Roman Kahramanları
Adam: YARALI ZAMAN’IN KAHRAMANI KİM?
-
Adam: YARALI ZAMAN’IN KAHRAMANI KİM?
YARALI ZAMAN’IN KAHRAMANI KİM?*
Makale Yazarı: Gültekin Emre
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Nisan/Haziran 2010) 2. sayıda yayımlanmıştır.
O / Hakkâri’de Bir Mevsim romanını yazdığında “Yabancılar Arasında Bir Yabancı”yı anlatmıştı Ferit Edgü. Yedek subay öğretmenliği yaptığı Hakkâri’deki yaşamından yola çıkarak “gerçek bir yaşamı, roman yaşamına” çevirmişti. “Türkiye’nin doğusuna, sarp dağlarına, çaresiz insanlarına otuz yıl önce yakılmış bir ağıt”tır O / Hakkâri’de Bir Mevsim (1977).
Sonra Doğu Öyküleri (1995) çıkagelir. “Oraya ilk kez ayak bastığı”nda “yıllar yıllar önce”, buradaki insanları anlayabileceğini sanır, Ferit Edgü. O “çok uzaklardan geliyordu”, oradakilerle birbirlerinin “dilini” bilmiyorlardı, konuşmuyorlardı. “Dağ başındaki o köyde, / uzun, bembeyaz bir kış boyu / o insanlarla birlikte” yaşar uzun bir süre. Günlük dertlerinin iletişiminde güçlük çekmiyorlardı yalnızca. Günlük dertleri, gereksinmeleri aynıydı çünkü. Ama köylülerin yalnızlığıyla yazarın yalnızlığı aynı değildi. Köydekilerin “yalnızlık diye bir sorunları”nın olmadığını düşünmüştür, Ferit Edgü. Belki de köylüler yalnızlıklarının “bilincinde” değillerdi. O, köylülere yaklaştıkça kendisinden uzaklaştıklarını da sezmiştir hep. Köylüler ona yaklaştıkça o da onlardan uzaklaşır. Köyün çocuklarına “okuma, yazma, sayma, toplama, / çıkartma, çarpma, bölme” öğretir. “Biraz da hayat bilgisiyle / yurttaşlık bilgisi.” Yıllar sonra geriye dönüp baktığında ortak bir dilleri olduğunu görür. Köylüleri değil ama Ferit Edgü’yü değiştiren bir dil vardır ortada. “Her geçen gün, o dağ başındaki ortak” yaşamın onda “bıraktığı derin izleri” görür, yaşar. Yıllardır karalayageldiği “#sözcükler” oradaki “izlerin bencileyin yaralı sözcükleri”dir.
2007’de yayımlanan Yaralı Zaman, “Bir Doğu Yolculuğundan Notlar” alt başlığını taşıyor. Yüzünü yeniden Doğu’ya çeviriyor Ferit Edgü. “Bu kez, hiç de düşsel olmayan Hakkâri’de bir yolculuğa çıkıyor”, çıkarıyor okuru.
Yaralı Zaman, #Seferis’in #Günlük’ünden “yaralı gövde, yaralı yurt / yaralı zaman-“ sözleriyle başlıyor anlatının içeriğini özetler gibi.
“Öndeyi”de bir “#Kadın”la, bir “#Adam” arasındaki bir diyaloğa tanık oluyoruz. (Kadın, -yazarın sevgilisi- kitabın sonundaki Son Deyi’de de yer alıyor.) Adam, yakında “Doğu’ya” gideceğini söylüyor Kadın’a. Oraya, kendisini “gazete”nin gönderdiğini söylüyor Adam. Adam’ın #gazeteci olduğunu düşünüyoruz okur olarak. Doğu’ya gitmeyi Adam’ın kendisi istemiştir. “Dünya gözüyle bir kez daha görmek için mi” diye sorar, Kadın. Adam, “Belki” diye yanıtlar. Adam’a dağları mı özlediğini sorar, Kadın. Adam, “Belki” der. “Akan kanı durduracağını mı sanıyorsun?” diye soruyor, Kadın. “Hayır, diyor Adam.” “Öyleyse niçin?” diye soruyor, Kadın. “Gitmek için, diyor Adam.” Kadın, yıllar önce oraya gittiğini söylüyor. Adam, onun çok önce olduğunu söylüyor. Değişen bir şeyin olmadığını söylüyor, Kadın. “Göreceğiz” diyor Adam. Kadın, ölüleri mi görmeye gittiğini soruyor. Adam, susuyor. Düşünde “hızlı, birbiri ardı sıra, kaçan, kovalayan, kovalanan dağ geyikleri”ni görüyor Adam. Sonra Adam gözlerini açıyor, dağları görüyor (s. 9-11).
Yaralı Zaman’ın kahramanı, adı, yaşı belli olmayan, buralara daha önce gelmiş, yeniden o dağları, insanları görmek, yaşamlarında ne gibi değişiklik olduğunu öğrenmek isteyen bir Adam’dır. Aradan geçen sürede #Doğu “#kangölü”ne dönüşmüştür gideceği yerler. Dağlar delik deşik, insanlar perişandır. Sınırın ötesinden bu yana göçüp gelenlerin ardı arkası kesilmiyordur. Adam’ın “rehberi” Vahap da ikinci derecede bir kahramandır bölgenin dilini, coğrafyasını, geleneğini, yapısını iyi bilen biri olarak. Adam, zaman zaman not tutar, #fotoğraf çeker; kadınlarla, çocuklarla, erkeklerle konuşmaya çalışır kampta, dışarda. Bir yandan da olmayacak düşler görür: Yaşlı balıkçının cesetler çektiği düşler. #Zap, kanlıdır. Her yerde kurtlar vardır saldırmaya hazır. Geyiği uçurumdan atlamaya zorlar aç kurtlar. Semboller günümüzün Türkiye’siyle örtüşüyor. Doğu’daki sürüp giden savaş, #dağlarda “#terörist” avı, parçalanan, bölünen, yok edilen, boşaltılan köyler… Ölüm kol geziyordur bölgenin coğrafyasında. Kanlı zaman, durmuştur; donup kalmıştır âdeta günler, geceler upuzundur. Mevsimlerden hep kıştır.
Adam’a söylenenler, ya da kendi kendine mırıldandıkları, şunlardır yolculuğunun başında: “Kim sana buraya gel dedi? Burası tekin bir yer değildir. Yedi gündür kar yağıyor. / Elbet yağacak. / Kurtlar iniyor. / Elbet inecek. / Gece silâh sesleri. / Elbet duyulacak./ Sen kendine dikkat et. Ne kim vurduya git, ne de kurda kuşa yem ol. Sen bize lâzımsın.” (s. 13) Bunu kim söylüyor, belli değil. Adam, kime “lâzım” olduğunu anlayamaz. “Kim kime lâzım, bu dağ başında, bu soğuk cehennemde?” (s. 13) Adam çevresine ilişkin gözlemlerini şöyle not ediyor: “darmadağınık yerleşim bölgelerinden” geçiyorlar. “Uzakta, kayaların arasında yitmiş köyler, mezralar, kömler” vardır. “Yollar görünmüyor”dur. “Görünenlerse köyleri, mezraları, kömleri birbirine bağlamak yerine ayırıyor gibidir.” Öyle ki “bir labirentin yolları”dır bunlar. “Sonra hiçbir şey” yoktur “Tek tük ağaç”tan başka. Vahap, Doğu’nun insanının “bir arada yaşamayı” sevmediğini söyler. Teğmenden “köprünün karşı yakasında toplanmış insanlar”la konuşmak ister rehberi aracılığıyla. Karşıdakilerle konuşmak yasaktır, bu yakadakilerle konuşmak ise, serbest. (s. 14-15) #Halepçe katliamından kaçıp gelenlerin izleri, görüntüleri düşüyor anlatının sayfalarına: “Akın akın geliyorlar. Dağdan taştan kopmuş geliyorlar. / Kadın, erkek, çoluk-çocuk. Bir insan seli.” (s. 17). Öyle kalabalık gelenler. İlk karşılaştığı köylüye “Yolculuk nasıl geçti” diye sorar, Adam. Onlarınki yolculuk değil ki: “yerlerinden, yurtlarından kaçmışlar” (s. 19).
#Maral, yöreden bir çocuktur. Dağdaki ağabeyinin geleceğini söyleyip durur gelene geçene. Olmayacak düşler görür çocuk. Yörenin acı tablosuna kazınmıştır bu düşler (s. 20). Anlatıda sıkça yinelenen #geyik metaforuyla çocuk arasında bir ilişki kuruluyor burada. Sonra mültecileri evlerinde saklayan olursa, cezalandırılacaktır. Dağa taşa bu duyurulur durmadan. “Sınırı geçen kardeşimi teslim mi edeceğim şimdi, diyor köylü. Daha çorbasını bile içmedi. Benim evim onun evi değil midir ki?” (s. 21). İki gündür “iznin” çıkmasını bekliyorlardır. Zamanı kim kime anlatabilir ki, hele Doğu’da bu bekleyiş sırasında? İzin çıkarsa “#mültecilerle” konuşacaklardır. Dağlar ayırmıştır onları, yarısı buradaysa, öteki yarıları da dağların, sınırların arkasında kalmıştır. “Bilmez misin ki bombalıyorlar dağları. Bir #bomba da buraya düşerse. Senin ne işin var burada? Bilmez misin ki burada hayat yoktur, ölüm vardır burada.” (s. 23) Yarısı ya da tümü yolda telef olmuş hayvanlarıyla kaçmışlar. #Gurbette doğan çocuğa “#Ferman” adı (buyruk, emir) verilirmiş. Bunu da öğreniyor yazar (s. 24). Bir taşın üzerine oturan yazar defterine notlar alır. Yanına bir köylü yaklaşır bu sırada. Bir #mektup yazdırmak ister. Kime yazılacaktır mektup, belli değildir. “Onu hiç” unutmadığını yazdırır. Düşlerinden hiç çıkmadığını da. Dağları “sağ-salim aşıp” geldiğini de yazdırır. Buradan nereye gideceklerinin belli olmadığını da yazdırır. Gittiği yerden ona haber salacağını, sonra gelip kendisini bulmasını ya da onu bulacağını yazdırır. Kâğıdı alır. Katlayıp cebine koyar. Karşıya giden biriyle yollamak için yanından ayrılır (s. 25).
Adam, elinde fenerle dolaşır kampta. Battaniyelerin altında çocuklar. Kadınlar ortada yoktur. Dudaklarında sigarayla erkekler gruplar halinde dolaşırlar. “Ormanda ya da dağ başında kaybolmuş bir #avcı gibi duyuyor”dur kendini. “Burada. Bu insanların arasında. Sanki bir avın peşine düşmüş de, av beni dilediği yere götürmüş, sonra izini yitirmiş, şimdi, ne nerede olduğunu, “ne nereden geldiği”ni biliyordur (s. 26). Dağlardan yankılananlar “türkü” değil, “ağıt”tır.Yakılan ağıtlar birbirinin aynıdır, “ölüm” gibi (s. 28). Ateşi çevresinde bir araya gelmiş kadınları erkekleri diniyor, Adam “Bir köşede, saklanır gibi” sigarasını yakmış. Nereye gideceklerini, gönderileceklerini bilmiyorlar yarın, öbür gün. Baba ocaklarının nerede olduğunu da bilmiyorlardır artık. Aralarından bir kadın yaşadıklarına şükretmeleri gerektiğini söyler. Rehberi Vahap konuşmaları çevirir, Adam da kafasının içinde yazar bunları (s. 30). Adamlar gecenin içinden çıkı çıkıverirler. Adı söylenen sınırın berisine geçer. Bir tüfek alır. Yeniden geceye karışır. Sonra buz gibi sudan çıkıp gelirler. Soylarını söylerler. Soylarının adını söyleyenler dışarıya karışır. Dışarıya gidene de “bir silâh” verilir. Kimse “niçin” diye sormaz. Sonra “cehennemin içine” girerler. “#Cehennemdi. Ateş. Dört bir yanları.” Orda kim varsa çocukları, kadınları, bebeleri öldürürler. “Kimi öldürdüklerini bilmeden” öldürürler. “Dağlardaki kar kana” dönüşür. “Zap #kıpkızıl akmaya” başlar. “Görenlerin gözü kör”, “Duyanların kulağı sağır” olur. “Anlatanların dili” tutulur. “Yazanların kalemi” kırılır (s.31-32). Yollarının üstünde askeri cipler, silâhlı askerler vardır. Bir de “alçaktan uçan #helikopterler” geçer başlarının üstünden. Sol yanlarında sınır taşları uzayıp gider. Karşı da ise “incin top” oynar. “sınır suyunda” kadınlar bağıra çağıra çamaşır yıkarlar. Adam bu kalabalığın, çakılların üstüne serili çamaşırların fotoğrafını çeker (s. 33). “Elleri mosmor” kadınları görüyor Adam. Kadınlara portakal verir. Onlar da koyunlarına gizlerler portakalları, çocukları için (s. 34). Adam, dürbünle geyiği kovalayan aç kurt sürüsüne bakar. Öndeki kurdu vurur ama kurtlar geyiği kovalamaya devam ederler. Geyik, çareyi uçuruma atlayarak intihar etmekte bulur. Elinde “bir makineli olsaydı” geyiğin ömrünün uzayacağını düşünür (s. 36-37). Adam, çömelmiş durumda sol elini yanağına dayamış dalıp gitmiştir. Öyle dalıp gitmiştir ki “biri gelip dokunsa” önündeki uçuruma yuvarlanıverecektir. Doğrulur çömeldiği yerden. Başı döner. Fotoğraf makinesinin objektifini “atının üzengisinden tutmuş” kendisine bakan çocuğa çevirir. Sonra “Ben buraya ne aramaya gelmiştim ki bu çocuk gelip beni buldu?” diye sorar (39-40). Gördüklerinden, düşlerinden kurtulmak ister, Adam: “Sanki buraya, özel bir av için” çağrılmış gibi duyumsar kendini. Kimin kurulduğu beli olamayan bir tuzağın varlığını sezinler. Kendisini zorlar, kafasını” çalıştırmaya” çalışır. Ondaki “bu av tutkusunu, yıllar sonra uyandıran”ın ne olduğunu düşünür. Yıllarca eline tüfek almamışken “ölmüş” isteğin içinde yeniden dirilişinin nedenini bilmek ister. Eline silâh alma isteğini kim diriltir? Kim verir eline tüfeği? Kim tanıştırır onu bu yazarla (#FeritEdgü’yle)? Kendi “küçük yaşamını yaşayan” biridir oysa o. Onu değiştiren nedir şimdi? “insanlar” değil, yalnızca “dağlar” (s. 41). Adam’ın kendisiyle iç hesaplaşmasına tanık oluyoruz. Elbette Ferit Edgü’nün Hakkâri’ye ilişkin yazdıklarına, yani buradaki geçmişine. Düşünde ağdaki “kadın, erkek, çoluk-çocuk insan cesetleri”ni görür, Adam. Uyanınca gözlerini öbür dünyada açtığını düşünür. #ŞeyhAbdullah’tan düşünün yorumunu bilmek ister. Rüyasının yorumu yoktur. Çünkü o rüyasında Zap’ı olduğu gibi görmüştür. Kanla yoğrulu Doğu’nun perişan halidir burada anlatılan (s. 42-43). Sabahın sisi içinde uzağındaki suya bakar, Adam. “Suyun rengi” değişir, “kan gibi” olur. “Görmek istiyordun, al gör” der kendi kendine. Sigarasını atar. Değneğine dayana dayana bulunduğu tepeden suyun kıyısına iner. Kımıldamadan suyun kıyısında duran “masaldan, bir efsaneden çıkıp gelmiş” bir ihtiyar görür. Yaşlı adamın elindeki “irili ufaklı balıklarla dolu” ağı birlikte çekerler. Bunu Vahap’a anlattığında, kendisinin bir düş gördüğünü söyler rehberi. Buralarda balıkçı olmadığını, ağ falan bilmediklerini, bunun bir “sabah düşü” olduğunu söyler. Adam, düşlerin gerçek olduğunu söyler rehberine. Vahap ise gerçeğin düş olmadığını söylemekle yetinir (s. 44-45). Rehberi kendisinin anlattıklarını yazmadığını ama başkasından dinlediklerini neden yazdığını sorar Adam’a. Kendisinin anlattıklarını da yazdığını söyler Vahap’a. Adam, geceleri yazdığını söylüyor. Geceleri yazdığının kendisinin anlattıklarının olup olmadığını soruyor rehberi Adam’a. Yazdıklarının bir “bölümü”nün onun anlattıkları, ötekilerin kendisinin gördükleri olduğunu söyler, Adam. Yazdıklarını herkesin okumasa bile “birtakım insanların” okuyacağını söyler, Adam (s. 46).
Rehberi nereye gittiklerini sorar Adam’a. Askerleri, insanları, “top-tüfek, ateş”i, sınırları gördüklerini söyler Vahap. Görülecek başka ne kaldığını ima eder. İnsanları göreceklerini, onların anlatacaklarını dinleyeceklerini, bilmedikleri bir şeyler anlatabileceklerini söyler, Adam. Onlara bir şey vermeyeceklerini, fotoğraflarını çekeceklerini söyler Adam (s. 48). Adam için ölüm “yaşamın bedeliyse gerçekten” umurunda değildir. Sırtında çantası, içinde donu, fanilası, kazağı, kalemle defterleriyle “son bir kez daha” yola çıkar. “Bir gün, dünyaya” gözlerini açtığında “ o ıssız topraklara, o dağ başına. / O acımasız kışa. O kurtlara, o köpeklere. / Kaldıysa birkaç insana da” gider (s. 49). Cipten iner, Adam. İlk önce kente sırtını döner, karşısındaki dağa bakar: Bıraktığı gibi duran, “#SümbülDağı”. Kente doğru döndüğünde yönünü, şaşırır. Hepsi de kendisi gibi dağa bakan insanlarla çevrilidir etrafı. Ortalık kararınca kendisi, dağ, etrafındakiler, “#kışla”, “#askerler” görünmeyecektir. “Yalnızca bir uğultu, dağdan kopup gelen rüzgârın uğultusu çökecektir kentin üzerine.” Cipten bavulunu alır, otele doğru yürür. Nereden geldiğini sorar bir çocuk. “Uzaktan” geldiğini söyler, Adam. Çocuk “#ağa”sının atını getirmek istediğini söyler dağı birlikte dolaşmak için (s. 52-53). Dağ başında “yaşayan ve ölen insanların arasında”dırlar. Onları görmezden gelemezler. “Onları saymadan, saptamadan, yazmadan, not düşmeden buradan” gidemeyeceklerdir. “Sonra gecenin karanlığında kurşun parıltıları. Sonra gecenin sessizliğinde tarayan mitralyözün sesi.” Sonrası sessizliktir. Adamın sesi “Gecenin bu kör noktasında” olduğunu söyler. Kendi sesi susturmak ister onu (s. 55). Burada görür her şeyi, daha önce yaşadı çünkü burada, Adam. “Dağın taşın yandığını”, “Ağaçların kökünden söküldüğünü, damların çöktüğünü” görür. “Haykırışları” duyar. “Burada olmak” istemezdi aslında. “Bunları görmek” istemezdi elbette. “Ama gördü”. Yakıcı bir soru: “Dünyanın sonu muydu?” “sonu” olduğunu sanıyor, Adam. “Ama yaşamın sonu” olmadığını düşünür. Çünkü “Yaşam kıyametten sonra da sürer.” O bunları daha önce de, şimdi de yaşadı, gördü, duydu çünkü (s. 56).
Avcı yoktur “dağların ağaçları kayalar” olan bu yerlerde. Avcılar insan avlarlar burada hayvan yerine. Çıplak dağlarda insan avlar avcılar! (s. 57).
Rehberine burada doğduğunu söyler, Adam. Dilini, kendini bulduğu buraya yıllar önce gelmiştir. Kendini bulurken buralarda, ölür aynı zamanda. Bir insanın “birçok kez doğabileceğini”, “birçok ölebileceğini” söyler, Adam. Öyle ki “Bir gün içinde bile, birkaç kez ölebilir insan” buralarda. Vahap, belki ölümü bildiğini ama “ölümden bin beteri” olduğunu bilmediğini söylüyor (s. 58).
Doruklarına kimsenin tırmanamadığı dağları gösteren rehber “bu sarp, bu ağaçsız dağları, bu yabanıl dağları, bu korkunç, geçit vermeyen dağları, işte bu dağlarda kurtlar, köpekler ve insanlar”ın yaşadığını söylüyor Adam’a. Onları bakmayla göremeyeceğini, nerede yaşadıkları belli değildir, dağa tırmanılacak olsa “birden karşına çıkarlar”, Kim tetik davranırsa” o onu vururmuş. Amansız, acımasız, dehşet verici bu tabloyu Adam, rehberinin ağzından sunuyor /s. 59).
Çevre ıssızdır. Bir ses durmadan “Benim anam nerede? Benim babam nerede? Benim kardeşlerim nerede? Benim köpeğim nerede? Benim evim nerede? Benim köyüm nerede? Benim dağlarım nerede? Ben nerdeyim? Burası nere?” diye bir sesle sarılıp sarmalanır, Adam. O bu sesin, bu soruları soranın fotoğrafını çekmek ister. Onun için buraya yollanmıştır. Ses vardır ama sahibi yoktur ortada. Soruları soranı bulamadığı için soruların fotoğrafını çeker. “Issız tepelerin”, “Yanmış, yıkılmış köyün”, “Tepede güpegündüz uluyan kurtların”, “Yıkık bir evden içeri girip boş bir beşiğin” fotoğrafını çeker (s. 61).
“Elleri yüzleri yanmış insanlar, akın akın” Adam’a doğru gelirler. Ölmüş annesi de aralarındadır. Buralara gelmesini, ölmesini istemeyen sevgilisini de görür gibi olur. Ortalık “#alacakaranlık”tır. Kayalar, Zap kana kesmiştir tümüyle. Adam, “Bağırmak, çığlık atmak” ister, atamaz. “Uyanmak” ister, uyanamaz. Sonunda uyanır ama kendisini duyan olmamıştır her zamanki gibi. Ülkede birlik, beraberlik olmadığını, yalnız kaldığını imliyor Adam burada (s. 62).
Adam, “dağ başında, bir kayanın dibine” çömeldiğinde kendi kendine bulutlar dağılınca “doğu doruğunu” görebileceğini söyler. Gün doğarken bir kayanın dibine çömelmişken üzerinde “kürk bir palto” vardır. Titriyordur. Kurtlar uluyup duruyordur. Etrafında hiçbir köy yoktur. Aşağıdaki ırmakta bir kayık görür. Ağlara takılı yüzlerce ceset görür. İnsanların dışında hayvanlarla, ağaçlarla, kayalarla da konuşan biridir. “Karlar üzerine yazabilir, karlar üzerinde uyuyabilir.” Kimseye gereksini yoktur bu insanlardan başka. O insanlar da onun gibi “acı” çekiyordur. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakıp dururlar. “Onların gözüyle bakmak” ister Adam, kendine, onlara, dünyaya (s. 63-64).
Esi kitaplar “İnsan yurdunu bırakıp gider mi?” diye yazarmış. Oysa Adam’ın yurdudur “#dağlar”. Oraların elele vermemesine akıl erdiremez. “Yaralıyım, yaralısın, yaralı demez mi?” diye sorar kendine. “Hiç mi bi’şey demez, hiç mi konuşmaz, hiç mi hiç mi hiç mi” diye birbirlerinin yaralarını neden sarmadıklarını sorgular gibidir (s. 65).
Bulundukları yerde Zaman’ın olmadığını söylüyor Adam’ın rehberi. Adam, bunu hiçbir zaman söylememesini söyler rehberine. Gerçeği söylediğini söylüyor, Vahap. Adam, “Gerçeği hiç söyleme” diye tembih eder. Rehber ise “sabah olur, akşam olur, gece olur yatarsın, uyanırsın sabahtır, hep böyledir, hiç değişmez” diyerek sözünü sürdürür duran #Zaman’a vurgu yaparak. Buralarda zaman yoktur aslında, durmuştur öyle. Onun yerine “ölüm” vardır. “Ölümün zamanı” yoktur çünkü (s. 68).
Düşünde “Ak sakallı bir ihtiyar” odasına girer Adam’ın. “Sırtındaki kocaman çuvalı odanın ortasına boşaltır”, Adam’a “Al işte istediğim malzeme” der. Odasının ortasındaki öbeğin sözcükler olduğunu görür Adam. “Her biri bir nesne durumunda, değişik biçimlerde ve maddelerde binlerce sözcük.” Niyet çeker gibi çeker sözcükleri, yan yana getirir, cümleler kurar Adam. Kitabını yazmadan onu bu nesne-sözcüklerle oluşturur. Oysa düş bitmiştir. Çay demlenirken “sarı yapraklı hesap defterini” açıp “Bir gün yolun bu sarp ıssız dağlara düştüğünde” diye yazmaya koyulur Adam (s. 71). Sonra arkası söyle gelir düşün, yazdıklarının: “İşte sözcükler işte düşler işte düşünceler işte imler işte imgeler / işte simgeler işte öyküler / işte insanlar işte gözyaşları işte ölümler işte hayvanlar işte dağlar işte dereler işte ırmaklar işte göller işte tepeler işte tüfekler işte toplar işte tanklar işte uçaklar işte helikopterler işte kayalar işte mağaralar işte sözcükler sözcükler sözcükler”. Adam, “Bu paramparça, acılı, korkunç, ölümcül bir dünya”a tanıklık için Doğu’dadır, orası için yazar yazacaklarını (s. 75).
Adam, “(Özet)”te bir kez daha kitabı baştan sona harmanlıyor gördüklerini, duyduklarını, tanık olduklarını gözler önüne sere sere. Sonra da “Dağlar”ın, “ırmakların”, “insanlar”ın, “ölümler”in, “mecnunlar”ın, “avcılar”ın, “köylüler”in kendisini çok yorduklarını söylüyor Kadın’a. Sevgilisi ise “#sözcükler”den yorulduğunu imliyor. Yolculuğun bittiğini söylüyor Kadın, Adam ise “gerçek” yolculuğun yeni başladığını söylüyor. Kadın, “Bir kez daha mı çıkacaksın bu amansız yolculuğa” diye soruyor. Adam da “İster istemez” diyor. Kadın, orada “gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını yazamazsın” diyor Adam’a. Adam da “düşlediklerini” yazacağını söylüyor. Kadın, “Her zamanki gibi” diyor, Adam da onu onaylıyor. Kadın “işte kâğıt, işte kalem”, “Öyleyse hiç durma yaz” diyor Adam’a (s. 79).
Yaralı Zaman’ın erkek kahramanı Adam, #Kafkaesk bir tip. Doğu ise anlatının zeminine yayılan parçalanmış, delik deşik olmuş, ölüme, kana, avcıya, acıya, silâha… doymamış bir coğrafya. Adam, gerçekten de “yaralı” zamana tanıklık ediyor bölgeye uygun düşlerle de bezeyerek. Adam, kaç kez ben olduysam, o kadar da Türkiye oldu benim gözümde.
Sorunlar yumağı Doğu Ferit Edgü’nün dil, coğrafya olarak beslendiği bir dünya oldu. Oraların dilini başlarda anlamıyordu belki ama kendi dilini kurdukça oraların sözcüğünü de kullanır oldu minimal öykülerinde, anlatılarında. Acı veren, insanın içine işleyen bir kitabın kahramanı olmayı atamıyorum üstümde “açılım”dan söz edilip durmasına karşın.
Türkiye ya da hepimiziz Yaralı Zaman’ın kahramanı.
KAYNAKLAR:
-O / Hakkâri’de Bir Mevsim, 7.bs. Yapı Kredi Yayınları, Kasım 1999.
– #DoğuÖyküleri, Yapı Kredi Yayınları, Aralık 1995.
-Yaralı Zaman, Can Yayınları, Eylül 2007.#O #HakkarideBirMevsim #Hakkari #yedeksubayöğretmen #yazarınyalnızlığı #köylülerinyalnızlığı #bembeyazbirkış #hayatbilgisi #yurttaşlıkbilgisi #yaralıgövde #yaralıyurt #gitmekiçin #yabanıldağlar #geçitvermeyendağlar #insanavlanandağlar #gültekinemre
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.