Roger Zelazny: Zelazny’nin Kahramanının Peşinde

  • Roger Zelazny: Zelazny’nin Kahramanının Peşinde

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 13:21'de 11 Temmuz 2024

    Zelazny’nin Kahramanının Peşinde*

    Makale Yazarı: Barış Emre Alkım

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2017, 30. sayıda yayımlanmıştır. 

    #Bilimkurgu yazınında “#YeniDalga” akımının öncülerinden olan Amerikalı bilimkurgu ve fantastik kurgu yazarı #RogerZelazny, 1995’te kanserden öldüğünde, ödül kazanmış çok sayıda öykü ve romanın yanı sıra neredeyse tüm eserlerinde yaşattığı ve kendisinin ölümünden sonra bile farklı mecralarda karşımıza çıkmayı sürdüren bir karakter kalıbı bıraktı.

    Karakterler okurun anlatıya açılan kapısıdır. Yazın eserlerini okuma ve anlamlandırma sürecimizde kendimizi türlü karakterlerle özdeşleştirir, yazarın tasarladığı deneyime bu karakterlerle kurduğumuz empati bağı sayesinde ortak oluruz. Karakterlerin niteliği ve niceliği doğal olarak yazardan yazara, kurgudan kurguya, bir olay örgüsünden diğerine değişecektir. Bilimkurgu ve #fantastik kurgu alanına yeni bir soluk getiren Zelazny’nin çoğu öyküsünün ve neredeyse tüm romanlarının da #Shakespeare’in tragedyalarını aratmayacak kadar kalabalık olduğunu görürüz. Ne var ki anlatılarını her biri kendi yan öyküsüne ve ayırt edici özelliklere sahip rengârenk karakterlerle donatmaktan geri durmayan Zelazny, kahramanlar söz konusu olduğunda farklı bir yol izler. Yan karakterlerin yaratımında ve seçiminde sergilediği coşkulu yaratıcılıktan uzak durur ve hemen hemen tüm eserlerinde tutarlı biçimde aynı kahramanı, yani fırsatçı, şüpheci, alaycı, muhalif ve vicdanlı kahraman karakterini kullanır.

    Yazının geri kalanında ortaya çıkışını ve günümüzdeki uzantılarını göreceğimiz bu kahra man kâh kıyamet sonrası dünyada bir #mutant olarak karşımıza dikilir kâh evrenin uzak köşelerindeki bir koloni gezegeninde sahte ilahlığa soyunur. Kimi zaman sıradan bir ölümlü olur, kimi zaman da gerçekliği kendi isteği doğrultusunda eğip bükebilen bir tanrı. Adı her seferinde farklıdır. Ancak zamanın, uzamın, kişisel arka planın, fiziksel görünümün ve sahip olunan güçlerin çeşitliliğine rağmen Zelazny’nin kahramanlarının kendine has bir kişisel ahlak anlayışını bir eserden diğerine taşır. Bir başka deyişle Zelazny’nin eserleri sadece kahraman karakterinin sabit tutulduğu, onun dışında tüm öğelerin birer değişken olduğu formüller üzerine kurulu senaryoları andırır. En açık örnek, yazarın en çok bilinen üç romanı olan Bu Ölümsüz’deki (This Immortal, 1966) Conrad, Işık Tanrısı’ndaki Sam (Lord of Light, 1968) ya da yazarın ölene kadar 26 yıl boyunca başlıca uğraşı olan 10 ciltlik Amber serisinden Corwin (ilk çıkışı 1970) karakterlerinin birkaç küçük ve bariz fark dışında aynı kişi gibi olmasıdır.

    Elbette bir yanılgıya düşüp Zelazny’nin bunu başka kahraman yaratmakta zorlanmasından ötürü yaptığı düşünülebilir, ancak eserlerin bütününe serpiştirdiği yan karakterlerin çeşitliliği göz önüne alınırsa bunun bilinçli bir tercih olduğu, yazarın yazınsal niteliğinin yetersizliğinden kaynaklanmadığı anlaşılır. Zelazny, kalemiyle can verdiği kahraman karakterinin kendisi üzerindeki çekim gücüne karşı koyamıyor gibidir.

    Tam da bu noktada durup Zelazny’nin tekrarlanan kahraman karakterinin niteliklerine ve deyim yerindeyse yazarlık kariyeri boyunca onunla birlikte yaptığı yolculuğa bakmak, yapıtlarını yorumlamada işimizi kolaylaştırabilir ve daha yeni bir ışıkla okumamızı sağlayabilir. Ama ondan önce, Zelazny’nin karakter tasarımına etki eden değerler dizisini, yani bilimkurgunun Yeni Dalga’sını daha yakından tanımakta yarar vardır.

    Yeni Dalga’nın kahramanı
    Karakterlerin yazarın yaşadığı dönemin hâkim ideolojilerinden, toplumsal olaylarından ve yeni eğilimlerinden soyutlanması çok mümkün değildir. Çoğu karakter, benzer koşullar altında bizim vermeyeceğimiz tepkileri verdiğinde (ya da bunun tam tersini yaptığında) yaratıldığı dönemden bir şeyleri bize taşır ve adeta belgesel bir nitelik kazanır.

    Bilimkurgu yazınında 1960’lar ve 70’ler, kendisi her ne kadar bu akımla ilişkilendirilmeyi reddetse de Zelazny’nin de bir üyesi olduğu “Yeni Dalga” akımının ortaya çıktığı yıllar olarak kabul edilir. Bazılarının modernizmin bilimkurguyla buluştuğu nokta olarak adlandırdığı Yeni Dalga, bu dönemde gerek dünyanın gerekse de Amerikan ve Avrupa toplumunun yaşadığı çalkantıların bilimkurgu yazınındaki yansımasıdır ve kendinden önceki Altın Çağ bilimkurgusuna çoğu zaman taban tabana zıt ilkeler gözetilerek yazılmıştır. Bu dönemde bilimkurgunun hep klasik kaynakları arasında gösterilmiş olan gökbilim, fizik, matematik ve mühendislik gibi alanlardan bir nebze uzaklaştığı, sosyoloji, antropoloji, psikoloji ve mitoloji gibi kaynaklardan da beslenmeye başladığı görülür. 1960’larda özellikle ABD’de sınıf ayrımcılığına, Vietnam savaşına yönelik eleştiriler, dünyanın her yanındaki öğrenci hareketleri ve Hippi kuşağının da temsilcisi olduğu barış arayışı da yeni akıma yön verir.

    Yeni Dalga bilimkurgusunun odak noktası bilimin ve teknolojinin getirdiği inanılmaz araçlar, korkunç silahlar, dünyayı gözüne kestirmiş uzaylılar olmaktan çok insanın kendisi, çevresiyle kurduğu ilişkidir. Bilimkurgu okurunun yıllar boyu kanıksamış olduğu gezegenler arası, yıldızlar arası yolculuk öykülerine daha kişisel serüvenler, insanın kendi ruhunun karanlık derinliklerine yaptığı içsel yolculuklar eşlik etmeye başlar. Yüzyıl başında bilimkurguya adını veren ünlü mucit, yazar ve editör Hugo Gernsback’ın öne sürdüğü ideal bilimkurgu formülü (%75 edebiyat, %25 bilim) bu dönemde anlamını yitirir ve büyük kısmının bilim ve teknoloji eğitimi ya da geçmişi olmayan, fakat bu eksiğini kaleminin gücüyle telafi etmeye kararlı yepyeni bir genç yazar kuşağı belirir. Eleştirmenlerin ikinci sınıf gözüyle baktığı bilimkurgunun uzay operalarının basmakalıplarından sıyrılmaya başlaması da işte bu yeni yazarlar sayesinde olur. Yepyeni formları denemeye, öykü anlatımının yeni ve yaratıcı yollarını keşfetmeye, saygın görülen yazının yıllardır kullandığı teknik ve yöntemleri bilimkurguya uyarlamaya istekli bu yazarlara Harlan Ellison, Philip K. Dick, Brian Aldiss, Tomas Disch, Samuel R. Delany, Ursula K. Le Guin, Anne McCaffrey ve elbette Roger Zelazny’yi örnek gösterebiliriz.

    #ArthurCClarke’ın “Yeterince gelişmiş teknoloji sihirden ayırt edilemez” önermesini doğrulamak istercesine bilim ile fantezinin iç içe geçtiği bu yıllar, yeni bir alt tür olarak “bilimsel fantezi”nin (science fantasy) ortaya çıkışına sahne olur. Zelazny bu alt türün en önde gelen temsilcisidir. Hatta yaptığı röportajlarda, çoğu zaman en başarılı eseri kabul edilen #IşıkTanrısı’nı bilerek muğlak bir biçimde yazdığını, bu sayede istenirse bilimkurgu istenirse fantezi olarak okunmasını sağlayacak iki katmanlı bir yapı kurduğunu belirtmiştir. Çoğalan seçenekler hem eserin farklı gözle tekrar tekrar okunabilirliğini artırır hem de okurun romanı yorumlayıp anlamlandırma sürecini zenginleştirir.

    Böylesi bir paradigma değişikliğinden elbette karakterler de nasibini alır. Değişen olay örgüleri ve genişleyen deneyim kümeleri, bunu taşıyabilecek kapasitede karakterler gerektirir. Bilimkurgu ve fantastik kurgunun, ataları arasında sayabileceğimiz gotik yazından devraldıkları klişe karakterler yerini yavaş yavaş Yeni Dalga’nın karakterlerine bırakır. Bu elbette bilimkurgunun 1960’lar öncesinde derinliksiz karakterlerle yazıldığı anlamına gelmez. Ancak düşünen, şüphe eden, sorgulayan, kendini keşfeden ve elde ettiği deneyimler sonucu değişen üç boyutlu ve derin karakterlerle daha sık karşılaşırız. Zelazny’nin eserden esere taşıdığı karakterini hepimizin masallardan tanıdığı klasik kahraman arketipinden ayıran şeylerden biri de çağın ve yazınsal türün ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmiş, bilinçlenmiş ve derinleşmiş oluşudur.

    Geleneksel kahraman yetmeyince
    Yazın eleştirisi alanında #arketipçi/arketipsel ya da mitsel eleştiri adıyla bilinen yöntem, mitolojiyi, halk anlatılarını, söylenceleri ve dini öyküleri ortak paydalarını bulmak amacıyla ele alır. Kimi çalışmalar bu tür anlatıların ortak unsurlar (arketipler) içeren az sayıda kaba izlek üzerine oturtulabileceğini ve bunların da kültürler arası farkları önemsiz kılacak ölçüde köklü ortak temelleri olduğunu ileri sürer. Örneğin mitsel eleştiri yönteminin öncü isimlerinden Joseph Campbell, analitik psikolojinin kurucusu İsviçreli psikiyatrist Carl Gustav Jung’un “kolektif bilinçdışı” görüşünden ve arketip kavramından çok etkilenir ve tüm öykülerin ve efsanelerin altında yatan tek bir öykü (monomit ya da tek öykü) olduğunu, diğer tüm metinlerin, kültürün sınırlarını bu anlatının çeşitlemeleri olduğunu savunur. Aynı çizgide ilerleyen ve son zamanda yıldızı parlayan isimlerden Christopher Vogler da Campbell’ın yolculuk ve kahraman temalarını irdelediği Kahramanın Sonsuz Yolculuğu eserinden yola çıkarak yazdığı Yazarın Yolculuğu‘nda Star Wars ya da Yüzüklerin Efendisi gibi kahraman-yolculuk odaklı anlatıları her seferinde başarıya ulaşacak formüllere indirger.

    En derine indiğimizde bir tek öykü varsa elbette bunun, yansımasını peygamberlerde, Keloğlan’larda ya da beyaz atlı prenslerde bulan bir de kahramanı olacaktır. Ne var ki geleneksel kahraman arketipinin özellikle de masallarda kusurdan yoksun, insanlık vasıflarının sadece olumlu olanlarını içeren tipler olarak çizildiğini görürüz. Doğru, masallardaki karakterler, özellikle de kahraman, elde ettiği deneyim sonucunda değişebilir, gelecekteki hareketlerini değiştirecek biçimde ders çıkarabilir. Fakat bu değişim genelde iki zıt kutup arasında gerçekleşir (zayıfın öykü bitiminde artık güçlü olması ya da yaptıklarından ders alan kötünün iyiye dönüşmesi gibi). Karakterlerin sadece tek bir kişilik özelliğinin vurgulandığı, kahramanların da düz ya da iki boyutlu olduğu nispeten yüzeysel metinlerde işe yarayan geleneksel kahraman arketipi günümüzün çoğu anlatısı için fazlaca sığ ve kısır kalır.

    Ayrıca daha derin düşündüğümüzde, doğası gereği kahramanın kusursuz olmasının olanaksızlığıyla yüzleşiriz. Kusursuz bir kahraman zaaflarının üstüne gitme, hatalarından ders alma, onların kefaretini ödeme ve kazandığı deneyimle kendini geliştirme gibi tek öykünün elzem safhalarında rol alamayacaktır. Bu aşamada “kahraman” sözcüğünün aslında mevcut bir durumu değil de ulaşılamayacak bir ideali ifade ettiğini söyleyebiliriz.

    Zelazny’nin kahramanları da bu yüzden geleneksel kahramandan çok, kötülere özgü nitelikler de taşıyan anti kahraman ya da kusurlu kahraman tanımına uygundur. Yazar, bazı karakteristiklerini vurgulayarak anti kahramanın kalıbının kendine özgü bir çeşitlemesini oluşturur ve bunu kahraman olarak tekrar tekrar kullanır.

    Gerçeğin Göreceliği

    Zelazny’ye eserlerinde tekrarladığı kahramana giden yolda rehberlik eden şeylerden biri, gerçeğin göreceli olduğu, yani kişiden kişiye, zamandan zamana değişebildiği ve mutlak gerçek diye bir şeyin olmadığı düşüncesidir. Onun kahramanlarını şekillendiren, farklı zamanlarda aynı tepkileri ortaya koymalarını sağlayan da bu bilgidir. Örneğin Işık Tanrısı’ndaki Sam yaşadığımız gerçekliğin tek gerçeklik olmadığını dile getirir. Kitabın son bölümünde yaşanan muazzam savaşın ardından Sam, son nefesini vermekte olan Kara Tanrı Nirriti’nin (ki kendisi aslında kolonicileri taşıyan Hint Yıldızı gemisinin Hristiyan papazı Renfrew’dur) başını kucağına alır ve onu teselli eder: “Bu birçok dünyadan sadece biri, Renfrew. Başka yerlerde nelerin olup bittiğini kim bilebilir?”

    Kökenini Albert Einstein’ın 20. Yüzyıl başında ortaya attığı Genel Görecelik ve Özel Görecelik kuramlarından alan bu görüş sadece bilim dünyasında değil yazın dünyasında da yankı bulmuştur. Nitekim romancı Lawrence Durrell da dünyaca ünlü eseri İskenderiye Dörtlüsü’nü gerçeğin tek bir versiyonunun bulunmadığı düşüncesine dayandırmış, kendi eserini Einstein’ın kuramının yazına uyarlanmış hali olarak nitelemiştir. Durrell’ın bu yenilikçi girişimiyle Zelazny’yi çok etkilediği su götürmez. Zira Jane Lindskold’un kaleme aldığı biyografide de belirtildiği gibi Zelazny, Amber Yıllıkları’nın ilk cildi olan Amber’de Dokuz Prens’i (Nine Princes in Amber, 1970) İskenderiye Dörtlüsü’nden esinlenerek yazmaya başlar.

    Durrell bu konuda Zelazny’nin tek ilham kaynağı da değil. Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga adlı tahta baskısı resmiyle tüm dünyanın tanıdığı 19. Yüzyıl Japon ukiyo-e ustası Katshushika Hokusai’nin de etkisi hissedilir. Hokusai’nin 36 resimden oluşan 36 Fuji Dağı Manzarası’nda bembeyaz köpürmüş devasa dalgalarla canını dişine takmış mücadele eden balıkçılar da görürüz, tümüyle sakin bir manzarada tembelce tarlada çalışan köylüler de. Resimlerin bazısı kışı anlatır bazısı yazı; bazısı köyleri, bazısı ıssız kırları, çalkantılı denizleri konu eder. Fakat tümünün ortak noktası, bir kompozisyonda tüm heybetiyle göğe yükselirken gördüğümüz, bir başkasında gözden kaçabilecek kadar küçük ya da silik resmedilmiş olan Fuji Dağı’nı içermesidir. Fuji Dağı tek gerçekliktir ama canını kurtarmak için kürek çeken kayıkçıyla tarlasını süren çiftçinin düşünceleri, hisleri ve algıları aynı değildir. (Zelazny’nin Hokusai’nin kitabının daha küçük bir versiyonu olan 24 Fuji Dağı Manzarası’nı konu eden uzun öyküsüyle Nebula Ödülü’ne aday olduğunu ve 1986’da Hugo Ödülü’nü kazandığını da eklemeli.)

    Zelazny gerçeğin kişiden kişiye değişebileceği görüşünü yansıtmak için Amber’i dokuz kitaplık bir dizi olarak planlamıştır. İlk kitabın adının Amber’de Dokuz Prens olması da bu yüzdendir çünkü her kitap, Amber soyunun amansız taht mücadelesini farklı bir veliaht prensin gözünden aktaracaktır. Geri dönüşlerle bezeli bu eserde aynı olayların her biri kendi kişisel çıkarlarını gözeten dokuz erkek kardeş tarafından tekrar tekrar anlatıldığını görecektik. Zelazny’nin hedefi öznel yargıların algılama becerimizi nasıl çarpıttığı, zihnimizin olayları olduğu gibi kaydetmek yerine her anlatışta nasıl yeniden yazdığını ön plana çıkarmaktır. Gerçeğin somut bir şey olmadığı, Einstein’ın uzay-zamanı gibi göreceli olduğu mesajı bu şekilde verilir. Dahası, kitaplarda anlatılan dünyada gerçek olan tek şey tıpkı Hokusai’nin Fuji Dağı gibi, yüce bir dağ (Kolvir) ve bu dağın zirvesindeki Amber şehridir ve var olan diğer her şey, Amber’in çarpıtılmış yansımalarıdır. Zelazny, okurun gerçeği bulmak için bocalayacağı bu durumda yaşayacağı tedirginlik ve gerilim duygusunu pekiştirmek adına son bir şey daha yapmış, Amber soyunun üyelerini, alternatif evrenlerde serbestçe gezinme (gölgelerde yürüme) ve gerçekliği kendi istekleri doğrultusunda değiştirme gücüyle donatmıştır.

    Ancak ummadığı şey, kendi kahramanının gücüdür. Nitekim Zelazny, Amber serisinin ilk kitabını yazarken kendi yarattığı kahraman figürünün, Corwin’in etkisinde kalır ve takip eden kitapları diğer kardeşler olan Eric, Gérard, Cain, Brand, Julian, Random, Benedict ve Bleys’in gözünden anlatmak yerine yola Corwin’le devam eder. İlk beş kitabı Corwin’in perspektifinden yazan Zelazny’nin ikinci beş kitaplık diziye başkahraman olarak da Corwin’in oğlu Merlin’i seçmesi bu yüzdendir.

    Zelazny kahramanının özellikleri
    Zelazny’nin kahramanlarının neredeyse hiç değişmeyen özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: fırsatçılık, kuşkuculuk, her fırsatta mevcut düzene meydan okuma ve başkaldırı, en ciddi durumlar karşısında bile sergilenen alaycılık, kendine has ahlak anlayışı ve aşırı gelişmiş vicdan. Bunları çeşitli örneklerle açıklarsak:

    Fırsatçılık: Zelazny kahramanları kurnaz, al datıcı ve hilecidir. Kendi çıkarlarına olacak her türlü zaafı değerlendirmekten geri durmazlar fakat aşırı gelişmiş vicdanları yüzünden bu konuda rahatsızlık duymaya da devam ederler. Söz gelimi, Amber serisinin kahramanı Prens Corwin, Kaos Sarayları’na yaptığı yolculukta bu krallığın kılıç ustası Dük Borel’le karşı karşıya gelir. Borel onu düelloya davet eder, hatta dövüşün eşit şartlarda yapılması için zırhını çıkarır. Fakat Corwin hasmını son derece adice bir hileyle, pelerinini savurarak atından yere düşürür, kalkmasını beklemeden, oracıkta öldürücü darbeyi indirir. Dük Borel ölmeden önce, centilmenliğe sığmayan bu davranış karşısında hüsrana uğradığını dile getirir ama Corwin’in sözleri karakterinin aynası olur: “Biz de Olimpiyatlarda sayılmayız zaten.” Fakat Corwin daha sonraları bu hareketinden dolayı pişmanlık duyar.

    Kuşkuculuk: Tek bir gerçeğin ve gerçeğe ulaşmanın bir yolunun olmadığı yerde güven duygusunu temin etmek zordur. Zelazny kahramanları büyük oranda bu güven eksikliği yüzünden, kendi söyledikleri şeyler dâhil her şeyden şüphe eder ve bu bazen onların yükselişinin önündeki en büyük engeldir. Bunun güzel bir örneği, Işık Tanrısı romanının başkişisi olan Sam’in Buda rolüne soyunması, Hinduizm’e karşı amansız bir savaş başlatması, yıllar boyunca gezegeni müritleriyle dolaşıp vaazlarda bulunması, insanlara aydınlanma yoluna çağırması ama aslında bu söylediği şeylerin tek kelimesine bile inanmamasıdır. Nitekim Sam’i öldürmeye gönderilen kiralık katil Rild, onun sözlerini dinledikten sonra dinini değiştirir, tefekkür yolunda ilerler ve sonunda aydınlanır. Rild sırf Sam’in anlattığı yoldan gittiği için mucizeler sergileyen, felçlileri ayağa kaldıran, körlerin gözlerini açan birine dönüşmüştür. Oysa öğretinin bizzat sahibi olan Sam, sırf kendi kuşkuculuğu yüzünden bu mertebeye ulaşamamıştır.

    Alaycılık: Tüm Zelazny kahramanları yer yer ukalalık derecesine varacak kadar alaycıdır. Kendi yaşamlarının tehlikede olduğu durumlarda bile şaka yapmaktan, karşılarındakini kızdırmaya yönelik laflar etmekten sakınmazlar.

    Meydan okuma ve başkaldırı: Tüm Zelazny kahramanları mevcut düzene karşı çıkar. Bu Ölümsüz’deki Conrad (Kallikanzaros ya da Karaghiosis, yani Karagöz) üstün bir uzaylı ırkı tarafından boyun eğdirilmiş olmasını kabullenememekte, bu yüzden bir tür direniş sergilemektedir. Amber’deki Corwin, kral Oberon’dan sonra tahtın yasal varisi kendisi olduğu halde türlü hilelerle ekarte edilmiştir ve tacını ağabeyi Eric’ten almak için diğer kardeşleriyle ve kendi ülkesinin ordusuyla çarpışır. Işık Tanrısı’nda Sam, teknolojiyi koloni gezegenine getirdikleri yerleşimcilerle paylaşmayıp birer Hindu tanrısına dönüşen eski gemi mürettebatıyla defalarca ölmeyi göze alarak savaşmakta ve bunu ilerlemenin ve özgürlüğün önünü açmak için yapmaktadır. Bu mücadele teması Zelazny kahramanlarının çok belirgin bir özelliğidir.

    Aşırı gelişmiş vicdan: Zelazny kahramanları çıkarcılıklarından ötürü verdikleri kararlardan pişmanlık duyarlar. Işık Tanrısı’nda Sam’in mücadele sebebi, kolonicilerin haklarının ellerinden alınmış olması ve maruz kaldıkları muameledir. Kendisi de İlklerden biri olan ve bunun sorumluluğunu hisseden Sam, kendi deyimiyle, “insanların konserve açacakları ve açabilecekleri konserveleri olsun diye” birkaç ömre yayılan, kendisinin defalarca ölmesine yol açan bir direnişe başlar. Kefaretini bu şekilde öder. Amber serisinde ise Corwin’in kardeşi Bleys’le birlikte Amber’i işgal etmek için kendisine bir ordu topladığını görürüz. Farklı gölgeleri (alternatif evrenleri) gezerek kandırdığı türlü yaratıklardan oluşan ve büyüklüğü milyonlarla ifade edilen ordudan, Amber’e bir tek kişi bile sağ ulaşamaz. Corwin hem bu yaratıkları kandırmış olmaktan ötürü pişmanlık duyar hem de bir noktada kıyıma dayanamayıp askerlerinin sağ bırakılması karşılığında teslim olmayı bile teklif eder.

    Esin kaynağı olarak Zelazny kahramanı
    Zelazny’nin öykülerinden eksik olmayan kahraman, yazın dünyasının başka isimlerine de esin kaynağı olur. Örneğin Neil Gaiman’ın ünlü çizgi romanı Sandman, bariz biçimde Zelazny’den izler taşır. Çocukluğundan beri çok sıkı bir hayranı olduğunu, yazarlık kariyerinde kendine onu örnek aldığını belirten Gaiman, Zelazny için “1960’lı ve 70’li yılların en iyi bilimkurgu ve fantastik kurgu yazarıydı,” diyor. Sandman’deki Endless ailesini ve kardeşler arası ilişkileri anlatırken de Gaiman büyük oranda Amber’den etkilenmiş. Yazar, Sandman’in, Zelazny’nin Işık Tanrısı’nı tersine çevirme fikrinden ortaya çıktığını da ifade ediyor. İki yazar arasındaki bir diğer bağlantı, Gaiman’ın 2001’de yazdığı, en iyi roman dalında Nebula, Hugo, Locus ödüllerini ve daha nicesini kazanan Amerikan Tanrıları’nı Zelazny’ye ithaf etmiş olması. 2017’de televizyon dizisi olarak da yayımlanacağı duyurulan Amerikan Tanrıları kimi eleştirmenler tarafından Zelazny kopyası olmakla suçlansa da, Gaiman’ın açıklaması bu kitabı, Zelazny’nin yaşasa hoşlanacağı bir kitap olarak yazdığı yönünde.

    Eserleri ülkemizde de yayımlanan Macar asıllı Amerikalı fantastik kurgu yazarı Steven Brust’un Vlad Taltos karakterini tam bir Zelazny karakteri olarak kurguladığı gözlerden kaçmıyor. Bu serinin Amber’den büyük oranda etkilenmesi, Brust’un Zelazny’yi kişisel kahramanı ve tüm zamanların en iyi yazarı ilan ettiği düşünülürse gayet normal sayılabilir.

    Yazdığı Ateş ve Buz Şarkıları serisi Taht Oyunları adıyla televizyon dizisine dönüştürülen George R.R. Martin de Zelazny’yi okuduktan sonra hayatının değiştiğini, onun eşi benzeri olmayan bir öykücü olduğunu söylüyor. Zelazny’nin aynı zamanda yakın dostu olan Martin, Işık Tanrısı’nın Türkçe baskısının kapağında da görülebileceği gibi, bu kitap için “Şimdiye dek yazılmış en iyi beş bilimkurgu romanından biri,” diyor ve Amber atmosferinin rahatça hissedildiği Taht Oyunları’na yer yer Zelazny göndermeleri serpiştirmekten çekinmiyor.

    Kitapların yanı sıra #bilgisayaroyunları da Zelazny’nin kahramanlarıyla bağlanır. Sözgelimi, çok bilinen #RYO (rol yapma oyunu) olan Fallout serisinde, yaratılan karakterin çevresiyle etkileşimi ve oyun içindeki çoğu olayın tetiklenişi diyaloglar üzerinden gerçekleşir. Ancak diyalogların ve onlara karşılık düşen eylemlerin oluşturduğu ihtimaller kümesinin kısıtlılığı, bizi yer yer manipüle ederek usulca Zelazny’nin kahramanına yönlendirir. #Fallout 1’in yapımcısı ve baş programcısı olan Timothy Cain, kendisiyle 1997’de internet üzerinden gerçekleştirilen bir röportajda şöyle diyor “Zelazny’nin Işık Tanrısı bir ilham kaynağıydı. Malzeme bakımından değilse bile, başkişisi olan Sam yüzünden. Sam, insanları baskıdan kurtarmaya çalışırken (kendine özgü) bir ahlak anlayışıyla hareket ediyordu. Ben de, ne zaman oyuncunun kasabaya yardım etmesini gerektiren bir macera çekirdeğini test etsem ‘Sam olsa burada ne yapardı?’ diye düşünüyordum.”

    Bir diğer bilgisayar temelli RYO olan Planescape: Torment de Zelazny’nin Amber serisiyle aynı şekilde (biri otopsi masasında, diğeri hastane yatağında) başlar ve birçok yerinde bu dizideki romanlarla koşut bir şekilde akar. Kahramanın kendini hafızasını kaybetmiş bir halde bulması ve bir yandan o anda işgal ettiği durumun gerekliliklerini yerine getirmeye çabalayıp bir yandan da bir önceki halini açığa çıkarmaya çalışması, bunu yaparken de gizli gücünü keşfetmesi elbette tümüyle orijinal bir tema değildir; ne var ki Zelazny söz konusu olduğunda bu tür bir “tersine doğum”un izi çoğu eserde sürülebilir. #Planescape: Torment’in baş tasarımcısı Chris Avellone da bir söyleşide Zelazny’nin etkisinden şöyle söz ediyor: “Büyük oranda Zelazny kitaplarından etkilendim. Oyunun öykü odaklı olması kuvvetle bu yüzdendir, yoksa başka türlü olabilirdi.”

    Özetle Zelazny, kendine has özellikleriyle geleneksel kahramanlık formlarının çok dışında bir kahraman arketipi yaratmıştır. Sorulması gereken soru, bu sıradışı arketipin nasıl bu kadar etki yaratmış olduğudur. Zelazny dünyasına yaptığımız bu kısa yolculukta öğrendiğimiz üzere işin sırrı, kimi zaman uzak geleceğe ait, zaman ve mekan tanımayan, neredeyse tanrılaşmış bireylerin dahi şu veya bu şekilde “insan” olduklarını unutturmamaktır.

    #bilimkurgu

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
Zelazny’nin Kahramanının Peşinde* Makale Yazarı: …
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi