Roman Kahramanları
Beckett’in Fotoğrafı
-
Beckett’in Fotoğrafı
Beckett’in Fotoğrafı*
Makale Yazarı: Leyla Erbil
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak / Mart 2010, 1. sayıda yayımlanmıştır.
#beckett’in fotoğrafını karşı duvara astım.. 60larında olmalı.
bakışıma göre günün her saniyesinde, her dakikasında değişiyor beckett.
bakışım da ışığa göre değişiyor.
ışıksa güne, iklime göre.
#gözüm, #ışık, #iklim, beckett’in fotoğrafı bir araya gelince sayısız şeyler çıkıyor ortaya. şeyler:fotoğraf dedim ama bir dergiden kesilmiş bu; derginin de tam sayfasını değil yarım sayfasını kapsayan yarım yüzü var beckett’in burada. sadece sol yanını görüyoruz yüzün. sayfanın öteki yarısını imzası kaplıyor. fotoğrafı #lütfüözkök çekmiş sanırım? beckett gür saçlı bir adam. saç telleri kalın, dayanıklı. ölene kadar dayandılar; kel olmadı. kısaca eski usul kestirir saçlarını. aynı berbere gider sürekli.. hiç konuşmadan oturur sıradan bir adam gibi bekler. #berber onun ne istediğini bilerek vurur makası; şu dünyada hiçbir şeyden memnun olmayan adam, berberinden memnundur..
şimdi alından aşağı doğru yürüyelim, kulağın üst yarısı!. kulağın üst yarısı göz hizasının yukarısında kalıyor. bir başka fotoğrafında; – bir kitabının arka kapağındadır o fotoğraf- kulak #midas’ın kulağına benzemiş. bu gönderme #yahudi kökenli olduğuna işaret ediyor. kaşlara doğru yürü, gözü azıcık kapatacak kadar inik kaşlar ama pek sert değil; belki berber onları da kesiyordur arada bir. giderek burun ve kulak kıllarını da yakıyor olabilir. bu da aralarında #sır olarak kalıyordur berberiyle. göz. ben şu yazıyı yazdığım saatlerde açıkca görülüyor ve tam benim gözbebeğimin içine bakıyor dik, delici… burnu düzgün uzunca, tabii gene yarım burun, yüz söbe, yanaklar kırışmaya başlamış, dudak kıyısında çukurumsuluk yaratan o tebessümsü #kımı duraksatıyor insanı. yüzün paralelini kim kesip atmış, özkök mü? yoksa beckett’mi kes at şunun yarısını mı demiş; öteki yanı bu yan kadar güzel değil mi?
ama bu yarım yüz sanatına pek bi yakışıyor beckett’in; yarım yaşamaya göndermeye de bulunuyor belki; beyninin içinden geçenleri kim çözebilmiş ki…
sabahları kalkar kalkmaz onun asılı durduğu odaya gidiyorum. bazen yüz hiç görülmüyor. yarım yüzü ve imzayı kapsayan durmadan toplaşıp dağılan sisler, puslar, bulutlar, saka kuşları, maymunlar oynaşıyor yüzünde. öğlene doğru, kasırganın ortasından fırlayan mavi can eriği bir bakış yapışıverir üstüme. nazar boncuğunu da andıran bu bakıştan pek hoşnutumdur.
#güvenç’inse (eşimdir kendisi), duvardaki dumandan, kasırgadan, plajdan, kum fırtınasından haberi yok. sadece #pomer görüyor her şeyi, pomer de konuşamıyor! kendisini dışarıya çıkaramadığım tüm zamanlarda fotoğrafın altına kıvrılıp uyuyor ve bekliyor; kimi mi, beckett’i bekliyor elbette; arada bir kuyruğunu tak tak tak duvara üç kez vurup gene dalıyor.
güvenç beckett’i bir gün fark edecek mi diye her odama girişinde gözetliyorum onu; yoo; sadece bir gün, duvara #nazarboncuğu yapıştırmak da nereden aklına geldi?, dedi! beckett, her önüne gelene göstermiyor kendini demek ki; sadece benimle konuşuyor. ötekilere ona bakana göre o an değişiyor; boş duvar, kara zaman, hendek, uçurum anafor, yok oluyor.
bazen karşısındaki koltukta oturur beckett okurum ona. kımıldamadan dinler; pomer de dinler; kuyruğunu duvara taklamadan dinler.
bu fotoğrafı izlemekten yorgun düştüğüm olur. Her dakika bu odada oturup izleyemem onu; başka işlerim, sorumluluklarım var benim. bir ev kadınıyım ben; tarihi rolümün, eşime hizmet etmek olduğunu bilirim. o dışarıda ben içeride #kutsalevlilik sözleşmesinin sadık tarafları olarak çalışmak zorundayız. neden mi zorundayız aç kalmamak için elbette. gerçi çocuklarımızı aynen bizim gibi yetiştirdik okuttuk evlendirdik ama hâlâ #emekli olamıyor eşim. geçinemeyiz emekli maaşınla çünkü.
nereden nasıl girdiyse içime bir komut beckett’den çaldığım tüm zamanlarımı sadece güvenç’e ayırmamı söylemiş bulunuyor. haklı! güvenç de dışarıda gönül eğlendirmiyor tabii; bütün gün gümrükte ayak üstü çalışıyor. kolay değil, aç bavul, kapa bavul arar tarar durur.
ne çıkarsa kısmetine esrar da bulur, orgazmlı don da, markalı çantalar, giysiler, gelinlikler de. ülkemize islamcı hükümet geldiğinden bu yana, kızlarda gelin olmak tutkusu çığırından çıktı; evleneceği adamla değil giyeceği gelinliğin markasıyla, takılacak altınların kilosuyla yaşıyor oldular. oysa öyle miydik biz; bizim için #gelinlikgiymek #alaturka bir şeydi. nikah kıyafetiyle sade bir biçimde evlenir girerdik gerdeğe. bunlar #görgüsüz, doymaz, paragöz takımı…
gene de eşimi beckett’le aldatırım sayılır; ruhu bile duymaz. yolcu bavuluna el sokup çıkarmaktan bitkin düşmüştür eve döndüğünde. bir defasında #mektup bavulu bulmuştu; mektuplara pek düşkündür zaten, beni de durmadan mektuplar yazarak kandırdı… bir kadının elinde koca bir bavul gördü müydü, aç bakalım der, #gümrük! tıka basa mektup dolusu bir bavul! bi tomarını çalar getirir eve. okuruz: sıradan insanların tutkuları; kıytırık duygular, özlemler, hırslar, aşklar, ayıp sevişme sözcükleri, büyüklenmeler, tanrıya inanç, tanrıya isyan ne ararsan var içinde. çok zevklenir okudukca. zavallı kadın inanıyor ha! diye hayıflandığı olur. bazen de anasının gözü karı kandırıyor herifi be! diye bağırır bana doğru, ödümü koparır! mektuplar dışında hayat heyecanı var sayılmaz.
eşim gittikten sonra mektuplardan birini çeker okurum beckett’e. güler; öyle bir güler ki fotoğrafı yırtıp içinden çıkıverecek sanırım; fotoğraf kabarır, iner çıkar, yüz kat kat, ağız açık kahkayla dolar canavarlaşır neredeyse, golemleşir, gerçi ben de gülerken çok çirkin olurum; annem ağzını kapa da gül çarpuk dişlerinle, gırtlağın görünüyor! derdi. ağzı kapalı nasıl gülünür ki? sol eliyle ağzını örter “hıhıhıhh!,” işte böyle kibar kibar! derdi. ama artık annem yok ben de gırtlağımı yırtana dek gülerim. bu mektuplar beckett’in de benim de ortak yanımızı çıkardı ortaya; ikimizin de inanmadığı her şey yüceltilmiştir onlarda.. çoğu “ölünceye kadar seninim”le son bulur. “sen olmasan ben bir hiçim” “sensiz dünya bana haram” lafları da bol bol geçer. “#çiftleşme”! der beckett bu sıradan insanların aşk dediği şeye: “çiftleşme” ve gözlerimizden yaş gelir gülmekten.
evet, işi çok zordur eşimin. aslında sessiz bir adamcağızdır; pek konuşmaz, öksürmez, hapşurmaz, yürürken hiç ses işitilmez; sık sık #yetim olduğunu anımsatır bana; yemek yerken iyi pişmemiş bu yemek, tuzu şeyi eksik bu yemeğin tadı yok der sadece, gene yer, tüm konuşması bu kadardır. bir de çok yorgunum, der, horlar.
yakınmıyorum eşimden. orta sınıfın bunaltıları yok değil üzerimizde ama beckett’im var benim. beckett’im ve kitaplarım; onlar olmasa dayanabilir miydim bu alık herife bilemem. şu şarlatan hayatın karşıma çıkardığı tüm engellerine karşın ayaktayım yıkılmadım, dertlerimle baş başayım evet tıppı tıppına böyleyim. şimdi bakın, hasta ziyaretleri, cenaze töreni, vergi kuyruğu hep benim üstümde arabesk bir yaşam mı ne desem bilmem… gelgelim, iki elim kanda olsa yalnız bırakmam beckett’i; eve döner dönmez ilk iş ona koşarım. bazen beni görünce dolunayın durgun bir göle vuran gümüşi pırıltılarıyla kulaklarımda #ayışığısonatı seyrederim onu, giderek sanki suyun içinden doğan ve göğe ağan yepyeni bir güneş olur; o vakit #carlnielsen’in #heliosuvertürü dalgalanır ortada. ah! ağır ağır, suları aka aka yükselen ayın gelip duvarıma yapışmasıyla, duvarda göz kamaştırıcı “parlak” “pasparlak” oluşu…
gerçi beckett’in ressamlarının başında #caspardavid’in geldiğini bilirim ama işte böyledir o.
istemediğim çatık bir yüzle karşılaştığım da olur; ne ışık ne gölge, başımı sağa sola çekerek ışığı ayarlar, düzeltirim ifadesini, ama ne yapsa ondan cayamam; o benim eşimden önceki ilk sevdam diyebilirim sizlere? yoo, yooo, diyemem. ilkinden sonra kimseye sevdalanmadım ben; ilki yazar mazar değildi zaten; genç bir stajyer kaptandı. #othello’yu andıran. birbirimizi görür görmez “çiftleşmek” istemiştik onunla! ama olmadı kavuşamamanın çiftleşememenin kara sevdasıydı bizimkisi; kimbilir nerelerdedir o stajyer othello, kimbilir!
ikincisi bu beckett. ama bununla ilişkim bambaşka. biliyorsunuz.. cismani sayılmaz pek. ara sıra ikimiz de birbirimize cinsel erikler fırlatsak da sayılmaz. çünkü ikimiz de surrealistlere bayılırız.
uzun süreler dışarıda kalmam gerektiğinde artık benim dönüşümden umudu kesince nasıldır diye meraka kapılır, dış kapıyı anahtarla sessizce açar eve girer dalıveririm odasına beckett’in. bensiz halindeyken, normal yaşamındayken yakalamak isterim onu ama yakalayamam. o anda yüzü hiç görünmüyordur; arap bir fotoğraf asılıdır duvarda; pomer ayak sesime huylanır, kuyruğunu üç kez duvara vurur, başını kaldırır yabancı bir insana bakar gibi süzer beni, sonra başını sağa sola uzatıp gene kıvrılır dibine duvarın. bu ikisi bazen #vladimir’le #estragon’dur derim. o zaman ben kimim?
işte böyle halkla ilişkilerdeki tatsız zorluklara karşın bıkıp usanmadan yıllardır eşim olan bir adama bakıyorum; kasaba, anahtarcıya, çorapçıya, bankaya uğruyor, telefon faturalarını ödüyorum; günün büyük bölümü akşama gelecek o adamı memnun etmek adına ıstanbul’un çarpuk çurpuk, inişli çıkışlı sokak aralarına tırmanıp, evin gereksinimine göre #damgapulu, #tuzruhu, #pompa, #tıkaç aç, #saçboyası, #tozbezi, #ampul arıyorum.. fakat hiç memnun kalmıyor eşim içinden, kendin için yapıyorsun her şeyi benim için değil! dediğini duyar gibiyim. ayrıca hiç gülmüyor, bugün yorulmadım; az yolcu vardı demiyor, gel seninle şöyle bir çıkalım gezelim demiyor, sen nasılsın günün nasıl geçti demiyor. #kapıcı parasını unutmadın değil mi, gazete parasını ödedin mi, yemekte ne var, gene mi kitap aldın, yorgunum der…
bu konuşmalar içeride, salonda geçiyor; beckett işitemiyor iyi ki… işitse gözünden düşeriz bir anda görünmez oluverir belki; neden benim gibi ahmak görünüşlü gümrük memuru bir kocaya saçını sürpürge etmiş bir kadının evinin duvarına asılmış olduğuna da şaşıyordur eminim. o, #watt’ın #erskine‘e baktığı gibi bakıyordur bana: erskine’in yatay ve dikey koşuşturmalarıyla çember çizmesini kollayan watt gibi! bense sadece yatay koşuşturuyorum evin içinde. gözünün yarısıyla, dudağının yarısıyla, burnunun yarısıyla duvara gerili beni kollamaya tutsak ettim onu orada öylece isa gibi ya uh olsun… fakat, onun oyunlarından birinin provasında çekilmiş çok #erkeksi bir fotoğrafı da vardır bende. gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıvamış, güçlü kalın hafif tüylü ve uzun kolları beni iki kez sarar; beden, sırt hafif bir eğimle bir yere dayanmış, pantolunu kemerli, karnı dümdüz, tüm gövde ve yüz kösnüyle şahlanmış bir fotoğraf… sanki sahne provasında değil de birazdan koynuna atılacağı bir kadına -bana- bakıyor. bana mı! ama o sadece yazarım benim; #logos’um, #alef’im! ah, evet biliyorum tanınan ve tanıyan olarak iki eşitsiz uçtayız biz, fakat o benim doğam diyorum size; o yüzden ona aşık olamam çünkü ben de tanıyan olarak birleşemez iki uçtan biri olduğumu bilenim; benim kahramanım, “alef”im, “logos”um, doğam da benden başkası olamaz. evet evet, çok iyi biliyorum; ecüş bücüş, ufacık tefecik, kıçı yere yakın, ahmak suratlı bir gümrükçü karısıyım ama anlayışın gizli iradesi bende.
sokağa çıktım. döndüm. küçük odada üstümü çıkardım. terliklerimi giydim akşam üst kattaki memduh beyle karısı gelecekmiş. onlara gözen pastanesinden çukulatalı piramitler aldım, kolları sıvadım, tereyağlı çöreklerden yoğurdum. fırına attım. gene korkunç sıkıcı bir akşam geliyor. sıkıcı da laf mı #boğucu, yavan…
beckett’e bir göz atıp sokaktan döndüğümü haber verdim. pomer kalkıp gerindi yemek ve dışkılama saati geldi. işim bitsin seni çıkaracağım bekle, dedim.
bir yorgunluk kahvesi yaptım kendime. bu saatleri severim. beckett’le baş başa geçecek saatleri. beckett’in karşısına geçtim oturdum. ne okusam ona… #godot’dan bıkmıştır… başladım yüksek sesle adlandırılamayan’ı okumaya. sözcükler, sözcükler, sözcükler… tanrım, hayata onca kafa yorduktan sonra kadınlara ayıracak vakti oldu muydu bu adamın acaba? sorsam değişir şu tatlı yüz… eşiyle nasıl yatarlardı, nasıl öpüşürlerdi, dudaklarının yanakla bitiştiği nokta… karısı orayı öper miydi acaba, alt dudak üst dudağa göre epeyi kalın ama arap dudağı gibi de değil. nasıl sözcükler dökülürdü ağzından eşiyle birleşirken kimbilir; yoksa kaçar mıydı kadından, kaba saba, yontulmamış adamlar gibi, malone ölürken seninle mi uğraşacağım, kapat çeneni… mi derdi? alın çizgileri ne güzel; ölümlü olanın kötülüğüyle, zavallılığıyla, hiçliğiyle kaynaşmış çizgiler. savaşa girmiş, nobel almış beckett, ama tiksinmiş o paradan dağıtıvermiş paraları nobel karşıtlarına… böyle bir yazar! ah beckett! sonsuza dek doğam kalacaksın benim!
gözlerini bana dikip anlamaya çalışıyor beni; oturup #kahve içmem de tuhafına gidiyor olmalı. görevlerimin ne olduğunu merak etse de sormaz biliyorum. insanlara yok hiç güveni; insanlığın güzel günlerinin gelmediğini bu insanların henüz insan olmadığını çok iyi biliyor… senin edebiyatın, diyorum, senin kuşağın geçmişin olaylarını, anılarını bir anlatının içine sığdırarak yazarken sen onları nasıl öyle paramparça, baş aşağı ettin!, sanki bu çağa ait bir adam değilmişin gibi!
dışarıdan yoğun bir ezan sesi içeriyi kapladı, ezan sona erene kadar pomar uludu. ardından gene kuyruğunu tak tak tak diye duvara vurdu üç kez. eh bir sen eksiktin!, baba, oğul, #ruhülkudüs kesildin başıma dedim bağırarak. dediğimi beğenerek beckett’e baktım dudağının yanağıyla bitiştiği yerdeki ufak çukur oluştu gene. öpücük çukuru… anlıyor beni o; 1930’larda doğmuş türkiye gibi tarihi olan bir cumhuriyetin ilk yıllarında büyümüş, ardından gelen siyasetcilerin tümünün ilkel yönetimleriyle çatışan bir topluma ait kadını mutlaka anlıyor… çünkü o da #kökensiz, #ülkesiz, #redci, #bağsız bir adam! gene de benim gibi evine zembille öte beri taşıdığını biliyorum.
evet anlıyor beni, eşimle beni, bizim yemeğimizle, pomer’in yemeği ve yemeğin pomer’i ve yemeğin eşiyle bizim bizimi nasıl boyunduruk altına aldığını anlıyor olmalı ve ben kahve fincanımı elimden bırakıp biliyor musun kitaplarının içinde en çarpıcı bitirişin #molloy’un son cümlesiydi, diyorum arsız arsız… bir yandan da onun türk kahvesi içip içmediğini, şeker kullanıp kullanmadığını -hayır kullanmıyordur- düşünmek zorunda kalıyorum… ben neden her şeyi düşünmek zorunda kaldığımı bilmeden zorunda kalıyorum. beckett’in karısı da böyle miydi, yazılanların dışındaki asıl hayatlarında nasıldılar? aldattılar mı birbirlerini… ne zordur beckett’le yaşamak kimbilir ama onları birbirine bağlayan bizim bilemeyeceğimiz bir şey vardı; vardı, evet, ikisi de küçücükken “sepher yetsira”yı ezberlemiştiler! evet evet aralarındaki çözülmez tek bağ “#sepheryetsira” olmuştur onların. gerçi adam o kitabı çocukluğunun labirentine gömüp unuttursa da kendine, unutamamıştır…
sonra, #descartes, #bergson, #heiddeger, #sartre, #levıstrauss ve #derrida beyninde dört dönmüş olmalı?… fakat gene de içinde #golem’lik de yok muydu beckett’in? zalim olması, tanrının yerine geçmesi için gerekliydi golem’lik! tanrının insanlara karşı ne kadar gaddar olduğuna karar verdiği an, tanrının var olmadığını da anlamıştı. bu yüzden beckett’in kendi kendine hayatı yeniden yaratması gerekiyordu…
işte kafamdan şu anda geçeni okumuş gibi kırışıklarını çoğaltıyor beckett. yarım yüzyıl yaşlanıyor her saniyede, bu yarı yüzyıl öyle bir koşu tutturmuş ki her an başka bir adama dönüşüyor; yaşlılığın gözümün önünde bu denli çabuk ve yoğunlukla ilerlemesi, bunamayla karışması ve zamanın iskeletiyle çukurun dibine doğru düşerek görünmez oluşunu seyrediyorum bir anda… birden düştüğü hendekten, uçurumdan, abis’ten sesleniyor “#leylâ beni kurtar, ölmek istemiyorum”! kulaklarıma inanamıyorum sevinçten!, sesleniyor, o bana sesleniyor adımla! ölmeyeceksin diye haykırarak çılgına dönecekken, yıllar önce paris’te bir arkadaşımın, işte senin beckett şimdi şu gördüğün hastanede yatıyor, deyişini anımsıyorum. hadi ziyaretine gidelim, diyorum. koymazlar yanına! diyor, koysalar da tanımaz ki bizi!..
bunca yıl sonra sesleniyor bana beckett ne garip!, ölmek istemiyorum diye sesleniyor. dehşet dakikalarından sonra kendime geliyorum keşke o gün arkadaşımı dinlemeseydim tek başıma dalsaydım hastaneye. hastane mi huzur evi miydi yoksa… birkaç katlı eski taş bir binaydı. bana bu adamın bir ufacık odada, içinde karyolası ve tek bir sandalyesi olan çıplak bir odada sadece sandalyeyle karşı karşıya can çekişip ölmesi olanaksız geliyor! parası yetmedi mi? keşke #nobeledebiyatödülü dolarlarını alıp şu kötü günlere saklasa mıydı? saklasa ne olacaktı ki; şık bir hastane odasında can vermekle burada vermenin ne ayrımı olabilir. insan tek başına can verir. belki de ölmek için özellikle seçmişti bu yeri…? neyse ki ölmeden tükürmüştü kitaplarında içine yedi günde yaratılan bu dünyanın! benim de, sizlerin de yerine; neyse ki!
beckett’i unutup akşam yemeği için hazırlığa geçmem gerektiğini bir şey emrediyor gene bana… aslında güvenç’in bir şey beklediği yok benden ama komut başka derin bir yerlerden geliyor; ah, o görünmeyen ve bana durmadan şunları, şunları yapmak senin görevin komutunu vererek rahatımı kaçıran şeyin ne ya da kim olduğunu bir bilsem! hayatımı altüst, tersyüz, zehir zıkkım eden, içime acımayı sokan, acımayı ve hıncı birlikte sokan, yardım etmeyi ve yıkımı birlikte sokmuş olan o şeyi bir bulsam!
memduh beyler gitti. onlara #candanerçetin’in okuduğu disketi koydum, sesi sonuna kadar açıp bağırttım da “darıldın mı cicim bana/ hiç bakmıyorsun bu yana” çabuk gitsinler diye hemen çayla pastayı servis ettim. güvenç bu şarkı da nereden çıktı dedi, aa ben bayılıyorum bu nostaljiklere yeni aldım, dedim. kapa şunun sesini dedi, kapamam sen istediğini çalıyorken kapıyor musun ki, dedim. #memduhbey çalsın çalsın güvenç bey diyerek eski bir #yunanlı gibi fırladı yerinden, ben pek severim, bunlar meyhane müziğidir, diye oynamaya başladı bir yandan da. gel saynur sen de karşıma geç, demesiyle karısı da fırladı o da koca memelerini hoplatarak eşlik etti memduh beye. güvenç şaşkın ben kahkahlar içinde el çırpıp eğlendim.
eşim horluyor şimdi. beni uyku tutmadı, sessizce kalkıp beckett’e bir daha göz attım.
fotoğrafın yeri boş. başımı sağa sola eğip bekliyorum yok! yaklaşıyorum uzaklaşıyorum, ne ayışığı sonatı ne güneş sonatı giriyor kulaklarıma. ışığı yakıp söndürüyorum ikisi de yok olmuşlar! bay beckett, bay beckett! pomer, pomer neredesiniz! çıkıyorum odadan, koridorda pomer’in ıslak ayak izleri! pomer’i bu akşam unuttum ben! dönmeyecektir beckett asla dönmeyecektir; dönmez! gittiler!
hem bu köpek benim miydi? bu köpek “#pomeranian” beckett’in köpeği değil miydi?
haziran. 2009#beckettinfotoğrafı #gümrükmemurununkarısı #anlayışıngizliiradesi #yorgunlukkahvesi #öpücükçukuru #kadın #beckettinkarısı #leylaerbil #beckett
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.