Roman Kahramanları
Ankara Romanı Üzerine
-
Ankara Romanı Üzerine
Ankara Romanı Üzerine*
Makale Yazarı: Güneş Taşkın
*Bu makale Roman Kahramanları (Ocak / Mart 2016) 25. sayıda yayımlanmıştır.
Ankara’da 1985 yılı, Neşet Sabri umduğunu vermeyen Başkent’in puslu havası içinde Selma Hanım’ın mezarından ayrılmış, evine doğru yürüyor. Üşümesi artıp, şehrin hissizliği onu sarıp sarmalarken gençliğindeki isyanını artırıyordu. Buranın fazla hissi olmanın verdiği bir kuruluğa sahip olmasına rağmen insanı zorla kendine çeken sert bir cazibesi var, diyordu. Ona sarılmak istersiniz, size hiç sarılmaz, siz onu kucaklarken taş kesilir. Bu yüzden kaldırımlarının altında kumsal hakikaten yoktur. Sizi sahiplenmesini, eviniz olmasını beklersiniz ama bunu asla teklif etmez, en olmadık günlerde yağmurunu üzerinize salar, korkun ondan diye. En olmadık zamanda yakalar sizin zayıflığınızı o an ya terk edersiniz ya da kalıp mutsuzluğuna ortak olursunuz. Oradan ayrılmak tek bir âna bakar ve o an geldi ise uzaklaşırsınız şehirden. Yıllarca dönmemek döndüğünüzde ise fazla durmamak istersiniz. Burası vaat ettiklerini verememiş bir yer. Dünyada bunun gibi kurulmuş yoktan var edilip hak etmediği halde başkent olması bahşedilen benzer birçok kent var. Oralardaki yavanlığı da tıpkı burada olduğu gibi sezersiniz ama bir fark var, diğer örneklerinin aksine Ankara size hiç sarılmaz.
O gece gençken, Selma Hanımlar’ın evindeki toplantıdan çıkmış evine yürüdüğü ve adeta histeri nöbeti geçirirken, yıllar önce bir toplantıda dile getirmek üzere kaleme aldığı ama halen gizli tuttuğu söylevini anımsadı. Aydınlıktan evinin olduğu karanlık sokaklara geçerken hissettiği yabancılık duygusu, evine yaklaştıkça yerini şüpheli bir rahatlığa bırakmıştı, ait olduğu yerde hissetmişti o gün kendini. İnkılabın onun hayatında bıraktığı etki daha çok fikren özgürleşmek ve çevresini özgürleştirmekti. Oysa o gün o insan yığını ile birlikte bu asla mümkün görünmüyordu.
Selma Hanımlar’ın evinde geçirdiği saatlerin ıstırap halini almasına rağmen yanından ayrılma vakti geldiğinde hüzün çöküyor, ruhen evinin karanlık sokaklarına birden dönüveriyordu. Paslı sokak kapısından içeriye girdiğinde yüzünü yakan pis koku eşliğinde avluya yöneldi. İçinde bulunduğu şu kirli avludan ziyade Hakkı Bey’inki gibi büyük ve konforlu bir evde pekâlâ yaşayabilecek, ecnebi kadınlarla kibarlık budalalığına varan şekilde danslar edip tok kahkahalar atabilecekti. Oysa şu odaya hapsetmişti kendini, konforsa bir tek tahtakurularında bulunuyordu. Kendisi ise düşüncelerine ve bu odaya hapsolmuştu. Tüm bunları bırakıp basit bir zekâ hamlesi ile arsa zengini olabilir ve Hakkı Bey gibi konforlu bir hayata kavuşabilirdi. Bu düşünceleri gerçekten aklından geçirdiğini sanmayın. Bu düşünceleri onun aklına ben sokmaya çalıştım, sadece düşünmesi ve ardından reddetmesi için. Bu düşünceler herhangi bir karşılık bulmadan terk etti aklını.
Olabildiğince ağarmış, yarı kirli ıslak çamaşırların yanından geçerek odasına doğru merdivenleri tırmandı. Yatağının üzerine yığıldığında ise tüm vücudunu bir ürperti kapladı. Tahtakurularının istilası henüz başlamamıştı ama kafasının içinde olan bitenler onu kemirgenlerin muhtemel akınlarından daha fazla rahatsız ediyordu. Nasıl olur da Hakkı Beyler’in evindeki balodan sessizce çıkıp gitmiş ve tek bir kelime bile etmemişti? Nasıl olur da Selma Hanım ile yaptıkları sadık sohbeti tüm topluluğa ilan edip onların bayağılıklarını yüzlerine vurmadan ayrılabilmişti? Oysa pekâlâ herkesin ortasında belirip konuşabilecek, iki cümle kurabilecek zekâya da ve bedensel otoriteye sahipti. Beni dinler misiniz, lütfen, diye kırılıp eğilmeyecek dosdoğru içindekileri aktaracaktı. Eline bir kâğıt ve kalem alıp yazmaya başladı. Yazmak konuşmak kadar etkili olabilirdi:
“Dinleyin, konuşmak pek hoş bir şey değildir, biliyorum.”[1] Sizlerin nasihate ihtiyacınız olmaz. Ancak, ayağınızı bastığınız her bir basamak halkla aranızdaki uçurumu bir parça daha derinleştiriyor.”[2] Bu ise realitenin reddi belki de görmezden gelinmesine neden oluyor. Birlikte tasavvur ettiğimiz inkılap hiçbir zaman hayatın dış şekillerini değiştirmek manasında değildi. Yeni bir hayat tahayyülümüz elbette ki vardı, fakat bu safhada artık inkılaptan bahsedilemez. Bu balo ve yavan şatafat, hayalini bizzat kendiniz için kurduğunuz yaşam kalıbıdır. İçine kimseyi anlamayan, soğuk kuru bakışlarınızla 5 yıl önce birlikte mücadele ettiğiniz onca insanı küçük görmek ve yanınıza yaklaşmalarını dahi olmayan duvarlarınızla engellemek bu ideaya yapılan en büyük ters düşmedir. Ankara’da toplanmaya başladığımız ilk günden bu yana amacımız köylüsünden en yoksuluna dek hep birlikte samimi ve karakterli bir hayat biçemi kurmaktı. Şimdi görünüyor ki balolarınızdan ve bu konforlu hayatlarınızdan burnunuzu dışarı çıkartmıyor ve aslında inkılabın Ankara’nın karanlığının tamamen yok olmasına siz engel oluyorsunuz. Evlerinizden dışarı çıkıp iki-üç kilometre uzaklaştığınızda göreceksiniz ki orada bıraktığınızdan başka bir değişiklik yok. Buranın göz kamaştıran mide bulandırıcı fazla ışıltısı oraya hiç etki etmiyor, sizin bayağı aydınlığınız oranın karalığına neden oluyor. Şimdi ise Batılı medeniyetlerin her yönden olumsuz tüketme ve üretme şartlarını kendinize aynen uygulamaya çalışıyorsunuz, oysa batıcılığın en karakteristik özelliği kendi üslubumuz ve kendi hayat tahayyülümüzü ona tatbik etmektir. Bu ise sırtınızı döndüğünüz yoksul halkı tanımak ve onların dillerini anlamaktan geçer.
Şimdi ise siz bu merdivenleri çıktıkça asla geri dönmeyecek ve uzaklaştıkça da artık burada bize ait olmayacaksınız. Bu şehri taşı, insanı, kuşları dinleyin, dinleyin ve inkılabın nasıl tatbik olunacağını görebilesiniz.” ■
———–
[1] #Dostoyevski, #Budala, İletişim Yayınları, İstanbul 10. Baskı, 2012, 664. s.
[2] #YakupKadriKaraosmanoğlu, Ankara, İletişim Yayınları, 31. baskı, İstanbul 2014#Sayı25 #NeşetSabri #SelmaHanım #başkent #Ankara #ankararomanları #güneşTaşkın #neşetSabit
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.