hayat hikâyesinin bu bölümünün Odysseia’dan alındığı sadece Ithaka’dan anlaşılmamaktadır. Aynı zamanda birçok başka ismin de aynı destandan alınma olduğu açıkca ortadadır. Homeros Smyrna’ya geri döndükten sonra hem kör hem de büyük bir ozan olur. Daha sonra ise Smyrna’dan Kyme’ye geri dönüp orda ozan olarak geçinmeye çalışır. Homeros adını da orada alır, çünkü o kentte bütün körler o isimle adlandırılmaktadırlar. Buradaki ho-me-horon ‘gözleri görmeyen’den yola çıkılarak yapılan etimolojik açıklama ise tümüyle yalnıştır. Daha sonra ise Homeros şiirlerini kendi şiirleri gibi okuyan sahte bir ozanın peşinden Chios’a gider, orda bir okul kurarak şiirlerini geniş kitlelere yayar, çok ünlü, zengin bir ozan olur ve evlenir. Bu evliliğinden iki kızı olur. Kızlarından biri Chioslu biriyle evlenir, diğeri ise hiç evlenmez. İki destanın büyük bir bölümü de bu dönemde yazılır. Grek anakarasından gelen davetlerle ünü gittikçe yayılır. Ordan da Samos’a uğrayarak Khalkis’e geçer ve oradaki yarışmalara katılır. Bu yarışmalarda daha önce de belirttiğimiz Hesoidos’la karşı karşıya gelir ve yarışmayı kaybeder. Yarışma sonrasında ise Delos adasındaki İyonyalıların Apollon törenine katılır ve orda Tanrılar Ağıdı’nı okur. Oradan ise hayatının sonuna kadar yaşayacağı Ios adasına geçer.
Ancak bu hayat hikayesindeki gerçeklik payı ne kadardır? Anlatılan hikayelerin hangilerine ya da ne kadarına inanabiliriz.
Yukarıda da sıraladığımız nedenlere dayanarak ozanın doğum yerini büyük bir ihtimalle Smyrna olarak kabul edebiliriz. Ozanın hayatının büyük bir bölümünü Chios adasında geçirdiğini de kabul edebiliriz. Daha M.Ö. 7. yüzyıla ait kaynaklarda İlyada’dan alıntı yapılarak ‘Chioslu ozan’ olarak adlandırılmaktadır. Yine aynı zamanda Chios adasındaki ünlü Homeroslular şarkı okulunun kendilerini doğrudan Homeros’un soyuna bağladıkları ve tek amaçlarının ozanın şiirlerini korumak olduğu da bilinmektedir.
Homeros’un Chios adasında ölmesi ise, daha M.Ö. 5. yüzyıl kaynaklarında, yani Bakchylides’de de olduğu gibi, büyük bir ihtimalle eski bir geleneğe dayanmaktadır.
Ozanın körlüğü ise M.Ö. 460’lardan beri yapılmış olan portrelerde görülmektedir. Bu konuda kesin bir şey söylenememekle birlikte körlerin özellikle halk ozanlarının çok geniş ve derin bir hafızaya sahip oldukları da bir gerçektir. Buna en iyi örneği yine Homeros vermektedir. Phaikların ozanı Demodokos da kördür:
“Haberci de geldi, değerli ozan vardı yanında,
Mousa çok severdi bu ozanı,
ona hem iyi şey vermişti, hem kötü şey:
Gözlerinden yoksun etmişti onu,
ama tatlı ezgiyi bağışlamıştı ona“. (2)Gözleri görmeyen ozanların çok etkili oldukları ortada. Bir başka Anadolu ozan Aşık Veysel’i hatırlayalım.
Ancak Homeros’la ilgili sorularımız bunlarla sınırlı kalmıyor.
M.Ö. 2. bin yıla ait öğeleri içinde taşıdığına inanılan İlyada destanı, yüzyıllarca süren bir süreye rağmen nasıl olmuştu da kuşaktan kuşağa geçip Homeros’a kadar ulaşmıştı?
Homeros bu metinleri nasıl yazıya geçirmişti?
Ya sonrası, peki bize nasıl ulaşmıştı bu destanlar?
Modern Homeros araştırmaları bize; İlyada ve Odysseia destanlarının ortaya çıkışları ve şekillenmelerinin yüzyıllarca devam eden sözel bir geleneğe (oral poetry) dayandığını söyler. Troia’nın yakılıp yıkılması ve Odysseus’un yurduna geri dönüş eposları uzun kahramanlık destanlarının sadece bir bölümüydüler. Bu destanların sözel bir temele dayanmış olduğu, Homeros filologları arasında çok büyük bir kesinlikle kabul edilmektedir. Dize ölçülerinin yapısı, bazı sahneler ya da dize grupları bu kahramanlık destanlarının kuşaktan kuşağa geçmesini sağlamıştır. Homeros destanlarındaki bu sözel özelliğin kesinlik kazanmasını Amerikalı Milman Parry‘nin 1920’li yıllarda yaptığı ‘#oralpoetry’ çalışmalarına borçluyuz.
Eski Yugaslavya’daki Sırb-Koart halk eposlarını ele alan söz konusu bu çalışmalarda, Homeros destanlarında olduğu gibi dinleyiciler önünde tüm destan ezberden okunmaktaydı. Bu iki şiir formları arasındaki benzerlik oldukça şaşırtıcı düzeydedir. Homeros destanlarının şiirselliği ve içeriği, Sırb-Koart halk eposlarından karşılaştırılamayacak kadar üstün olmakla beraber, şiirsel form ve sözel anlamda önemli benzerlikleri dikkati çekmiştir. ‘Oral Poetry’ konusunda benzeri çalışmalar Afrika, İrlanda ve Polynesya’da da gerçekleştirilmiş ve benzeri sonuçlar elde edilmiştir. Anadolu destanları üzerine araştırmalar yapmış Yaşar Kemal ise Anadolu’daki yaşayan epik geleneği Homeros’a kadar geri götürüp, kendisinin şahit olduğu iki gün, ezberden destanlar okuyan ozanlardan bahseder.
Homeros destanlarında göze çarpan ilk özellik aynı biçimdeki birçok dize gruplarının sürekli tekrarlandığıdır. Neredeyse dizelerin üçte biri bu tür tekrarlardan meydana gelmektedir. İşte bu değişmez forma sahip söz ve söz grupları destanı okuyan kişiye büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Bu dize grupları kolaylıkla hazır ögeler olarak destanın devamlılık kazanmasında kullanılabilinmekteydi. Ayrıca böylece belirli kişi, doğal çevre ve benzeri ögeler kolaylıkla karekterize edilebilinmekteydi. Örneğin Odysseus ‘çok akıllı, kurnaz’, Akhilleus ‘ayağıtez’, Hektor ‘parıldayan miğferli’dir; Olympos ‘büyük’, İlos ise ‘rüzgarlıdır’, Agamemnon ise ‘halkların çobanı’, her gün doğan şafak ise ‘gül parmak’lıdır. Homeros destanındaki sıfatlar da anlatılan duruma ister uysun ister uymasın kesinlikle değişmezler. Örneğin gemi karaya çekilmiş de olsa çekilmemiş de olsa, her zaman ‘tez gidendir’,gökyüzü ise her zaman ‘yıldızlı’dır.
İşte bu tür kalıplaşmış anlatım tarzları destanı ezberden okuyanlara büyük kolaylık sağlıyordu. Güneşin doğuşu, denizin hali gibi, bir durumu ya da bir kişiyi anlatırken, daha önce belirlenmiş anlatım kalıplarını seçerek, kendisini destanın akışına daha çok verebilmekteydi.
Destanların kuşaktan kuşağa sözel olarak aktarılabilinmesindeki diğer önemli özellik ise Homeros destanlarının ‘heksametron’ denilen altı ölçülü bir vezin kalıbına sahip olmasıdır. Bu kalıp altı kez tekrarlanan ritmik ögelerden meydana gelmektedir. Yani bir ‘heksametron’ oluşturmak için alt ögenin (söz gruplarının) bir uzun hece, iki kısa hece ya da iki kısa hecenin yerine bir uzun hece gelecek şekilde oluşturulmasıdır. Homeros destanlarında altılı vezinin birçok farklı versiyonuna rastlanır. Değiştirilemeyen bu kalıp hem destanların yüzyıllarca değişmeden kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlamış hem de destanları ezbere okuyan ozanların işini kolaylaştırmıştır.
İşte destanların, ozanların bellekleriyle yüceleştiği bir kuşaktan diğer kuşağın ezberine aktarıldığı bu dönemde çok önemli bir şey gerçekleşir:
M.Ö. 800’lerde uzak bölgelerle olan ilişkiler sonucunda yeni bir dönem başlar. Doğu’dan alınan pek çok gelişme Greklerin yaşamında çok büyük değişikliklere yol açar. Söz konusu bu gelişmelerin en önemlisi yazıdır. Antiocheia (Antakya)’ya oldukça yakın Levant bölgesinde (günümüzdeki Al Mina) Grek ve Finikeli tüccarlar, o dönemdeki Akdeniz deniz ticaretinin bir sonucu olarak, uzun zaman bir arada yaşamışlardır. Grek tüccarlar, Al Mina’da Finikelilerin o dönemde yaygın bir şekilde kullandığı yazı tekniklerini çok iyi gözlemlemiş ve bir süre sonra da bu tekniği kopyalamışlardır. Harfler sırasıyla alınmış, alep, bet, gimel, dalet..; alpha, beta, gamma, delta’ya dönüşmüştür. Finikeliler sadece ünsüz harflerle yazmaktadırlar, Grekler bunlara beş sesli harf daha eklemişlerdir. Böylece yeni yapılan harf sistemiyle istenilen her söz, harflerle anlaşılabilecek bir tarzda yeniden aktarılabilecektir. Böylelikle de Avrupa’da halen bir tür Latince versiyonu kullanılan sesli alfabe doğmuştur. M.Ö. 1200’lerde Miken saraylarının yok olmasıyla unutulan ve 400 yıl Greklerin alfabesiz yaşamasına neden olan bu durum ortadan kalkmış ve yüzyıllar sonra Grekler nihayet tekrar alfabeye kavuşmuşlardır.
İşte tam bu dönemde İlyada, kısa bir süre sonra da Odysseia kaleme alınmıştır.
Homeros’u ölümsüz kılan nedenlerin başında da onun yaşadığı zaman dilimi nedeniyle, hem sözel hem de yazılı geleneğe hakim olması yatmaktadır.
İlyada yazıya geçirildikten sonra M.Ö. 7. yüzyılın son çeyreğine kadar Greklerde oldukça büyük bir üne kavuşmuş, o dönemdeki pek çok ozanın eserlerinin ve vazo resimlerinin en önemli konusu olmuştur. Elimizde M. Ö. 8. yüzyıla ait bir İlyada elyazması olmamasına rağmen uzmanlar 7. yüzyılda bu eserin kopyalarının olduğundan neredeyse eminler. İlyada etkisi öylesine büyümüştür ki, M.Ö. 522’den itibaren Atina’da tiran Hipparkos’un emriyle, dört yılda bir yapılan şenliklerde bir ozanlar grubunun İlyada ve Odysseia’yı başından sonuna kadar okuması bir gelenek halini almıştır. Her iki eser de 24 bölüme ayrılmıştır. Bu destanların Atina’daki okullarda ders olarak okutulması ise eserlerin daha fazla sayıda kopyalanmasına neden olmuştur. M.Ö. 4. yüzyılda Atina’daki gelişmiş kitap ticareti de bu eserlerin diğer bölgelere kadar yayılmasını hızlandırmıştır.
İskenderiye’deki kraliyet kütüphanesinde ise, Efesoslu Zenodotus (M.Ö. 300-260) ve Bizanslı Aristophanes (M.Ö. 230-144) ve birçok diğer antik dönem dilbilimcisi tarafından kaleme alınan Homeros araştırmaları gerçekleştirilmiştir. Özellikle de Samothrakeli (Semadirek) Aristarskhos’un yorumlu İlyada’sı eserin sonraki kuşaklara aktarımında önemli rol oynamıştır.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi antik dönemden günümüze kalan eksiksiz bir İlyada elyazması yoktur. Bunun en önemli nedeni ise kopyaların tahta, parşömen ya da papirus gibi kolay yok olabilen malzemelere yazılmış olmasıdır. Ancak günümüze 1500‘den daha fazla fragman kalmıştır. Fragmanların bu kadar çok sayıda olması da Homeros’un antik dönemdeki etkisiyle uyuşmaktadır. Mısır’da bulunan bu fragmanların en eskileri M.Ö. 3. yüzyıla aittirler.
M.S. 4. ve 6. yüzyıla kadar okunmuş birçok yazar, sonraki dönemlerde unutulmuş olmakla beraber, Homeros hiçbir zaman unutulmamıştır. M.S. 9 ve 10. yüzyıllarda Bizans’da eski Grek edebiyatına duyulan ilginin canlanmasına ve Homeros destanlarının orjinal dilde yeniden kopyalanmasına yol açmıştır. Topkapı Sarayı’nda halen bu örneklerden iki tane bulunmaktadır. Bu kopyalarda sadece İlyada değil aynı zamanda kenarlara yazılan yorum ve notlarla eski dönemden kalma İlyada ve Homeros ile ilgili düşünceler de aktarılmış oluyordu. Bu elyazmalarının en iyisi ise Venedik‘deki Bibliotece Marciana’da bulunan Ventus A adıyla anılan elyazmasıdır. Bu tür el yazmalarını temel alarak, Orta Çağ ve Rönesans’ta da pek çok İlyada kopyası yapılmış ve bunlardan 200 tanesi günümüze kadar ulaşmıştır. 1488 yılında Floransa’da Demetrios Khalkondyles tarafından hazırlanan kopyalar iyi yazılmış el yazmalarına dayanmaktadırlar. 18. yüzyıldan sonra ise iyi el yazmaları arasından seçilerek günümüze kadar ulaşan çeviriler gerçekleştirilmiştir.
Homeros İlyada’sının en otantik haliyle günümüze kadar ulaştığını iddia etmek mümkün olmasa da, elimizde Homeros araştırmacılarını memnun edecek kadar, aslına yakın örnekler bulunmaktadır.
Homeros adının ve destanlarının günümüze kadar nasıl geldiğine değindikten sonra, Homeros ile ilgili tüm kaynakların değerlendirlmesi sonrasında onu bir Roman Kahramanı olarak anlatmaya çalışalım.
Bir Roman Kahramanı Olarak Homeros
M.Ö. 8. yüzyılın son dönemi, yani günümüzden yaklaşık 2750 yıl önce. Hep genç kalan tanrılar Olympos dağının zirvesinde yaşamakta. Ege’nin güneşi, ‘bereketli tarlaları‘ ve ‘şarap rengi denizi’ pırıl pırıl parlatmakta. Günlerden bir gün, kuzey İonya’da, belki de Kolophon’la Smyrna arasında bir yerlerde bir çocuk dünyaya açar gözlerini. Hiç kimse onun günün birinde ünlü bir ozan olacağını tahmin edemese de; anne babası ona ‘dilinden bal akan’ anlamına gelen (Melesigenes) bir isim verirler; ama gelin biz ona kısaca Meli diyelim. Büyüdükten sonra ise, ona pek de yakışan ikinci Homeros adı da verilmiştir.
Meli çok yetenekli bir çocuktu. Daha üç yaşında iyi bir şekilde konuşabiliyor, kelimeleri doğru şekilde heceleyebiliyordu. Altı yaşına geldiğinde ise öylesine düzgün heksametron (hece dizesi) kurabiliyordu ki, komşularının şaşkınlıktan ağzı açık kalıyordu. Bunun üzerine anne babası Meli’ye bir lir alır. Bizim yetenekli Meli daha yedi yaşındayken, pek çok destancıya ayak uydurabiliyordu. Tüm bunlar Meli’nin çok hoşuna gidiyordu. Köye ne zaman, kahramanların öykülerini okuyan bir destancı (rapsodici) gelse, küçük Meli anlatılanları büyük bir dikkatle dinliyor; bir gün sonra ise kendi minik liriyle bir önceki günün destanını söyleyebiliyordu, hatta bazen çok daha güzel anlatıyordu. Ancak daha henüz, iyi destancılarla yarışacak seviyede değildi. Bölgenin en iyi destancıları, tüm İyonyalıların biraraya geldikleri ortak kurban şenliklerinde buluşurlardı. Meli, anne babasıyla bu şenliklere giderdi. Küçük destancımız, şenlik kıyafetlerini giyinmiş kadın ve erkeklere hayranlıkla bakar; büyük kükremelerle kurban edilen boğaları izlerdi. Ama şenliklerde en çok hoşuna giden ise, destancıların (rapsodicilerin) yarışmasıydı. Bu yarışmalarda en ünlü destancılar, eski zaman krallarının öykülerini, Herakles’in kahramanlıklarını, Arganotların maceralarını, Thebe için yapılan büyük savaşı, ama öncelikle de Troya Savaşı destanlarını söylerlerdi. Çocuk Meli, tüm söylenen destanları büyük bir hayranlıkla dinler; anlatılanları, ilginç eski dilini, ama aynı zamanda destancıların tekniğini de beynine işlerdi.
Bir gün akşam yemeğinden önce şöylece bir dolaşmaya çıktığında, destancı olarak tanıdığı adamı gördü. Bu kişi oturmuş, dizlerinin üzerinde ise çok uzun bir rulo perşömen, kafası aşağıya eğilmiş bir şekilde sürekli bir şeyler mırıldanıp duruyordu. Yaptığı iş sırasında kendinden geçmiş adama yaklaşan Meli, ‘merhaba’, diyerek konuşmaya başladı: ‘benim adım Meli; ne yapıyorsun, yoksa çok uzun bir mektup mu aldın?’ Destancı gülerek ‘hayır çoçuğum’ dedi ve devam etti; ‚‘bu bir şiir, Naksos’daki kuzenim bana yollamış. Hepsini ezbere öğrenmem lazım. Sen okumasını biliyor musun ki?’
‘Evet’ dedi Meli, ‚Alfa, Beta, Gamma, Delta!..
‘Çok güzel, peki öyleyse şu dizeleri okuyabilir misin’
Meli, yazılara baktı ve dikkatlice okumaya başladı:
‘çünkü o sarışın Polyneikes’e itiraz ederek konuşmaya başladı’. Bu Thebe için yapılan savaşları anlatan bir şiirdi.Dizelerin aynı zamanda yazılabiliyor olması, onun için çok yeni bir şeydi. Akşam yemeğinden sonra tozlu parmaklarıyla birkaç dize yazmaya çalıştı. ‘Ne yapıyorsun sen orda’ diye annesi sorduğunda, ‘dizeler yazıyorum’ diye cevap verdi. Annesi ise, ‘Benim güzel çoçuğum dizeleri niye yazıyorsun ki, dizeler dinlemek için, hiç kimse onları okumak istemez’; deyince, küçük Meli’nin cevabı gecikmez, ‘bunu biliyorum ama, buna rağmen, eğer istenirse dizeler aynı zamanda yazılabiliyor’.
Uzun süre hiçbir şey yazamadı, çünkü yazmak için rulosu yoktu, ama bir destanı yazıyla sabitleştirmek fikri aklından hiç çıkmıyordu; böylece ozan hiçbir yere gitmeden, şiiri kent kent dolaşabilirdi.
On yedi yaşında kendi de destancıların yarışmalarına katılmaya başladı, artık gerçek bir liri de vardı, üstelik bir keresinde ikincilik ödülü bile almıştı. Genç birisi için önemli bir başarıydı bu. İki yıl sonra ise, tekrar başka bir yarışmaya katılmıştı, bu kez ise birincilik ödülünü almıştı. Yaşlı juri üyeleri, kendisinin çok özel bir yeteneğe sahip olduğunu belirttiler. Meli, öylesine akıcı, öylesine heycan verici ve zevkle söylüyordu ki, böylesini uzun yıllardır hiç kimse dinlememişti. Bu genç destanıcının ünü, kısa sürede tüm İyonya kentlerine ulaştı, çünkü dinleyen herkes ona hayran kalıyordu.
Pek çok kentten ve kral saraylarından davetler alıyordu; bu nedenle her yıl öncelikle İyonya olmak üzere, çok daha uzak kentlere yolculuklar yapıyordu. Bir keresinde, özellikle eski zamanarda adayı ve Edremit (Adramytion) körfezindeki pekç ok kenti fetheden Akhilleus’un ve onun komutanı Agammenon’un destanlarının çok sevildiği, çok uzaklardaki Lesbos adasına kadar gitmişti. Meli, Agamemnon ve Akhilleues’un sonucu felaketler getiren kavgası üzerine söylediği uzun destan, çok sevilmekteydi. Gerçi söylediklerini birgün yazıya geçirmeyi düşünüyorsa da, sadece ezberinden okuyordu dizeleri. Dinleyici kitlesi ve kendi keyfine göre, kimi zaman uzun, kimi zaman kısa oluyordu bu ezberden destan okumaları, ama Lesboslular onu her zaman büyük bir coşkuyla karşılıyorlardı.
Günlerden bir gün Mytiline’nin önemli yöneticilerinden biri ona şöyle dedi; ‚‘Her şeyi öylesine şahane bir şekilde anlatıyorsun ki.. Sen hiç İlios’a gitti mi?’ Soru Meli’nin garibine gitmişti: ‘Ne diyorsun sen? Ben, İlios’da? O kadar yaşlı değilim. İlios’un çok eskiden yakılıp yıkıldığını duymadın mı sen?’ Bunun üzerine karşısındaki adam gülerek: ‘Çok doğru, o büyük, görkemli kent artık ortada yok, ama halen o kentin etkileyici harabeleri görülmekte. Orada halen bir Athena Tapınağı ve yeni bir Grek yerleşmesi var, eğer gitmek istersen kalacak bir yer bulursun’ diye cevap verdi. Meli, İlion’u mutlaka ziyaret etmek istediğini söyledi. Bunun üzerine adam, birkaç gün sonra tanıdık bir tüccar arkadaşının Edremit (Adramytion) körfezine doğru yelken açacağını, kendisini de birlikte götürebileceğini söyledi: ‘Onun yelkenlisiyle Assos’a kadar git, oraya çık. İki gün yolculuk sonunda Yukarı Skamander vadisindeki Skepsiz’e ulaşırısın. Orada köklü bir aile var, senin gibi özel bir destancıyı mutlaka misafir edeceklerdir. Skepsis’den iki gün yolculuktan sonra bu sefer Ilios’a varırsın’.
Meli, yardımları için adama çok teşekkür etti. Birkaç gün içinde yolculuk başlamıştı. Assos’a doğru yukarı çıkarken, sağda, bu bölgenin en büyük dağı Gargaros’un zirvesini gördü. Skepsis’de ise çok iyi bir şekilde ağırlandı ve orada birkaç gün konakladı. Skepsis’de yanında kaldığı soylu ailenin soyunun, bir zamanlar Troya’da hükümdarlık yapmış kral Aineais soyundan olduğunu öğrendi: ‘Ne, gerçekten Troya’dan mı? Peki o zaman büyük savaştan önce gerçekten Priamos diye biri var mıydı?’ diye sorular sordu. Sadece kendi aralarından evlenen Aineiaden soyundan olanlar; Priamos’la ittifak yapan atalarının savaşta yer aldığına; Priamos öldükten ve Akhalar buralardan çekip gittikten sonra ise, Troyalıların kralı olduğuna inanırlar.
Meli daha sonra, oradan İlios’a gider ve orada iki, yok yok, üç ay kalır. Bu üç ay onun için büyük bir deneyimdir. İlion’daki halen metrelerce yükseklikte olan harabe kalıntılarına hayran kalmıştır. Rüzgarlı Pergamon’da oturup, kuzeye, Akhaların bin gemileriyle gelip yerleştikleri sahilin olduğu denize doğru günlerce bakar. İçinde pek çok kahramanın öldüğü, renginin kandan kırmızıya döndüğü geniş Skamander Nehri ve ovasını seyreder uzun uzun. Her şey gözlerinin önünde yeniden canlanmamktadır. Çevrede işaret noktası gibi duran birkaç tane mezar tepesi dikkatini çeker; Skamander’in yatağındaki yeşil ağaçları, ılgınları, söğütleri ve kızılcık çiçeklerini görür. İlios’dan, İda Dağı’nın zirvesinin, Tenedos ve Imbros adalarının, hatta Samothrake adasındaki dağ zirvesinin ne kadar açıklıkla görülebildiğini fark eder. Bu zirvede oturmuş, Troya’da olup bitenleri seyreden tanrıları düşünür.
Yeniden bir araya getirmeye başladığı Melidestanları çok iyi gitmektedir. Oldukça beğenilen birkaç saatlik ezberden okumalar dahi yapmıştır.
Olaylar genel olarak şöyle gelişmektedir:
Akhilleus, Agamemnon’un yaptıkları karşısında küser. Annesi Thetis ona hemen savaş alanından ayrılmasını söyler; kendisinin bu arada babası Zeus’la konuşacağını, Zeus’un yardımıyla Troyalıların savaşta üstün duruma geçeceklerini; böylece de Agamemnon’un yaptığı hatayı anlayacağını, söyler kendisine. Zeus, Agamemnon’u İlios’u gördüğü rüyadan bir gün sonra fethettiği, bir rüyayla kandırır. Rüyasına inanan Agamemnon, tüm askerlerini savaş alanına sürer. Ancak işler istediği gibi gitmez, kendisi ve ordusundaki pek çok diğer önemli kahramanlar yaralanır; bunun üzerine Akha ordusu geri çekilir. Önce geri çevirse de, Patroklos’un büyük kahraman kıyafetiyle savaş alanına gitme isteğini sonunda kabul eder. İlk başlarda başarılı olsa da, Patroklos daha sonra Hektor tarafından öldürülür. En yakın dostunun ölümü Akhilleus’u çok üzer. Bu öfke ve üzüntü, küskünlüğü unutturur ve Hektor’u öldürerek arkadaşının intikamını almak için savaş alanına geri döner. Çok zorlu bir çatışma sonrasında Troya’nın koruyucusu, büyük kahraman Hektor’u öldürür. Sonrasında ise amacı kenti ele geçirmektir, ama Alexandros’un (Paris) attığı ok, tanrı Apollon tarafından yönlendirilier ve Akhilleus’u en zayıf yeri olan topoğundan vurur. Böylece aynı gün iki büyük kahraman Hektor ve Akhilleus ölür.
İlios’da kaldığı günler Meli’yi çok mutlu eder, ama yurduna dönme zamanı gelmiştir; yaşlı annesini yeniden görmek ister; babası ise çoktan ölmüştür. Evine vardıktan sonra, büyük destanı üzerinde uzun zaman çalışır. Artık yeteri kadar parası vardır, yazmak için gerekli malzemeleri alır ve destanını yazmaya başlar. Ancak komşu kentlerden gelen davetlere hayır diyemez, iki yıl evinde kaldıktan sonra Samos’a gider. Günlerden bir gün, okuduğu destanıyla dinleyicileri yine büyüledikten sonra, yanına yaşlı bir adam yaklaşır. Kendisini Paphos’lu zengin bir tüccar olarak tanıtan kişi şunları söyler: ‚‘Böyle bir şiiri, ben şimdiye kadar hiç duymadım, büyük bir zevkti. Bizim Kıbrıs’ta çok sayıda kral var, hepsinin de seni dinlemekten zevfk duyacaklarından eminim. Buradaki işlerim bitti, ertesi günü Kıbrıs’a geri dönüyorum. Benimle birlikte gelmek istemez misin? Kıbrıs çok güzel bir ada; bu arada yolumuzun üstündeki Rodos, Lykia gibi ilginç yerleri de ziyaret ederiz. Senin her ihityacını ben sağlayacağım!’
Bu konuda, içeriğiyle ilgili oldukça dikkatli olunması gereken bir belge daha bulunmaktadır. Bir tek el yazması olarak bizlere ulaşan bu belge ‘Homeros ve Hesiodos’un Geçmişi ve Yarışmaları’ adını taşımaktadır. Euboia’daki Khalkis kentinde iki ozanın yarışmasını (Bunu Anadolu’daki ozan atışmalarıyla da karşılaştırabiliriz) anlatan elimizdeki bu belge İmparator Hadrian’ın yönetimde olduğu döneme tarihlense de (117-138) el yazmasının kendisi M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Alkidamas’dan kalmadır. Bu belge üzerinde yapılan incelemeler anlatılan hikâyenin tümüyle Alkidamas’ın hayalinden doğmadığı, tam tersine Alkidamas‘ın Heraklit, Theognis, Aristophanes ve Thukydides’den yaptığı alıntıların da gösterdiği gibi eski bir öze sahip olduğunu ortaya koymuştur. Burada adı geçen Aristophanes, Attikalı komedi yazarı Aristophanes değil, yazdığı eleştirel bir Homer metni yaklaşık 195‘lere kadar #İskenderiyeKütüphanesi’nde korunmuş olan Bizanslı Aristophanses‘dir (M.Ö. 257-180).
Kos Adası’ndan Rodos’a geçti ve orada birkaç gün kaldı. Meli, adada bir destancı (rapsodici) ile tanıştı. Adalı olan destancı ona Rodos destanlarını anlattı. Yerleşmenin Herakles’in oğlu Tlepolemos tarafından kuruluşunu ve onun Zeus’un oğlu Sarpedon’a karşı Lykia’ya saldırısı sırasında nasıl öldüğü öyküsünü anlattıktan sonra, şuları söyledi:
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.