AŞK-I MEMNU : BİHTER’E ÖLÜM, FİRDEVS’E YAŞLILIK

  • AŞK-I MEMNU : BİHTER’E ÖLÜM, FİRDEVS’E YAŞLILIK

    Posted by admin on 12 Temmuz 2024 at 10:59

    AŞK-I MEMNU : BİHTER’E ÖLÜM, FİRDEVS’E YAŞLILIK*

    Makale Yazarı: Özlem Belkıs

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/ Aralık 2016, 28. sayıda yayımlanmıştır. 

    #Kadınlar ölüyor, öldürülüyor, kendilerini öldürüyorlar. Gerçek hayatta, romanda, oyunda, resimde, evlilikte, aşkta… Temsil ya da gerçek, farklı biçimlerde ölüyoruz, farklı şekillerde kendimizi ölmeye bırakıyoruz.

    Romanları yaşam gerçekliği olarak algılamıyoruz elbette. Filmler, öyküler gerçek değil, biliyoruz. Fakat yaşamın gerçeğinin, gerçek yaşamda yapamadıklarımızın, gerçekleşmeyen hayallerin, umutsuzlukların kurgulanmış biçimi olduğunu da biliyoruz. İşte bu yüzden onları çözümlemeli, üzerinde düşünmeli, anlamalı ve tartışmalıyız. Mondrian’ın dediği gibi belki çok uzakta “yaşam dengeye kavuştukça, sanat ortadan kalkacak.”

    Bihter kendini öldürecek, biliyoruz. Çoğumuz romanı bunu bilerek okuyor. Kapıları kapatanlar, Bihter’i soluksuz bıraktıkça, çıkışlar tutuldukça, ölümü ona müstahak buldukça Bihter ölecek. Bir kadın sevmemesi gerekeni sevdikçe ölmesi gerekecek. Ancak ölüp yeterince acı çektiğinden emin olduğumuzda arınacak.

    #Firdevs mahvolacak, biliyoruz. Çoğumuz romanı bunu bilerek okuyor. Kapıları kapatanlar, Firdevs’i soluksuz bıraktıkça, çıkışlar tutuldukça, yaşlılığı ona müstahak buldukça Firdevs mahvolacak. Bir kadın yaşlanmaya, anne olmaya direndikçe mahvolması gerekecek. Ancak yaşlanmayı kabullenip yeterince acı çektiğinden emin olduğumuzda arınacak.

    #Romanlar, #hikâyeler, #mitolojiler kuralları bizim için üretiyor, örnekliyorlar. Bütün bunlar söz birliği etmiş, aynı cümleleri kuruyor. Nasıl olmamız, ne hissetmemiz, nasıl davranmamız gerektiği ve bunlar yapılmazsa ne olabileceği üzerine. Okuduklarımız, kadınların bir günah işlerlerse bundan derhal arınmaları gerektiğini, bu günahla yaşamaya devam edemeyeceklerini anlatıyor. İşlenen ahlaki, daha açık söylersek bedensel bir günahsa, bu günahtan arınmanın pek kolay olmadığını, bu “kötülüğü” defetmek ve yeniden “iyi” olabilmek için ölmek gerektiğini de yine okuduklarımızdan çıkarıyoruz. (1)

    Pek çok romanda bu konuyu örneklemek mümkün. Tanzimat’tan itibaren Osmanlı romanlarına baktığımız zaman bir istisna dışında (2) intihar eden kahramanların hepsi kadındır. Bu bir tesadüf olabilir mi? Akabi Hikâyesi’nde (1851) #Akabi, Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat’ta (1872) #Fitnat, Hasan Mellâh’ta (1874) Madam İliya, Dürdâne Hanım’da (1882) #Dürdâne, Çengi’de (1877) #Sümbül, Sergüzeşt’te (1888) #Dilber, Zehra’da (1896) #Sırrıcemal, Aşk-ı Memnu’da (1900) Bihter, Jön Türk’te (1908) #Ceylan intihar eden kadın kahramanlardır. Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat’ta Ali, İntibah’ta Ali, Zehra’da Suphi, Araba Sevdası’nda Bihruz gibi erkek kahramanlar ise genellikle çıldırmış, akıllarını yitirmişlerdir. (3)

    Romanlarda erkek kahramanlar çıldırıp meczup bir yaşama kayarlarken #kadınkahramanlar neden ölmek ya da kendilerini öldürmek zorunda kalmışlardır? Batı romanında da bu bağlamda pek çok örnek hatırlanabilir. Anna (#AnnaKarenina), Emma (#MadamaBovary), Marguerette (#KamelyalıKadın), Manon (#ManonLescaut), Carmen (#Carmen) ve daha pek çok kadın kahraman romanın sonunda ölmüş, öldürülmüş en çok da intihar etmiştir.

    #İntihar, bilinç ve karar ile ilgilidir. Bireysel bir eylem olarak görülür, fakat #Durkheim’ın 1897’de belirttiği gibi aslında toplumsal bir olgudur. (4) Geçen yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren intihar meselesinin, intihar sayılarındaki artışla birlikte akademik olarak da çokça ilgi çektiğini, bu konuda farklı alanlarda çok ilginç çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Bugün önemli pek çok araştırmaya dayanarak rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki toplumsal yapıdaki değişimler intihar oranlarını etkilemekte, #evlilik, #işsizlik, #yoksulluk, #stresliyaşam, bir yakının kaybı, başa çıkılamayan duygular intihar nedeni olarak gösterilmektedir. Yani tetiği çeken bireyin kendisidir ama o tetiğin arkasında, bireyi bu eyleme iten pek çok neden ve sorumlu vardır.

    Konumuz açısından Akabi, Fitnat, Madam İliya, Dürdane, Sümbül, Dilber, Sırrıcemal, Bihter, Ceylan, Anna, Emma, Marguerette, Manon ve daha pek çok roman kahramanının ölümü bireysel bir eylem olmaktan çok sosyolojik bir olgudur. Çoğunun ölümüne toplumsal yargıların baskısı, varlığını kanıtlama çabası, kullanılmış ve terkedilmiş olmanın baş edilmez acısı neden olmuştur.

    İntihar, etkili bir itirazdır. Bu #itiraz kararlılıkla bedene yönelen bir eylemdir. Handan İnci’nin cümlesiyle:
    “İntihar bireysel bir akittir. #Bireysel bir edimdir. İnsanın kendi canına kıyma kararı verebilmesi için, hem canının, hem de bedeninin sahibi olduğunun bilincine varması gerekir. Cemaat toplumlarında insan gövdesinin ve ruhunun sahibi bireyin kendisi değildir. Dolayısıyla beden ve ruh insanın böylesine radikal bir şekilde tasarruf edebilmesi için kesinlikle birey olması gerekir.” (5)

    İntihar, bedenle ve akılla ilişkilidir. Bireyin kendisi bu kararı verir ve uygular. İntiharı romantik bir itiraz ya da #melodramatik bir #intikam olarak görmek, meseleyi fazla hafife almak, dramatize etmek olur. İntihar ciddi ve kararlı bir iştir. Örneğin Anna’nın intiharı… #NefiseAbalı, Anna Karenina’nın intiharını incelediği çalışmasında bu genç kadının intiharının salt toplumsal değerlere karşı çıkış olmadığını, onun topluma özgür ve eşit (erkeklerle) bir birey olduğunu göstermesi anlamında bir karşı çıkış olduğunu belirtiyor. (6)

    Bihter’in intiharı da güçlü bir itiraz, toplumsal baskının bir kadın için dayanılmaz bir noktaya gelmiş halidir. Kocasından başka bir erkekle ilişki kurmuş, terk edilmiş, Annesi Firdevs gibi olmak istememektir.
    “O zaman, Bihter için Firdevs Hanım’ın hayatı başlayacaktı. Etraftan kendisine gülümseyerek bakmak için salahiyet bulan gözler açılacak, yalının şehnişinine mektuplar atılacak ve… (…) Ve bütün bunları kabul etmek lazım gelecekti. (…) Artık herkeste bu nazarı bulacaktı. Hatta annesinde, hatta hemşiresinde, hatta eniştesinde; hususuyla bu herifin her vakit onun gözlerini inmeye mecbur eden gözlerinde bu nazar ne çirkin manalar kesbedecekti. Yaşamak, böyle, bu nazarların altında yaşamak? Lakin ne için yaşayacaktı? O zaman ölümü düşündü. …
    Kendisini aldatmak isteyen bu hain şeyi silkip atacaktı, ölmeyecekti; bu güzel, genç, nefis kadın yaşayacaktı; sonra birden, artık kırılmaya müheyya, çatırdayan kapının karşısında, bileğinin mukavemetine bir keselan geldi, sanki onu bir kuvvet büktü, mağlup etti, nihayet o siyah ağız kıvrıldı, bir yılan hıyanetiyle karanlıkta, o elim aşk cerihasıyla sızlayan noktayı buldu”: (7)

    Yazının sonunda gelip bu kapıyı yeniden açacağız. Ama şimdi en başa dönüp yavaş yavaş, düşüne düşüne bu noktaya doğru ilerlemeye çalışalım…

    Aşk-ı Memnu ve Halid Ziya

    Bugün içinde kaybolduğumuz pek çok klasik roman gibi #kandil ya da #mumışığı altında yazılan bu roman, Servet-i Fünun Dergisi’nin 9 Şubat 1899 – 16 Mayıs 1900 tarihleri arasında tam 66 sayı #tefrika edildi. Bunun anlamı, bugün aşağı yukarı bir hafta içinde okuduğumuz bu romanı o dönemin okuyucusunun tam on beş ay boyunca bölüm bölüm okumuş olmasıdır. Yavaş yavaş, belki tekrar tekrar okuyarak örülen bir okuma sürecini düşünelim. İlişkilerin örülmesi, günahın, sevabın ortaya çıkıp çıkmayacağına dair bir haftalık zorunlu bekleyiş… Benim gibi sabırsız, romanın son on sayfasını daha baştan okuyuverenler için ne eziyetli bir bekleyiş.

    Halid Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu’yu yazmaya başladığında 32 yaşına girmişti. Bu eser yazarın altıncı romanıydı ve bundan hemen önce yaşadığı dönem üzerine sosyo-kültürel analizler yaptığı Mai ve Siyah’ı yazmıştı. Yani çevre ve karakter tahlili konusunda hiç azımsanmayacak yaşam ve yazın deneyimine sahipti, dolayısıyla çelişik duyguları barındırabilen derinlikli, çok yönlü karakterler yaratabilmişti. Bu nedenle pek çok eleştirmen Aşk-ı Memnu’yu gerçek anlamda #ilkTürkromanı sayar. Zira tarihsel olarak Şemsettin Sami’nin, Aşk-ı Memnu’dan on altı yıl önce, 1872’de yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı edebiyatımızın ilk romanıdır.

    Aşk-ı Memnu’yu ilk Türk romanı sayan incelemecilerden #FethiNaci, “Türkiye’de Roman Var Mı?” başlıklı 1980’de fırtınalar koparan yazısında “çok az romanımız seksen yıl gibi uzun bir süreye dayanabilir, oysa Aşk-ı Memnu bugün bile beğenilerek okunmaktadır” diyor; çünkü ona göre bir romanın büyüklüğü yeniden okunmak isteği uyandırmasındadır. (8) Öyle görünüyor ki bu roman yeniden okunma isteği uyandırıyor, özellikle de dramatik uyarlamaları düşünülecek olursa.

    Roman okunma isteği uyandırıyor, fakat oldukça ağır, hatta kendi dönemi için bile kullanımı kısıtlı sözcüklere, tamlamalara başvurulmuş olması (9) bu isteği zora koşuyor. Halid Ziya bu romanda ağır bir Osmanlıca kullandığını kendisi de kabul etmiş olacak ki diğer romanları gibi Aşk-ı Memnu’yu da bizzat kendisi sadeleştirmiş, yeni baskı için hazırlamıştır. Yine de 1939 baskısının önsözünde romanın sadeleştirilmiş olmasına pek güvenmemek gerektiğini, sadece genç okurlar için pek tanınmayan sözcüklerin Türkçeye çevrildiğini belirtir, henüz imlanın da dil içinde yeterince işlevli kullanılamadığından yakınır. (10)

    Son baskısında (11) #sadeleştirilmiş olmasına rağmen yaşam pratiğinde kullanılmayan sözcükler için romanın arkasına bir #sözlük eklenmiş. Her şeye karşın bugün pek karşılaşılmayan sözcükleri kullanım alanında görmek ve bugün kullandığımız bazı sözcüklerin artık kaybolmuş başka anlamlarını fark etmek bir okuyucu olarak keyif verici de oluyor. Öte yandan bugünden bakarsak hesap meydanda, 116 yaşında bir romanı anlamaya çalışıyoruz. Bu tarihsel mesafenin de tadını çıkarmak gerek. #Tavır ve #dil birbirini üretir, dil tavrı, tavır dili yönlendirir. Bu yüzden, henüz okumayanlar için not düşelim, çabasız bir okuma için hiç heveslenmesinler…

    Halid Ziya’nın en tanınmış romanı olan Aşk-ı Memnu, yalın sayılabilecek bir olay örgüsüne sahip olması sayesinde çağdaşı romanlarla karşılaştırıldığında pek kalabalık değildir. Roman, genç bir kadının (Bihter), kendisinden yaşça büyük, varlıklı bir erkek olan kocasının (#Adnan) genç ve #çapkın yeğeni (#Behlül) ile yaşadığı aşkı konu alır. Bu bağlamda bakılırsa roman Bihter, Adnan ve Behlül üçgeni ile şekillenmiştir. Bihter’in tarafından annesi Firdevs, kardeşi #Peyker ve onun eşi #Nihat, Adnan tarafından da kızı #Nihal, kızının mürebbiyesi #MatmazeldeCourton olaya katkısı olan kişilerdir. Adnan’ın oğlu Bülent, evdeki hizmetliler ve Beşir silik birer figür olarak romanda yer alır, olaya doğrudan katılmayan fakat sıra geldiğinde varlıklarını hissettiren roman kahramanları olarak üstlerine düşeni yerine getirirler.

    Roman, kişilerin dünyalarından anlatılır: Bir yanda Bihter’in yaşadığı çelişkiler ve fırtınalar, diğer yanda Nihal’in büyüme telaşı arasında babasının evliliğini kabullenemeyişi ve âşık olması, kimi zaman Firdevs’in yaşlılığa direnişi, Behlül’ün kendisini bir erkek özne olarak şekillendirmesi, Adnan’ın gençliği Bihter’i elinde tutarak sabitlemeye çalışması, Matmazel de Courton’un tüm bu olanlara ve kendisine dışarıdan soğukkanlı bakışı, ve elbette Beşir’in hikâyesi.

    #Beşir’in hikâyesi romanda öyle inceden inceye işlenmiştir ki Nihal’e duyduğu umutsuz aşk, romanın tüm dünyasına ve yaşanan gizliliğe ettiği #tanıklık, daha sonra her şeyi Adnan’a anlatarak olayların finale taşınmasındaki görevi buruk ve etkilidir. Romanın değerlendirmelerine baktığımızda #MehmetFuat, #EniseKantemir gibi başka incelemecilerin de Beşir’in dikkati dağıtan bir figür olduğunu, Nihal’in öyküsünün ise başlı başına bir roman olarak ayrıca yazılabileceğini belirttiklerini, çeşitli öneriler sunduklarını görürüz.

    #Eleştiri “bir yapıtı anlama ve anlatma işidir. Bir yapıtı anlamak, o yapıtta sanatçının yapmak istediği ile yaptığı şeyin ayırt edilmesidir” (12). Okuyucunun karşısındakini “görmek”, yazarın bilinçli olan olmayan tercihlerini kabul etmesi gerektiğine inanıyorum. Bir başka deyişle Bihter, Halid Ziya Bihter’in hikâyesini, Nihal’in hikâyesinden ayıramadığı, ayırmak istemediği için bu derinliğe sahip. Nihal’in hikâyesi de diğer parçalardan, özellikle Beşir’den ayrılmadığı için.

    Yapıta uzaktan bakıp daha iyi olabilecek bir noktaya taşıma önerilerini silmeden, yazarın bana sunduğunu anlamak, yazarın dünyasına bu bağlamda tam olarak bakmayı seçiyorum. Bana sunulan dünyaya memnuniyetle giriyor, bir hayalet gibi #AdnanBeyKonağı’nda, odalarda dolaşıp, onların gördüğü gibi görüyorum ama gördüklerimi kendim olarak yorumluyorum. Bir yazar da bunu istemez mi zaten?

    Romanın kaynağı: #Yasakaşk

    Halid Ziya’nın yarattığı karakterler ve temalar farklı açılardan okunabilir ve şimdiye kadar bu roman üzerine yazılmış ya da bu romanı örnekleyen çalışmalarda da geleneksel açıdan (13) anti-kapitalist açıya (14), toplumsal cinsiyet eşitliği / feminizm bağlamındaki değerlendirmelerden (15) kavramsal yaklaşımlara (16) kadar epeyce farklı açılardan okunmuştur. Romanın yayınlanmasından kısa süre sonra aynı dergide, Servet-i Fünun’da yayınlanan romanla aynı adı taşıyan Mehmed Rauf’un incelemesinden (17) çok sonra yayınlanan derin ve etkili analizler (18) de bu romana eşlik etmiştir. İnceleme bolluğu, olayın ve karakterlerin çok yönlü işlenişindendir.

    Fazlasıyla genel ve bir cümle kurmak gerekirse Aşk-ı Memnu’da aşk, ölüm, evlilik temalarının işlendiği söylenebilir. #BernaMoran, romandaki temaların eleştirmenlerce farklı bir sıralamayla görüldüğünü ifade eder. Uşaklıgil üzerine yazılmış üç büyük monografide (L. S. Akalın, C. Yener, O. Önertoy) öncelik yasak aşk temasına verilmiş, yaş ve yaşam farkının böyle bir sonucu doğuracağı öne sürülmüştür. #CevdetKudret üretmeden tüketen burjuva yaşamının ve alafrangalık düşkünlerinin ele alındığını, #RaufMutluay #Batılılaşma sorunları ve değer düşüklüğünün anlatıldığını öne sürerken, Fethi Naci yazarın sadece kişileri anlatmak, farklı bireyleri sergilemek için bu romanı yazdığını ifade etmiştir. (19)

    Aşk-ı Memnu Batılılaşmış bir aileyi ve bireylerini konu eder. Batılılaşmanın çok büyük bir göstergesi olarak #Avrupalı bir #mürebbiye çocuklara batıya ilişkin bir eğitim ve görgü vermekte, evin kızı piyano çalmakta, evin oğlu Fransız okuluna gitmektedir. Bütün bunlara karşın Aşk-ı Memnu’nun Batılılaşmayı konu edinmiş bir roman olduğunu söylemek çok zordur, çünkü konunun aşamaları ve karakterlerin yönelişleri ile final batılılaşma meselesi ile ilgili değildir.

    “Aşk-ı Memnu topluma değil, bireye ve bireyler arası ilişkiye dönük romanlardandır. Uşaklıgil, somut ve tek olan evliliğin belli koşullar altında nasıl işlediğini, belli insanların arasındaki ilişkiler örgüsünün niteliğini ve gelişimini anlamaya ve anlatmaya çalışır. Yazar bu iş için dört beş kişiyi bir yalıda bir araya getirir.” (20)

    Romandaki ustalık, kişilerin ve temaların işlenişlerinde, ele alınışlarındadır. Örneğin aşk, öyle farklı şekillerde ve kişilerde tezahür eder ve birbirinden çok farklı karakterlerle empati kurmak öyle mümkündür ki okuyucu eğer koyu gelenekçi/ ahlakçı bir yaklaşımda değilse romanda kimin tarafında olduğunu netçe söyleyemeyebilir. Çünkü Halid Ziya bir romancı olarak üzerine düşeni ustalıkla yerine getirmiştir.
    “Roman yazarını siyasi yapan şey, yazarların siyasi görüşleri ya da üye oldukları partiler değil; kültür, sınıf, cinsiyet vs. olarak kendimize benzemeyen birisini anlamak, ahlaki, kültürel, siyasi yargıdan önce şefkat duymak, yani bütün bu özdeşleşme ihtiyacı ve onun gücüdür.” (21)

    Yazar, karakterlerine neredeyse eşit mesafededir. Nihal, Behlül, Adnan, Beşir’in dünyasından romanın dünyasını anlatışında bu birbirlerinden tamamen farklı karakterleri anlamak, onların hissedişlerine ortak olup onların açısıyla bakmak mümkündür. Klasik romanda okurun peşinde koştuğu haz da böyle bir empati değil midir? Farklı dünyalara, farklı bakışlara bir kaç sayfa için sahip/ortak olabilmek…

    Romanın tahterevallisi Bihter ve Nihal eksenidir. Bihter’in aşka yönelişi, Nihal’in yalnızlaşması, hırçınlaşması ile Nihal’in aşka yönelişi de Bihter’in yalnızlaşıp hırçınlaşması ile dengelenmiştir. (22) Bihter Behlül’e, Adnan genç ve güzelliği ile kıskançlık duygularını körükleyen Bihter’e, Firdevs yitip giden gençliğine, Beşir umutsuzca Nihal’e, Nihal iyi tanıdığı ve güvenebileceği biri olarak Behlül’e, Behlül Peyker’e ve Firdevs’e kur yaptıktan sonra Bihter’e, bir ara Kette’ye, en son Nihal’e, ama daima peşinden koşulacak acı çektiren herhangi bir sevgiliye âşıktır.

    Romanın sonunda iki ölüm vardır: Bihter ve Beşir’in ölümü. Bihter’inki ne kadar gösterişli ise Beşir’inki o kadar sessizdir… İkisi de intihardır ve aşk yüzündendir.

    Yasak anlamında kullanılan #memnu sözcüğü, mecazen yasaklanan ve yasaklandığı için de çekici gelen şey olarak da kullanılır. (23) Yasak aşk temasının II. Abdülhamit dönemi Türk romanındaki yerini inceleyen Nurullah Çetin, bu temanın popüler olmasını Fransız realist romancıların etkisine ve okuyucunun gizli şeylere merak duymasına bağlıyor. “Fatma Âliye’nin Muhadarat (1892), Hüseyin Rahmi’nin Bir Muadale-i Sevda (1899), Mehmet Rauf’un Eylül (1901) ve Saffet Nezihi’nin Zavallı Necdet (1902) romanları, Aşk-ı Memnu’nun tefrika edildiği dönemde yayımlanan ve benzer bir şekilde ‘yasak aşk’ temasını işleyen romanlardandır” (24). Bu yüzyılın sadece Osmanlı romanında değil, Avrupa – Rus romanında da evlilik dışı aşklar çok önemli bir yer tutar. Kolayca tahmin edilebilir ki bu romanlarda kadınlar ahlaksız ve “fazla” cesur olarak yansıtılmış, genellikle romanların sonunda da ölmüşlerdir.

    Eleştirmen ve incelemecilerin bir kısmı “yasak aşkı” çarpık Batılılaşmanın bir sonucu, bir çeşit yozlaşma olarak görür. Yasak aşk çoğunlukla üst sınıftan ne iş yaptıkları belli olmayan, hayatlarında aşk ve cinsellikten başka bir şey düşünmeyen zengin ailelerin ürettiği bir şey gibi yorumlanmıştır. İntiharın bile Batı ile kurulan münasebetlerden sonra, Batı özentiliği olarak Osmanlı’da görüldüğünü ifade eden incelemeler vardır. (25) Bu varsayımları kabul edecek olursak Batılılaşma adımlarından önce intihar nedir bilmediğimiz ve herkesin sadece evlendiği kişiyle sevgi, aşk ve cinsellik yaşadığı sonucuna varmamız gerekir ki bu pek gerçekçi olmaz. Diğer taraftan “tüm kötülüklerin” (?) Batıdan geldiği paranoyasını bırakıp biraz meselelerin özüne inmek, gerçekliği kabul etmek ve anlamaya çalışmak daha makul olmaz mı?

    116 yıl önce Halid Ziya, romanda yargılayıcı ve ahlakçı bir tutum takınmamıştır. Bu romandan ve karakterlerden “evlilik dışı ilişkiye girenin sonu ölümdür” gibi sığ bir sonuç çıkarmak için gerçekten uğraşmak gerekir. O tutum okuyucuya ve eleştirmenlere aittir. Doğru (?) ve yanlışları (?) normlar çerçevesinde tespit eden ve yargılayan çoğunlukla eleştirmenler, incelemeciler, kısacası her tür okuyucu olabilir.

    Bihter ve peşindeki gölge…

    Bihter, romanın sonunda kendisini öldürür ve bu tamamen bireysel bir eylem değil, sosyal bir olgudur. Bu yolculuğunda peşinde sinsi bir gölge olarak onu takip eden annesinin toplum nazarındaki imajı, bundan kurtulamamak korkusu vardır.

    Bihter, Berna Moran’ın da #Selimİleri’nin de belirttikleri gibi romanda üç aşamalı bir gelişim gösterir. (26) Zengin bir adamla evlenerek arzu ettiği yaşama kavuşma hayalleri kuran, bu arada çocuklara annelik, koca bir yalıya “#hanımlık” yapmayı hayal eden Bihter; bir yılın sonunda evliliğinden hayal kırıklığına uğrayan, sadece zengin fakat meşakkatli (kendisine önce gizli sonra açıktan direnç gösteren üvey kızı ve konağın tüm hizmetlileri) bir yaşama değil tutkulu bir aşka da ihtiyacı olduğunu fark eden, mutluluğu Behlül ile ilişkisinde arayan Bihter; hayal kırıklığı ve kıskançlıkla korktuğu şeye dönüştüğüne inanarak intihar eden Bihter. Bu üç aşamada da genç bir kadının yaşamı tanıma, kendini anlama çabasını görürüz.

    Adnan ile Bihter’in evliliklerinin birinci yıldönümünü kutlamak üzere gidilen #Göksu bir dönüm noktası gibi durur romanda. Bu çok ilginç bir buluşmadır, çünkü romandaki hemen herkes Göksu’dadır ama onlardan başka kimse de yoktur. 19. yüzyıl sonu İstanbul’unun bu her saat kalabalık mesire yeri, bu tuhaf kutlama için boşalmış gibidir. O kadar boştur, o kadar tenhadır ki Behlül’ün Peyker’e, daha sonra da Firdevs’e kur yapmasına Bihter ve okuyucudan başka kimse tanıklık etmez. Bu geziden sonra Bihter odasında kendisiyle baş başa kaldığında bedenini, kendisini, duygularını dinler. Bir yıllık bu evlilik koca bir hayal kırıklığıdır. Yaşamak istediği hayatın bundan ibaret olmadığını anlayınca korkar ve aklına kendisini takip eden lanet gelir. Firdevs Hanım gibi olmak.

    “Kendi kendisine, içinden, annesine benzememek için yemin ederken aklına başka bir şey geliyordu. Ta küçüklüklerinden beri Peyker’e, babasına benzer; Bihter için annesine çekmiş derlerdi. Mademki bunu söylemekte herkes müttefikti, demek hakikatte o annesine benziyordu. Bu müşabehetten korkardı. Kalbinde bir şey vardı ki bu cismani müşabehetin hayatlarını da benzeteceğini zanettirir ve onu titretirdi.” (27)

    Bihter mutsuzdur, kendisinin ve bedeninin mutlu olmasını hayal eder. Şimdiye kadar öğrendikleri varlıklı bir yaşam, gösterişli bir yalı, toplumsal olarak saygınlığı olan bir koca ve iyi yetişmiş çocukların mutluluk için yeterli olduğunu söylemektedir. Fakat kendi deneyimi hayatın bunlardan ibaret olmaması gerektiğini ona fısıldar. Yine de cesaretle kendisiyle, bedeni ve ruhuyla yüzleşemez. Bihter, değil Behlül’ü herhangi birisini hayal etmez, sadece kendisinin farkına varır. Bu an, yeteri kadar acı vericidir ve işte bu an, okuyucunun Bihter ile özdeşlik kurduğu, kendi içinde bulunduğu kıskaçlarla yüzleşemediği andır.

    Kar yağan soğuk bir akşamda Bihter sipariş ettiği şekerleri getirip getirmediğini sormak için Behlül’ün odasına gider. Yanlışlıkla yere saçılan fotoğraflar bir yakınlaşma için bahanedir. Her ikisi için de şaşkınlık verici bu yakınlık anını Uşaklıgil son derece dikkatli ve büyük gerilimi yansıtacak biçimde yazmıştır. Bihter odasına döndükten sonra ise romanda önce Behlül’ün, ardından Bihter’in yaşananlar hakkındaki düşüncelerine yer verilir, ki yaşananların çok farklı iki muhasebesidir bu.

    Behlül’ün muhasebesinde egosantrik yapısı, duyduğu ve duyacağı hazlara karşı memnuniyeti izlenir. Yaşananlardan sonra pişmanlık ve tedirginlik yerine yaşananların kaçınılmazlığına dair fikri öne çıkar. Bu aşk hikâyesini gizli tutmak zorunda olmak, yaşadıklarını anlatamayacak olmak onun heyecanını artırmaktadır. Daha önce kur yaptığı Peyker’e olanları anlatıp kendisine yüz vermemesinin intikamını almayı bile düşünür. “Herkesin gözleri önünde kimseye hissettirmeden sevişmek” ne büyük bir heyecan, daha önce yaşamadığı bir macera olacaktır. (28)

    Bihter’in muhasebesi ise Behlül’ünkine hiç benzemez. O yaşadığı hazları, onu bekleyen heyecanları hesaplayıp gülümsemek, bu beklenmedik durumun kendisinde yarattığı heyecan ve mutluluğu irdelemek bir yana büyük bir azap içindedir. Sadece kocası Adnan’a ihanet etmiş olmak değil, annesine benzediği gün gelip çattığı için pişmanlık, dehşet içindedir. Çocukluğundan beri onu izleyen annesinin gölgesi şimdi üstüne düşmüştür.

    Romandaki en ilginç portrelerden biri yaşlanmaya direnen, kendine güvenli, her zaman mağrur bir kadın olan Firdevs’tir. 25 ve 22 yaşında iki kızı olan bu 45 yaşındaki kadın, olduğundan daha yaşlı, beyaz saçlarını sarıya boyayan, makyaj yapan, buruşuk tenli, sarkık kollu, romanın sonlarına doğru bacaklarının ağrısı ile, hatta neredeyse sandalyeye mahkûm bir kadın olarak tarif edilir. Tüm bunlar onun yaşlanmak istememesine, anneliği kabul etmemesine, yani doğaya karşı durmasına verilmiş bir ceza, bir haddini bildirme gibidir. Onun yaşlı görünüme karşın Firdevs’ten olsa olsa beş yaş büyük olan Adnan tam bir beyefendi olarak tarif edilmesinin yanında yaşının da sadece üç yerde vurgulandığı dikkatlerden kaçıyor. Galiba Firdevs’in en büyük yanlışı, evli olduğu dönemde başka bir erkekle ilişki kurmuş olmanın yanında yaşlanmayı kabullenmemiş, anne olmaktan memnun olmamasıdır. İncelemeciler ve eleştirmenlerce de en çok bunun için yadırganmıştır. Sanki incelemeciler ve okuyucular olarak bir araya toplanıp onu ayıplamamız gerekmektedir. Firdevs’in sadece kocasından başka bir erkekle olan ilişkisinin açığa çıkmış olması değil, onun bunu mağrur bir şekilde kabul etmesi kural dışıdır. Tüm yaşadıklarının ardından böyle başı dik gezmesi ve hayattan zevk almaya devam etmek için elinden geleni yapması değil, herhalde başı eğik, utanç içinde olmasını beklemek gerekiyordu. Yaşadığı ilişkiyi savunması ve kabul etmesi değil, utanç içinde inkâr etmesi ve “masumiyeti” konusunda ısrar etmesi gerekiyordu. Firdevs’in sevimsizliğinin nedeni, toplumsal normlara kulak asmamış olmasıdır ve ömrü boyunca ayıplanmaya, feci şekilde yaşlanmaya mahkûm edilmiştir. Bihter’in kâbusu, işte üzerine düşen bu gölgedir.

    Uşaklıgil Bihter’i içine çeken sıkıntıyı anlatırken “Nihayet işte şimdi büsbütün Firdevs Hanım’ın kızı olmuştu. Bunu kendi kendisine söylüyor ve kendisinden kaçarcasına iğrenilecek bir vücuttan kaçmak istiyordu” diye yazar. Bihter kocasına her şeyi itiraf etmeyi düşünür. Çaresizlikle bu ilişkiyi kendisi için kabul edilir kılmanın bir yolunu düşünür ve bulur: “Artık onun hayatına tasarruf etmeliydi, onun olmalıydı, onu sevmeliydi, sevmeye çalışmalıydı; bu aşk günahına öyle bir istikbal macerası tayin etmeliydi ki onu tenzil değil ila etsin. Evet, bunu yalnız aşk temizleyebilirdi”. (29)

    Berna Moran’ın dediği gibi “Bihter’i, başından beri hesaplı hareket eden, kendi çirkin amacı için hizmetçilere yol veren ahlaksız bir karakter olarak görürsek trajik bir yanı kalmaz. Başına gelenleri hak etmiş kötü bir kadın olur”. (30) Bihter “yapmaması gereken”den uzak durmaya çalışır, Firdevs Hanım gibi olmamak için elinden geleni yapar. Gerçekten direnir, fakat bedeni ve ruhu aklına galip gelir. Sonunda kendisine şunu söyler: “Nihayet Firdevs hanımın kızı olmuştu.” Romanda bu öyle bir andır ki, Bihter’in pişmanlığı, korkusu, yaşamının yıkıldığını hissetmesi, acı vericidir. Tıpkı Ibsen’in 1881’de yazdığı Hortlaklar adlı oyununda iyice belirginleşen bireyin ne yaparsa yapsın genetik izlerinden, soyunun taşıdığı hastalıklardan kaçamayacağı fikri gibi, Bihter de annesinin lanetinden kurtulamayacağını anlar. Onun kaderi annesine benzemek, ablası Peyker’in şansı ise babasına çekmiş olmaktır. Firdevs Hanım gibi olmaya dayanamayacağı için kendisini öldürür.

    Bihter ölür, Firdevs yaşlanır. Onlara müstahak görülen budur.

    Toplum, erkek ve kadın ilişkisinde beden ile ruhun buluştuğu bir masumiyeti kutsar. Bedenin başına buyruk davranışı toplum için pek kabul edilir değil. Bu yüzden beden, ruh ile uyumlu davranmak zorundadır ve ancak aşkın temizleyeceği bedensel istekler kabul edilebilir, diğerleri lanetlidir. Bu yüzden masumiyet işaretleriyle bezenmiş aşk temiz, salt bedensel aşk şeytani olarak görülür. Casanova’nın aşkı ile Romeo ve Juliet hikâyesindeki aşkın taban tabana zıt olması da böyle açıklanabilir.

    Benzer şekilde Bihter’in de bedeniyle yüzleşmesi, yaşadığı ve yaşamak istedikleri ile barışabilmesi, kendisi için bile kabul edilir hale getirmesi bu beden ve ruhu aklında, vicdanında uzlaştırma zorunluluğundan kaynaklanıyor. Bedeni ve ruhu uzlaştırmak yaşananlar konusunda ikna edici oluyor. Uşaklıgil romanda, bu ikna sürecinin erkekte ve kadında farklı işlediğini gösteriyor. Romanın başından sonuna tam bir Casanova olarak çizilmiş Behlül, Bihter ile yakınlaşmasından sonra bunun kendisine ne hazlar, ne heyecanlar getireceğini düşünerek hayallere dalar, yaşayacakları için sabırsızlanır. Oysa Bihter o yakınlaşmadan sonra meseleyi kendisi için kabul edilir hale getirebilmek için olanların sadece aşk ile temizlenebileceğine karar verir.

    Öznenin kendisine bakışını sadece kendisi belirlemiyor. Özne, kendisine toplumun yargıları ile birlikte bakıyor. Böyle olunca bir kadının kendisine bakışı ile bir erkeğin kendisine bakışı arasında büyük farklar var. Bu farkları görerek hareket etmeli. Bihter’in peşindeki gölgeden kaçmak yerine onunla barışması, bedeniyle ruhunu buluşturmaya çalışmak, böylelikle arınmak yerine bu ikilikle yüzleşmesi gerekiyor. Elbette sadece Bihter’in değil. Çünkü bu yüzleşme gerçekleşmedikçe, Firdevs ve Bihter barışmadıkça birisi ölecek, diğeri yaşlanacak. Onlara müstahak olan son, bu olacak…

    NOTLAR:
    (1) Özlem Belkıs, “Kadının Ölmesi Gerekir”, Yedi, Ocak 2010, sayı 4.
    (2) Ahmet Mithat Efendi’nin 1887 tarihli Çingene adlı romanındaki Şems Hikmet.
    (3) Ayrıntılı bilgi için bkz.: Nefise Abalı, “Anna Karenina, Edebiyat ve İntihar”, Lacivert, sayı 46, Temmuz Ağustos 2012.
    (4) Emile Durkheim, İntihar, çev. Ö. Ozankaya, İmge Kit., Ankara, 1992.
    (5) Handan İnci, “Tanzimat Romanında Birey Toplum Çatışması ve İntihar”, Varlık, İstanbul, 1996, S. 1068, s. 12.
    (6) Abalı, a.g.y.
    (7) H. Z. Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu, Can Yay., İstanbul, 2016, s. 400, 401, 404.
    (8) Fethi Naci, “Türkiye’de Roman Var Mı?”, Türk Romanında Ölçüt Sorunu, YKY Yay., İstanbul, 2002, s. 14, 15.
    (9) Enise Kantemir, “Aşk-ı Memnu – Eser İncelemesi”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, cilt 15, sayı 1, Ankara, 1982, s. 238–239.
    (10) H. Z. Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu, Can Yay., İstanbul, 2016, s. 9.
    (11) A.g.y.
    (12) Sabahattin Eyüboğlu’ndan Aktaran: Erbaş,
    (13) Kantemir, a.g.y.,
    Nurullah Çetin, “II. Abdülhamit Dönemi Türk Romanında Aşk-ı Memnu Teması”, Türkoloji Dergisi, cilt 15, yıl 2002, ss. 109–59.
    Ferhat Korkmaz, “Türk Romanının İlk Bovarist Tipleri”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, kış, cilt 10, yıl 2011, sayı 35, ss. 320–336.
    (14) Zehra Yiğit, “Modernliğin Arka Yüzü Olarak Gündelik Hayat: Aşk-ı Memnu”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt 14, sayı 2, yıl 2012, ss., 125-144.
    (15) Handan İnci, “Tanzimat Romanında Birey Toplum Çatışması ve İntihar”, Varlık, sayı 1068, 1996, ss. 10–13. Çimen Günay Erkol, “Osmanlı Türk Romanından Çağdaş Türk Romanına Kadınlık: değişim dönüşüm”, Türkiyat Mecmuası, cilt 21, güz 2011, ss. 147–175.
    (16) Sema Çetin Baycanlar, “Halid Ziya’nın Romanlarında Yalnızlık Ve Ölüm Çemberinde Tutunamayanlar”, Turkish Studies, International Periodical Forthe Languages, vol 6/3, summer 2011, ss. 616–622.
    (17) Mehmet Rauf, “Aşk-ı Memnu”, Aşk-ı Memnu (H.Z. Uşaklıgil), Can Yay., İstanbul, 2016, ss. 409-423.
    (18) Selim İleri, Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, Yazko Yay., İstanbul, 1983. Berna Moran, “Aşk-ı Memnu”, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, C. 1, İletişim yay. İstanbul, 1983, ss. 87-112.
    (19) Moran, 89.
    (20) A.g.y., ss. 90-91.
    (21) Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı, İletişim Yay., İstanbul, 2011, s. 55.
    (22) Bu dengeyi Selim İleri ayrıntılı şekilde anlatır: İleri, a.g.y.
    (23) M. Nihat Özön, Osmanlıca Türkçe Sözlük İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997, s. 525. Ali Püsküllüoğlu, Arkadaş Türkçe Sözlük, Arkadaş Yay., Ankara, 2000, s.b 674.
    (24) Çetin, a.g.y.
    (25) Mehmet Rauf, a.g.y.; Kantemir, a.g.y.; Çetin, a.g.y.; Korkmaz, a.g.y.; Harun Ceylan, “Cehennemlik Kadının Müntehir Kurbanları. Hüseyin Rahmi’nin Cehennemlik Romanında İntihar Olgusu” Onlar Ölümü Seçti, Türk Romanında İntihar Olgusu Üzerine Örnek İncelemeler (ed. Harun Ceylan), Sonçağ Yay., Ankara 2013, ss. 123-139.
    (26) Moran, a.g.y., İleri, a.g.y.
    (27) Uşaklıgil, a.g.y., s. 171.
    (28) A.g.y., ss. 199-206.
    (29) A.g.y., ss. 206-210.
    (30) Moran, a.g.y., ss. 101-102

     

    #bihter

     

    romankahramanlari

    admin replied 6 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: admin
AŞK-I MEMNU : BİHTER’E ÖLÜM, FİRDEVS’E YAŞLILIK* …
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now