Roman Kahramanları
Ağrıdağı Efsanesi ve Gülbahar
-
Ağrıdağı Efsanesi ve Gülbahar
Ağrıdağı Efsanesi ve Gülbahar*
Makale Yazarı: Faruk Duman
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2017 31. sayıda yayımlanmıştır.
#AğrıdağıEfsanesi, halk destanlarının diline bakılarak kaleme alınmış bir yöntem çalışması; çağdaş roman anlayışlarına halk dilinin, daha doğrusu halk söyleminin nasıl sokulacağının araştırılması. Eski efsanelerden alınmış bir uyarlama değil. Halk kültürü, yazınsal bilgiyi üst üste koyar ve anlatıcılar da bu bilgiye, kendi katkılarını eklerler elbette. Ama bunu “eser yaratma” dürtüsüyle değil, acısını, ya da bu kısa romanda sık sık belirtildiği üzere “öfkesini” dile getirmenin başka bir yolunu bilmediği için yapar. Böylece ortaya yaşamın kendisiyle koşut anlatılar çıkar. Yaşar Kemal, Ağrıdağı Efsanesi’ne değinirken, #Manas’ın biçimini örnek verir; bin yıllık destanlar, çağdaş acıların, yıkımların, sürgünlerin aklenmesiyle uzar, bitimsiz oluverirler. Bu sözlü anlatım geleneğinin incelenmesiyle de elbette bir yöntem araştırması yapılabilir. Ağrıdağı Efsanesi, Yaşar Kemal’in, halk anlatılarını örnek alarak yazdığı romanlarından biridir. #HöyüktekiNarAğacı, #BinboğalarEfsanesi gibi.
Ağrıdağı Efsanesi halkın günlük yaşamının diliyle yazılmamıştır; somut dilin üstünde, törensel bir söylemi vardır. Bu yönüyle, manzum hikâyeler anlatan Kürt öykücülerinin, dengbejlerin ruhunu taşır. Okurken anlatıcının sesinin yükselip alçaldığını, abartılı tanımlamaların, yeri geldiğinde nasıl yüksek sesle üstüne gidildiğini duyarsınız. Bu o kadar başarılı biçimde sergilenmiştir ki, Yaşar Kemal bir yerde, kendisine bu öyküyü esinleyen ustası Ahmed-i Hani’ye selam göndermeyi unutmaz. Kahramanlarına, o büyük Kürt edebiyatçısının mezarını ziyaret ettirir.
Ağrı bölgesinin sultanı Mahmut Han, bir #Osmanlı paşasıdır. Paşanın bir kır atı vardır ve bu at bir gün kalkıp Ağrı köylerine gider ve Ahmet’in evinin önünde durur. Bu, o yörenin bilincinde bir tür sığınma demektir ve bunun için uygulanması gereken bir töre vardır: Ahmet kır atı üç kez evinin önünden uzaklaştırır. Ama at üç kez geri gelir. Bu durumda, töreye göre at hak yadigârı kabul edilir. Ve Ahmet’e sığındığından, bir daha sahibine verilemez.
Ama Osmanlı paşası bu töreyi dikkate almaz ve atını geri ister. Böylece olaylar ardı ardına gelir: Ahmet zindana atılır, atılınca Mahmut Han’ın herkes tarafından çok sevilen kızı #Gülbahar ortaya çıkar. Sarayın her köşesine girip çıkan, herkesle sohbet eden Gülbahar Ahmet’i daha önce de bir panayır yerinde görmüştür. Zindanda ikisine de bir şey olur, öyle ki, sırf birbirlerini görmekle bile elleri yalımlanır. Gülbahar bir gece zindancı Memo’dan –Memo kıza gizli gizli âşıktır- kendisini Ahmet’e götürmesini ister. O geceden sonra da onu kurtarmak için her şeyi yapar.
Çobanların Küp gölü çevresinde törensel bir tavırla, kaval çalmalarıyla başlayan öykü, zaten daha baştan manzum hikâyelere, daha doğrusu onların anlatılış biçimlerine gönderme yapar. Âşık, doğaya, suya ve yaşamın canlanıp yeşerdiği bahar aylarına “tapınır” gibidir. Küp gölünü fırdolayı bir kırmızı çizgi çevrelemektedir, sonraları, öykünün sonunda göreceğimiz “dağın başında yakılan ateş”le bu kırmızı çizginin bir ilişkisi bulunur. Su ve ateş. Ahmet ile Gülbahar, aşklarının tüm anlamını bu iki evrensel öğe içerisinde bulurlar; el ele tutuştukları zaman alev çıkarırlar ortaya: “Az sonra ayın üstünü kapkara bir bulut örttü. Gülbahar Ahmedin elini bırakmamıştı. Gittikçe elleri yanıyordu… Sabahın ilk horozları öterken kulenin dibinden kalktılar. Bir yalım parçası ortadan koparcasına elleri birbirinden ayrıldı.”(1) Aynı ateş Mahmut Han’ın sevgilileri evlendirme şartında da ortaya çıkacaktır daha sonra, bunun üzerine Ahmet dağa çıkıp orada, kentten görülecek biçimde bir ateş yakacaktır.
Ateşi en güç yerde yakmak; simgesel biçimde, aşkın bedeli haline gelecektir böylece. Ama, tıpkı atın Ahmet’e yadigâr kabul edilmesinde olduğu gibi, bu sınavda da yine törenin belirlenimi vardır elbette.
Ağrıdağı Efsanesi’ni her okuduğumda ister istemez Ahmet’le Gülbahar’ı karşılaştırma gereği hissederim. Ahmet adeta töreyle hareket eden bir makine gibidir. Atın kendisine yadigâr geldiğini bir kez anladıktan sonra törenin kuralından asla sapmaz. “Bir can nedir ki töre karşısında?” Mahmut Han onu zindana kapatır. Ahmet sükûnetinden hiçbir şey kaybetmez. Orada ölümü beklemeye başlar. Öyle ki, dokunduğunda elini yakan Gülbahar bile onun “yoldan” sapmasını sağlayamaz. Ahmet’in arkasında, onun davranışını belirleyen koca bir Ağrı halkının olduğunu hemen
anlarız. Kendi iradesini hiç umursamaması bundan kaynaklanır. “Onlar” belirleyicidir burada, onun davranışını ve “yiğit”liğini kısa zamanda bir efsaneye dönüştüren Kervan Şeyhi, Demirci Hüso ve isimsiz köylüler. Ama onu sonunda kurtarmak, onu ve Gülbahar’ı özgürlüğüne kavuşturmak için akın akın gelen köylüler…Gülbahar öyle değildir. Kız, bir daha hiç görüşemeyecek olsalar da Ahmet’in ölmemesini ister. Bunu sevgilisine de söyler elbette. Atı ver, zindandan çık git. Varsın olsun, bir daha görmeyeyim seni, yeter ki canından olma. Gülbahar burada töreyi de babası Mahmut Han’ı da umursamadığını gösterir. Büyük cesarettir bu. Önce törenin neden bu kadar değişmez, bu kadar baskın olduğunu anlayamaz. Sevgilisiyle ilk ayrılığı aslında burada yaşar, Ahmet için “bir can nedir ki…” Gülbahar içinse “yeter ki canından olma…” Bu anlayış farkı aslında o kadar açıktır ki, daha ortaya çıkar çıkmaz, sevgililerin dış nedenlerden değil, bundan dolayı kavuşamayacaklarını anlarız. Gülbahar bütün tehlikeleri göze alarak zindana girer, Ahmet’i görmek, onu oradan çıkarmanın yollarını birlikte aramak için, ya da sadece el ele birkaç dakika orada birlikte durmak için yapmadığını bırakmaz. Zindancı Memo’ya diller döker. Hatta son kertede, Ahmet’in kaçışını sağlamak için Memo’ya, “Ne istersen veririm,” der. Çünkü, bir kere baştan anlayışını koymuştur ortaya; sevgilisi kurtulsun, yaşadığını bilsin yeter onun için. Memo da ondan bir tutam saç ister.
Gülbahar’ın, babasının temsil ettiği devlet kültüründen de sevgilisinin temsil ettiği töre kültüründen de bağımsız olduğunu görebiliriz. O kadar yalnız ve sıra dışıdır ki, sözgelimi, birlikte belki bir çare düşünürüz, Ahmet’i kurtarırız diye kardeşi Yusuf’a gider. Yusuf onun söylediklerinin bir sözcüğünü bile anlamadıktan başka, tıpkı hücrede büyümüş Osmanlı şehzadeleri gibi korku nöbetine kapılır ve bir suçlu gibi gidip babasına her şeyi bir bir anlatarak canının bağışlanmasını diler. Babası da onu, tıpkı devletin itirafçılara yaptığı gibi koruma altına alır ve #Gülbahar’ı zindana atar.
Yaşar Kemal, çoğu romanında, yararlandığı halk edebiyatının işleyişini değiştirmeye, oralardan başka sonuçlar elde etmeye çalışmıştır. Bir konuşmasında şöyle söyler: “ #Çukurova’yı sadece ben yazmadım, #Faulkner da yazdı…” Halk edebiyatının zaman içinde oluşmuş belirli kalıpları vardır. Hikâyelerin kahramanları çoğunlukla bu kalıpların dışına çıkamazlar. Bu nedenle de çağdaş edebiyatın gereksindiği bireysel davranışlar gösteremezler. Ama geleneksel yapıyı güçlü biçimde temsil ederler. Yaşar Kemal, biçim olarak, dil olarak örnek aldığı halk hikâyelerini çağdaş romana uygular. Olayları Köroğlu, Dadaloğlu, Karacaoğlan öykülerinde olduğu gibi yorumlar ve özgün hikâyelerin vardığı sonuçlardan başka sonuçlara varır. Bunu yapmak için de öykülerine işte Ağrıdağı Efsanesi’nin Gülbahar’ı gibi, yaşama farklı bir açıdan bakabilen karakterler yerleştirir.
#İnceMemed de öyle değil midir? Abdi Ağa’nın kendisine yaptığı zulme başlangıçta anlam veremez, bu nedenle de Yaşar Kemal’in sık sık belirttiği gibi, kendisini isyana mecbur hisseder. Bu “mecbur adam” İnce Memed romanının çağdaş buluşudur işte. Kahramanlığa da köleliğe de aklı yatmayan insan çağdaş insandır, bireydir.
Kır at da Ahmet de gitmiştir Mahmut Han’ın elinden. O zaman anlarız, Ağrı halkının korktuğu Mahmut Han da korkmaktadır aslında, o da kendi “baba”sından, İstanbul sarayından korkmaktadır. Sık sık yineler; İstanbul duyarsa. O zaman sistemin yetiştirdiği beylerin hep aynı kumaştan çıktığını görürüz; Yusuf da belki bir gün babasının yerine geçecek, o da onun gibi zalim ve töreden habersiz olacaktır. Ama aynı korkuyu o da hep yaşayacaktır.
Ağrıdağı Efsanesi romanında, çizgiler katı koyu çizilmiştir. Mahmut Han töreden habersiz, insanların inançlarına saygısız bir Osmanlı zalimi, köylü de töresine bağlı, sözünün eri, yiğit mert ve korkusuz. Ve elbette yeri geldiğinde akın akın toplanıp sarayın etrafını sarabilen, hanı korkudan titretebilen bir köylü… Oysa, bugünün toplumu için durum öyle midir? Paşanın atı çıkıp gider. Paşa da atını geri ister. Ve töre, bu kadar basit bir konuyu ölüm kalım sorunu haline getirir. İşte Gülbahar’ın, bir birey olarak anlamsız bulduğu konu budur. Ona baktığımızda, bugünün töre karşısında hâlâ çırpınan kadınını görürsünüz. Devletin anlayışı da temsilcileri de zaman içinde değişir. Ama törenin kalıplaşmış, bükülmez inancı durup durur yerinde.
O yüzden Ahmet, sevgilisini alıp gittiği zaman, bir mağaraya girdiklerinde, bu yaşananlarda hiçbir güzellik yokmuş gibi, “Sen Memo’ya ne verdin?” diye sorar Gülbahar’a. Çünkü gelenekler nedeniyle zaten asla sevemeyecek, kalıplaşmış bir semboldür o.
Dipnot
1 Ağrıdağı Efsanesi, Yaşar Kemal, YKY, s. 41.
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.