Aziz Nesin’in Özyaşamöyküsü: İki Yangın Arasında Türkiye
-
Aziz Nesin’in Özyaşamöyküsü: İki Yangın Arasında Türkiye
Aziz Nesin’in Özyaşamöyküsü: İki Yangın Arasında Türkiye*
Makale Yazarı: Cemal Dindar
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin Ocak/Mart 2018 tarihli 33. sayısında yayımlanmıştır.
I
Anacıl Özİki yangının paranteze aldığı bir ömür.
İki yangının paranteze aldığı bir cumhuriyet.
İlki İstanbul’da, Kasımpaşa’nın üstünde, Yeniçeşme’de. Şimdi Kulaksız’dan Okmeydanı’na çıkan Fatih Sultan Mehmet Caddesi üzerinde bir çeşme durağı var. Orası olmalı. “Dünyaya gözümü yangınla açtım. İlk anım, kapkaranlık gökyüzünü kaplamış o kıpkızıl alevlerdir. Ondan öncesini hiç anımsamıyorum. Ama o ilk anı da, bütün ayrıntılarıyla belleğime çakılıp kaldı.”(1) Aziz Nesin “Yıl 1919,1920 olacak” dediğine ve kendisi 1915 doğumlu olduğuna göre dört-beş yaşlarında:
“Onsekiz yaşındaki annemin o yangından kurtarabildiği, iki çocuğuyla Kuran, dikiş makinesi, bir de oturaktı…
Bütün bu olanlar, beni hiç korkutmadı; bir gece şenliğindeymişiz, bir bayram eğlencesindeymişiz gibi geldi bana, belleğimde öylece kaldı.
Sokak kapısından sonra, film kopuyor. Sokak kapısıyla mezarlık arasında neler geçtiğini hiç bilmiyorum, ansımıyorum.
Ertesi sabah uyandığımda mezarlıktaydık. Geceyi orada açıkta geçirmişiz. Mezarlık, yangından kurtarılmış yoksul ev eşyalarıyla, şaşırmış insanlarla, ağlaşan çocuklarla doluydu.
Kardeşim, mezarlıktaki iki selvi ağacı arasına ipleri gerilmiş bir salıncakta yatıyordu.
Evimizin yandığı yerin, Kasımpaşa’nın üstündeki “Yeniçeşme” denilen yer olduğunu çok sonraları öğrendim. Yıllarca konuşuldu, kiracı olarak oturduğumuz evlerde: ‘Yeniçeşme’de bizim de bir evimiz vardı.’
Yıl, 1919, 1920 olacak… Babam yok ortalarda. O, çok daha önceleri Anadolu’ya gitmiş, bizi öyle bırakıp… Anadolu’da Kurtuluş Savaşı var.”(2)
Bir aile, evinden oluyor ve yıllarca, yine onun artık bu derdi çocuk yaşta eğlenceye dönüştürmüşlüğünü duyuran ifadesiyle “Araba gidiyor tıngır mıngır.” Bu ifadede yoğunlaşan ne mi? Öncelikle bir şehri Kasımpaşa’dan Süleymaniye’ye, sonra Heğbeliada’ya, Mevlanakapı’ya kateden göç yolları var. Bir de bir annenin sevdiği o güzel türkünün bir dizesi. Türkünün adı “Gesi Bağları”. Aziz Nesin “Gezi” diye anıyor, anımsıyor. Belki de “Gezi”dir doğrusu. Bir anne sesi ise şu dizeyle kalmış: Merdivenden tıngır da mıngır sekişi. Bir şey daha, bu ‘tıngır’da, genç yaşta kaybedilmiş ve ülküleştirilmiş, bir türlü başka kadınlarda bulunamamış anne imgesinin öte yüzüne yerleşen başka bir türkünün sözleri: “Tenekeler tıngırdamasın ay vay / Komşular duymasın vay vay.” Neyi mi anlatıyor? O yılların yangınlardan, yoksulluklardan, yoksunluklardan sıkışmış hayatların ortasında eşlerin bu koşullar ve inanç arasında sıkışmış cinselliğini. Cinsel ilişki sonrası gusül abdesti alınacak, fakat komşular tenekede suyun kaynamasını, leğende suyun dökülüşünü duymayacak. “Bu türkünün yasaklandığı söyleniyordu,” diyor Aziz Nesin. Niye yasaklandığını çocuk dünyasında bir yere koyamıyor. Uydurduğu öykü ise şu: “Zampara herif, komşu kadınla mercimeği fırına vermiş”, gece geçerken teneke ya da çinko damı tıngırdatmayacak. Tüm bunları, özyaşamöyküsünde ne zaman mı anımsıyor? Annesiyle ‘yalnız bikez’ gittiği kadınlar hamamını anlatırken. Kadınlara çok dikkatli baktığı için de annesi bir daha götürmüyor.
Yıllar sonra, Kuleli Askeri Okulu’ndayken ‘ilk aşk’ olarak ayrı bir bölümde anlattığı ‘bereli kız’ı anımsarken ‘zampara herif’ ile ‘tutkulu âşık’, ‘ülküleştirilmiş anne’ ile yaşayan kadınlar arasında kalmışlığı, bunun kadınlarla ilişkisi üzerine düşen gölgesini de bir ruhbilimci inceliği ile yazıyor. Hatta toplumsal-kültürel belirleyenleri de ihmal etmediği için daha bir ince:
“Kadın kavramının bir meleksi tasarımla kafama çizilmiş olması beni hep ve çok düşündürmüştür. Aslında bu Doğu’ya özgü ve feodal aile yapısına bağlı bir düşünce biçimidir. Belki feodal demekten çok, bizim için, toprağa bağlı, kırsal bölge ailelerine özgü bir duygu demek daha doğru olur. Bizim halk şairlerimizin, saz şairlerimizin uğruna deli divane oldukları o masalsı aşkları hep benimkine benzer… Şair rüyasında bir dünya güzeli görür, hemen ona âşık olur. Uyandığı zaman, rüyasında görüp âşık olduğu kızı aramaya başlar. Onun için yaşamak, sevdiği güzeli hep aramaktır. Böylece rüyasını arayıp duran sonsuz bir gezgin olur. Bu uğurda başına gelmedik kalmaz, her belaya katlanır. Rüyasında gördüğü dünya güzelini bulanlar da olur, bulamayanlar da… Hangisi olursa olsun, bu aşkın sonu ya kavuşamamaktır ya da kavuşup düş kırıklığına uğramak…”(3) Bereli kız, bere aynı zamanda yara çağrışımlı bir kelime değil mi, Aziz Nesin, yıllar yılı, ne zaman o düşe dalsa kendini bir ‘bereli kız’ resmi çizerken yakalıyor: “… bir de bakarım ki hiç ayırdında olmadan bereli kız başı resmi çizmişim; onu çoktan unuttuğum, hiç anımsamadığım zamanlarda bile…”(4)
Bu aşk duygusunun yalnız kendine özgü olmadığını, kendi kuşağının temel ruh hali olduğunu da belirtiyor Aziz Nesin. Başka nasıl olabilirdi ki? Burada onun kuşağı için belirleyici diyalektiğin babaların evdeki varlıklarının birer hayalete dönüşmüş olması da belki. 1915’de doğmuş Aziz Nesin. Birinci Dünya Savaşı yılları. Yazıya başlarken sözünü ettiğim yangını bir çocuğun karnaval duygusuyla karşılamasında hemen tüm ülkenin yangın yeri olmasının payı da yok mu? Üstelik baba, o yangının tam ortasında. Cephede. Yangın sabahı bir mezarlıkta uyanmak, boynunda asılı Kuran ile o yangın yerinden kaçmak… Anne ve hasta kız kardeş… Ki, o kız kardeşi çocukluk hastalığını atlatamayacak, ölecek… Ölmeden önce ise, Anadolu’da yaygın olan ‘taklitle gerçeği aşma’ oyunu defalarca oynanacak. Kız kardeş, sanki ölmüş gibi mezarlığa defalarca bırakılacak, bir komşu geri getirecek. Hayata mı ölüme mi alıştırılmaya çalışılan bir kuşağın çocukluğunda kahkahaya ya da düşlere sarılmasından başka ne umulabilir ki! Yine aynı yıllarda, 1916 yılında doğmuş Lütfi Akad’ın özyaşamöyküsü “Işıkla Karanlık Arasında”da yazdığı, “Hep çocuk kalmak istedim… Kaldım da…” sözlerinin tanıklığına da güvenip diyebiliriz ki bu kuşağın yaratıcılığında çocuklukla kurulan bu güçlü bağın güçlü bir etkisi vardır. Ki bağın bir yüzü de, o yangın yerinde çocuklukların yaşanmamış olmasıdır. Aziz Nesin özyaşamöyküsü boyunca en çok buna hayıflanmakta diyebiliriz. Hiç çocuk olamamışlar, hep çocuk kalmışlardır. Bir de o uzak babanın yokluğunda bir kahramana dönüşmek de var; annenin kurtarıcısı olmak. Aziz Nesin özyaşamöyküsünde tüm bu ruh halini birçok şeyle birlikte asıl erken anne kaybına bağlıyor:
“Şunu açıkça söylemeliyim ki, yetişme biçimim, askerliğim, yatılı okul yaşamım, hapishane yaşamım, yalnızlığım, kadınlı bir aileden yetişmemiş olmam gibi nedenler yüzünden, ben oldum olasıya kadını insan olarak görmedim; kadın insan biçiminde ama insanüstü bir varlık gibi geldi bana. Hem de böyle olmadığını bile bile… Kadın deyince hep annemi düşündüm… İnce, zarif, iyi, kırılgan, saygı duyulası, bulutsu, buğusu, yüce, erişilmesi zor, dokunulmaz bir varlık…”(5)
Bana öyle geliyor ki asıl belirleyen; yıllar yılı hastane ve ev arasında mekik dokuyan veremli anne ile baş başa bırakılmışlığının, harp bitse de bu kez definecilik nedeniyle aylarca ortadan kaybolan babasının şu ünlü ödipal sahnenin çözüme kavuşmasını sürekli ertelemesinin daha belirleyici olduğunu sanıyorum.
İlk yangının öncesine dair daha çok ebeveynlerce anlatılan ve zamanla anı değeri kazanan ise sokak kapısının çalınışı, “bir tatlı kırmızı renkli ipekli de, üstünde beyaz yuvarlak çizgiler” olan entarisi ile bir düşsel varlığın, annenin kapıya yönelişi, kapı ağzında babasının o düşsel varlığı öpüşü… Çocuk ne yapıyor? Komşulara koşuyor: “Babam annemi öptü!”
Bütün anneler, annelerin en güzeli,
Sen, en güzellerin güzeli.
Onüçünde evlendin,
Onbeşinde beni doğurdun,
Yirmialtı yaşındaydın,
Yaşamadan öldün.
Sevgi taşan bu yüreği sana borçluyum.
Bir resmin bile yok bende,
Fotoğraf çektirmek günahtı.
Ne sinema seyrettin, ne tiyatro.
Elektrik, havagazı, su, soba,
Karyola bile yoktu evinde.
Denize giremedin,
Okuma yazma bilmedin.
Güzel gözlerin,
Kara peçenin arkasından baktı dünyaya.
Yirmialtı yaşındayken
Yaşamadan öldün…
Anneler artık yaşamadan ölmeyecek…
Böyle gelmiş,
Ama böyle gitmeyecek!Kurtarıcı oğlun temel bildirisi de aşikar anne için yazılan bu şiirde: Böyle gelmiş böyle gitmez! Ki bu temel bildiri tüm özyaşamöyküsüne ad olacak. Çünkü kurucu dönemlerde bu topraklarda anacıl olanın yaratıcılığa maya oluşu bir Aziz Nesin’in değil birçok adın öyküsünde âşikardır. Yalnız anneyi kurtarıcı kahramanın yaşama kamaşması değil, aynı zamanda annenin de kültürdeki canlıcı özü temsili vardır. Çocuk bir gün bir çiçek kopartır ve annesine getirir. Anne sevinir. Birlikte bahçeye çıkarlar. Anne çok güzel bir çiçek gösterir çocuğa… “Bak” der “ne güzel çiçek… Bu çiçekler de canlı, onların da canı var… Koparırsak ölür zavallı… Dalında daha güzel duruyor… Çocuk Mehmet Nusret’in annesine ne dediğini Aziz Nesin’den okuyalım: “Neyim varsa, iyi olan, hepsini, her şeyimi anneme borçluyum.”
O çocuk büyüyor. Bir ömür sürüyor, iki yangın arasında.
II
Babanın Adı Mehmet Nusret, Aziz Nesin’in adı. Soyadı kanunu çıkınca babası Abdülaziz Efendi, “Oğlum, bize bir soyadı bul!” diyor. Sonunda “kendimize en uygun” olarak bulduğu: Kıral. On üç on dört yaşlarında. Hem güçlü olmayı hem de kral olmayı çağrıştırdığı için buluşuna bayılıyor. Fakat Son Posta gazetesinde ilan edilen soyadlarına baktığında ortalık k(ı)rallar ile dolmuş… Sonunda içi epey tümgüçlü fantezilerle dolabilecek bu soyadından vazgeçiyor ve Nesin’i seçiyor. Gerekçesini şöyle yazıyor:“Alacağım soyadı hem alçakgönüllü, hem de anlamlı olmalıydı. Soyadı olarak Nesin’i işte bu düşüncelerle seçtim. Beni herkes Nesin sorusuyla çağırdıkça, ben de kendimin ne olduğunu düşünmeliydim. Nesin? Evet, ben neyim? Ne olduğumu düşünmeliydim…”
Meğerki bu soyadı daha sonra ünlendiğinde Aziz adına eklemlenecek, bir de soyadı bulmasını isteyen zaten babası, doğrusu asıl sorunun babaya yöneldiğini düşünüyorum… Aziz nesin? Aziz Nesin.(6) “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez”in satırları babaya yönelik nice ikircikli duyguların güldestesi gibi. Bu soru, ‘Aziz nesin?’, bir yanıyla da babayı anlamaya yönelik çabanın yalnız bilinçte değil bilincin karanlık yüzünde, bilinçsizde (bilinç dışı) de nasıl yüksek bir değerde olduğunu göstermektedir. Adını aldığı babasına, henüz o ölmeden yazdığı şiirde yazdığı gibi: “Düşmandır düşüncelerimiz / Dosttur ellerimiz.”
Dünyaların en iyi babası benim babamdır
Düşmandır düşüncelerimiz
Dosttur ellerimiz
Dünyada tek elini öptüğüm
Babamdır
Kırkını geçtin adam olmadın der
Başım önümde dinlerim
Önünde tek baş eğdiğim babamdır
Sabahlara dek Kuran okur
Anamın ruhuna
İnanır ona kavuşacağına
Bana gâvur der
Diş bilemeden
Dünyada tek bağışladığı ben
Tek bağışladığım odur
Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma
Bir türlü ölemiyorum der senin yüzünden
Çocuklar ortada kalacak
Ölemez kahrımdan benim
Yaşamak zorunda benim yüzümden
Gözlerindeki ateş bakışlarında söner
Tuttuğun altın olsun der
Çocukluğumu tek anlayan odur
Dünyaların en iyi babası benim babamdır*“Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” üç cilt ve sırayla anneye, babaya ve öğretmenlere adanmış. Bir sezgi de var bu sıralamada; insanın ruhsal gelişimini izleyen bir sezgi. Bir annenin kucağına doğarız. Babanın adıyla kültüre adımız yazılır ve o adla ve öğretmenlerin rehberliğiyle kültürleniriz, dünyayla tanışır, hayata ekiliriz.
“Tuttuğun altın olsun der.”
Baba Aziz, kendi varsıllığını gereksinimi olan arkadaşlarına dağıtan, üstelik verdiği borçları bir türlü isteyemeyen biri. Bu arada bir düş peşinde hep. Definecilik. Bir gün bir gömü bulacak ve… Oğul Aziz, mevcut yaşam koşullarından utanan, eve arkadaşlarını bile davet edemeyen, üstelik bundan utanmış olmanın suçluluğuyla da kalakalan biri: “… bir utancın saçma olduğunu düşünerek o utancı yenmeye çalışmak da ayrı bir tedirginlik değil midir?”(7) Bir de kadınlarla ilgili düşlem, meğerki o ödipal çekirdekten besleniyor, yani melek-annenin imgesi peşinden koşarak… ki o imgeyi canlı bir varlık olarak öpen kişi de belli, baba ve komşulara koşan o çocuk şaşkınlığını da hatırlayalım, “Babam annemi öptü!”, öyleyse babanın aradığı ve bulma olasılığı olan şeyin düşlemi de hazır ve nazırdır… Şu düşlem çocukluğun ana izleklerinden biri olacak: küçük Mehmet Nusret çocukluğun o geniş dünyasında bazen duvarlarla baş başa. Birden şey oluyor, bir mucize ve duvarın gövdesinden altınlar doluyor odaya!… Üstelik çocukluğun babaya atfettiği o tümgüçlülük fantezileri de cabası. Annesi o zamanlar yalnızca kadınların kalabildiği Haseki Nisa Hastanesi’nde… Babasıyla birlikte ziyarete gidiyorlar. Aksaray’da alandan geçerken bir kamyonun altında kalıyor. İngiliz işgal ordusunun kamyonu… Yukarıda babasını görüyor, “Bir dev olmuş, koskoca kamyonu itiyor dayanıp… Babam şoförü öldürecek bıraksalar.” Baba ve oğlu bir kahramanlık öyküsünde buluşuyorlar:
“Bana öyle geldi ki, koca kamyonu, babam eliyle itip durdurdu; yalnız durdurmadı, geriye de itti. Buna yalnız ben inanmıyordum, babam da inanıyordu. Koca kamyonu nasıl eliyle durdurup ittiğini, beni ezilmekten nasıl kurtardığını anlatırdı.”(8) Bazen de öyle bastırılıyor ki o çocuk, sözün simyacısı Arthur Rimbaud’nun eşsiz dizelerinde(9) olduğu gibi kendi melankolisine en uygun mekân olarak helaya sığınıyor. Orada ağlıyor, orada düşünüyor. Aziz Nesin’in benlik gücünü ve yaratıcılığını bunca yeğin harmanlamasında o yılların büyük değeri olsa gerek. Deliliğe çözülmeyen regresyon yaratıcılığın en önemli düzeneklerinden biri. Ki biz bunu Aziz Nesin’in yapıtlarında kendi çocukluğunun nasıl bitmez bir kaynaklık ettiğinde görebiliriz.
Babası Abdülhamit hayranı, neredeyse düşmanlık kertesinde cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e öfkeli. Yine de Aziz Nesin’in gelişiminde anahtar işlevi görecek bir şey yapıyor:
“(Babam) bir Cuma günü de beni başka bir camiye götürdü. Öğle namazından sonra bir adam Kuran okudu. Çok güzel okumuş. Babam o adamla tanıştı, bizim eve getirdi. Adı: Galip, Ali Galip… Benim Galip Amcam oldu…
Galip Amcam bir roman: Arapça, Farsça, Fransızca ve yüksek matematik bilen, şiirler yazan bir Rufai ve Kadiri dervişi… Zamanına göre çok devrimci, ilerici bir adam olduğu için, ne hocalarla, ne şeyhlerle uyuşabilirdi; bu yüzden işi gücü de yoktu. Hem de hattattı, hem de beste yapardı, hem de marş bile bestelerdi.
Beni Galip Amcam okuttu. İlkin ondan okuma yazma öğrendim, sonra Arapçaya başladık; Emsile, Bina, Maksut… Sekiz yaşımda hafız oldum.
Hafız oluşuma babam çok seviniyor, benimle övünüyor, annem de buna çok kızıyordu…”
Öğretmenlerim
Sizler bana salt ders değil
Canınızdan can verdiniz…
(…)
Bakıyorum da şimdiki bizlere utanıyorum
Yoksa sizler göklerden mi indiniz
Sonra darılıp da bize
Yine göklere mi çekildiniz
Saçtan tırnağa baştan ayağa özveri
Ey beni ben yapan öğretmenlerim
Anılarınız önünde ağlayarak eğilir
Hiç el öpmemiş dudaklarımla
Ellerinizden öperim öperim öperim
Aksaray, 22 Ağustos 1989Aziz Nesin’in üçüncü cildin başına aldığı bu şiirde örtük bir şekilde asıl şükran duyulanın Ali Galip olduğunu düşünüyorum. Sanki bir saygı duruşu gibi, tüm notlarını Arap harfleriyle Türkçe tutuyor.
Babası devlet okuluna, orada dinsiz olacağını düşündüğü için, gitmesini istemezken annesi ancak Galip Derviş’in desteği ile ikna ediyor.
Bu topraklarda İslamiyet ile ana çerçevesine kavuşmuş Mezopotamya birikimi ile Bozkır Göçebe birikiminin özgün bir sahnelenmesini de görüyorum burada… babasının temsil ettiği tapınak merkezli anlayışla, o bozkır-göçebe birikiminin şehirde biçimlendiği dervişlik-anacıllık arasındaki gerilim…
Bu gerilim, belki üç, belki dört yaşında boynunda Kuran’ı bir yangından kurtaran Mehmet Nusret’in, Aziz Nesin olarak başka bir yangında elinde Kuran olanlarca katledilmesi sahnesine dönerek, annesinin, Galip Derviş’in ve onların etkisinde kendisinin, bugünleri de düşününce Cumhuriyet’in büyük kederi haline gelmiş durumda. Yine de işte kişisel öykümüz, özellikle de çocukluğumuz hep yanı başımızda. Aziz Nesin o yangında annesinin gözetiminde, daha sonra hastalıktan ölecek kız kardeşiyle kurtuluyor. Sivas’taki Madımak Katliamı’nı aynı sahneyle anlatıyor neredeyse. Yardım edeceği düşünülenler meğer yurttaki yağmanın bir parçası, hadi belli adlara haksızlık etmeyelim, sadece izleyicileriymiş:
“Askerlerin kalkanları, candarma kalkanları. Artıyor. Kalkana filan benzemiyor. Cevat Geray ve karısı beni kaçırmaya çalışıyorlar. Sanıyorum ki onlar, salt benim için bu saldırının yapıldığına içtenlikle inanıyorlar. Ben kaçıp gitsem kurtulacaklarını sanıyorlar. Böyle de düşünmekte haklılar. Çünkü ‘Aziz Nesin’e mezar olacak’ diye bağırıyorlar. Ben de onlara, ‘Sizi bırakıp kaçamam’ diyorum. Bıraksam da, bırakmasam da kaçamam. Ben olmasam kurtulacakları umudu var onlarda. Ben bu devletin nasıl devlet olduğunu bilmeme karşın, hâlâ içimde şöyle ya da böyle bir devletin bulunduğu umudu ve inancı var. Bu yüzden nasıl olsa kurtulacağımıza inanıyorum. Uluç Gürkan valiye telefon açıyor: Bizi buradan aldırtın, aldırtabilirsiniz… Müthiş bir çığlık, kadın çığlığı… Sonra korkunç bir sessizlik. Evet ölüm sessizliği… Kısa sürüyor.”(10)
Katıldığı bir televizyon programında, “32. Gün”, onun özyaşamöyküsüyle okunduğunda trajik cümleler dökülüyor:
“Genç kızlar vardı. Onların hemen hepsi ölmüş.”
O kız kardeşler ölmüşler işte…
Bu öykü aynı zamanda Türkiye’nin de öyküsü…
1 Yol – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-1, Nesin Yay., İst., 2014, s. 9
2 Yol – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-1, s. 10-11
3 Yokuş Yukarı – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-III, Nesin Yay., İst., 2014, s. 185
Ya da şu: “Gördüğümü değil, görmek istediği seviyordum ve görmek istediğimi görüyordum. Yaşamım boyunca bu, hep böyle sürüp gitti.” ege. s. 199
4 Yokuş Yukarı – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-III, Nesin Yay., İst., 2014, s. 190
5 Yokuş Yukarı – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-III, Nesin Yay., İst., 2014, s. 149
6 Hepimiz yıllar geçtikçe ebeveynlerimizin öyküsüyle, özellikleriyle epey özdeşleştiğimizi yaşayıp görürüz. Aziz Nesin’in babasına bilinçsizce sorduğu bu sorunun yıllar sonra “Büyük Grev” öyküsü nedeniyle, ki nasıl da hakikatli bir öyküdür, kendisine yönelmiş olması da ilginç değil mi! Politika gazetesindeki o kampanya hatırlanacaktır: “Aziz Nesin sen nesin?”
* Aziz Nesin’in şiire notu: “Babam Abdülaziz Efendi 11 Şubat 1962 Pazar günü, seksendört yaşında öldü. Bu şiiri babamın ölümünden on yıl önce yazmıştım.”
7 Yokuş Yukarı – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-III, Nesin Yay., İst., 2014, s. 217
8 Yokuş Yukarı – Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-III, Nesin Yay., İst., 2014, s. 69
9 “… Yenik, yorgun ve alık, yaz yürüdüğü zaman / Helaya bir girince, çıkmak bilmezdi, orda / Rahatça düşünürdü teslim olup kokuya…”, Arthur Rimbaud (Çev.: Erdoğan Alkan), Yedi Yaş Ozanları,Cumhuriyet – Dünya Klasikleri, İst., 2001, s. 95
10 Cumhuriyet, 10.12.2014
Sorry, there were no replies found.
